34,4980$% 0.08
36,5098€% 0.4
2.945,45%0,37
5.059,00%0,33
20.159,00%0,49
Şükrü Sunay Akın (12 Eylül 1962), şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tiyatro oyuncusu.
12 Eylül 1962 tarihinde Trabzon’un Maçka ilçesinde doğdu (bu yüzden 18 yaşından beri doğum gününü kutlamamaktadır). Ailesi, onun daha iyi eğitim görebilmesi için, 10 yaşındayken İstanbul’a taşındı. Lise öğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fiziki Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders verdi, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde 5 yıl boyunca hem ders verdi hem ders aldı. Bu deneyimin de yardımıyla, tek kişilik oyunlar hazırlayıp oynamaya başladı. Türkiye’nin çok sayıda merkezinde ve yurtdışında (Frankfurt, Nürnberg, Londra) sayısız kez tek kişilik oyunlarını sergiledi. Halen Sunay Bey Tarihi adlı gösterisini sunmaya devam etmektedir.
23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi’ni Göztepe, İstanbul’da ailesine ait dört katlı tarihi bir konakta açtı. Müze, Türkiye’de türünün ilk ve tek örneği olup, Avrupa Konseyi’ne bağlı Avrupa Müze Forumu (European Museum Forum) tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü’ne 2010 yılı için aday olmuştur.
Şair, yazar, müzeci… Bunlar Sunay Akın denilince akla ilk gelen unvanlardan birkaçı. Peki ya Sunay Akın kimdir diye size sorsak cevabınız ne olurdu?
Elinden hiçbir iş gelmeyen, ustalığı, marifeti, becerisi olmayan insanlar için şu tanım kullanılır: “Okur/yazar”… Ben de, okuma ve yazmayı öğrendiğim altı yaşından bugüne kadar sadece okudum ve yazdım. Bu yüzden sadece bir “okur/yazar”ım.
Harflerle dostluğunuz nasıl başladı? Bize biraz edebiyat dünyası ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Bugünkü Sunay Akın olmanızda ailenizin nasıl bir rolü var?
Çocukluğumun geçtiği evimizde bir Saatli Maarif Takvimi asılıydı duvarda. Her akşam, koparılan takvim yaprağının arkasındaki yazılar okunurdu ve mutlaka bir şiir olurdu. Düşünüyorum da, bir zamanlar evlerin duvarına şiir antolojileri asılıydı; 365 güne 365 şiir! Babam ben altı yaşındayken İstanbul tatiline götürmüştü bizi. Trabzon’dan kalkıp bir yaz akşamı İstanbul’da indik otobüsten. Ertesi gün gezmeye gittiğimiz yer Arkeoloji Müzesi’ydi ve tüm günümüz orada geçmişti. Babam tüm eserlerin önündeki yazıları okuyor ve bize anlatıyordu. Soruyorum, Anadolu’dan İstanbul’a gelen kaç ailenin ziyaret etmek için gittiği ilk yer Arkeoloji Müzesi’dir? Bunu yapan babam ilkokul mezunu bir terziydi ama o bir Cumhuriyet aydınıydı. Annem haftada bir gün ağabeyim ve bana en güzel elbiselerimizi giydirirdi. Biz bilirdik ki kitap almaya gidiyoruz! Çarşıya çıkmışken kitapçıya da uğramazdık. Bizzat kitap almaya gitmek için çıkardık evden! Bize kitap sevgisini böyle kazandıran annem de ilkokul mezunudur ve o da bir Cumhuriyet aydınıdır! Tüm mesele de bu değil midir zaten?
Hem tek kişilik oyunlarınız hem de kitaplarınız vasıtasıyla yıllardır bizlere başka hiçbir yerde duymayacağımız türden değişik hikâyeler anlatıyorsunuz. Peki, ama nelerden besleniyorsunuz?
Şu pandemi döneminde etkinlikler durduğu için kendime biraz daha fazla zaman ayırma olanağı buldum. 190 metrekare bir apartman dairesini kütüphane olarak düzenledim. Ama yetmedi, hala kolilerde kalan kitaplarım var. Bu arada iki kamyon kitabı da bağışladım. Evet, kitaplar! Beslendiğim en önemli kaynak kitaplardır. Sonra müzeler geliyor. Gittiğim bir kentte zamanımı müzelerde, kitapçılarda ve sahaflarda geçiririm. Ve elbette antikacılar… Belge ve bilginin yanında araştırdığım konuyla ilgili değerli objeler de toplarım. Gerisi ilham perilerine kalıyor.
Anlatırken bir şölen bir festival havası yaratıyorsunuz dinleyicide. Siz kimi dinlerken böyle hissediyorsunuz?
Bu konuda çok şanslıyım. Çünkü Cemal Süreya’yı dinledim ben, hem de uzun uzun… Attila İlhan’ı, Can Yücel’i, Melih Cevdet Anday’ı… Salah Birsel’le yaptığımız o derin sohbetleri unutabilir miyim? Ya da Yaşar Kemal ve Vedat Günyol’la… Daha da niceleriyle… Tiyatrocular var bir de elbette: Zeki Alasya, Müjdat Gezen, Erol Günaydın, Mücap Ofluoğlu…
Pek çoklarına çılgınlık gibi gelecek bir girişime imza atarak dünyaca tanınan ve çeşitli platformlarda ödüller alan Oyuncak Müzesi’ni hayata geçirdiniz. Hem zaman hem de finansal anlamda oldukça ciddi bir çaba ve emek gerektiren bu oluşumu hayata geçirirken temel motivasyonunuz neydi? Oyuncak Müzesi’ni benzerlerinden farklı kılan nedir? Bugüne kadar müzelerde sergilenmek üzere topladığınız eserler arasında sizi en çok heyecanlandıran hangisi oldu? Oyuncakları seçerken temel kriteriniz nedir?
Yurtdışına bir kültür etkinliğine katılmak üzere gittiğimde, kendime ayırdığım zamanlarda müzeleri gezmeye başladım. Gördüğüm şuydu: Müzeler toplumların hafızadır. Bu gerçeği anlayamayan ülkeler Alzheimer olurlar. Bir Alman’ın her gün bir müzeye giderse, ömrünün 16 yılını sokağa çıkamadan müzelerde yaşayacağını öğrendim. İşte, bu nedenledir ki, Almanya’da sabah uyandığında “Türk Lirası ne kadar değer kazandı?” diye telaşlanan birini göremezsiniz! Mustafa Kemal Atatürk daha Kurtuluş Savaşı sona ermeden TBMM’den Ankara’ya bir Etnografya Müzesi’nin kurulması hakkında kararname aldırmıştır. Ankara Etnografya Müzesi’nin kurulma kararının TBMM’den çıktığı yıl 1922, TBMM’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu dünyaya ilan ettiği tarih 1923! Bu da demek oluyor ki, şu dünyada kendi kuruluşundan önce müzesinin kurulma kararının alındığı yegâne ülkeyiz! Kitaplarım ve sahne oyunlarımdan alın terimle kazandığım her kuruşu, sanatçı teliflerimi bir bilgi mabedine, yani müzeye dönüştürdüm. Bunu yaparken de insanlık tarihi boyunca bilginin ışığını karanlığa taşıyan sayısız bilim insanı ve sanatçıdan, onların bıraktığı eserlerden güç aldım. İstanbul Oyuncak Müzesi’ni benzerlerinden farklı kılan kendi alanında en değerli, ender bulunan eserlerin sergilenmesidir. Müzede sergilenen her oyuncağın bende uyandırdığı heyecan ayrı, apayrıdır. Bu değerli oyuncakların çocuğu yurt dışındaki koleksiyonerlerden aldım. Bu hiç de kolay olmadı. Evet, oyuncakların bedeli çok yüksek ama koleksiyoner neden onu sana satsın ki? Bir koleksiyoner ayrılacağı eserin doğru yere ve kişiye gitmesini ister. Bu yüzden müzedeki oyuncakları koleksiyonerlerden almak için kızlarını istemeye gider gibi kapılarını çaldım. En heyecanlı yönü de bu oldu müze kurmanın. Oyuncak seçiminde temek kriter taklit olmaması, türünün ilk örneği olmasıdır. Nasıl ki bir edebiyat müzesine korsan kitap koyamazsanız, bir oyuncak müzesine de taklit oyuncak koyamazsınız. Sanayi devriminden sonra kurulan ilk oyuncak fabrikalarından olan Lehmann, Carette, Gunthermann, Bing, Steiff gibi markaların ürettiği oyuncaklardır müze değeri taşıyan.
Müzeler toplumun hafızasıdır diyorsunuz. O halde Türkiye Alzheimer olma yolunda hızla ilerliyor diyebilir miyiz? Türkiye’de müzecilik ve müzelere olan kısır ilginin sebebi sizce ne? Neyi yanlış yapıyoruz?
Ne yazık ki, evet, ülkemiz Alzheimere yakalanmıştır. Bu acı gerçeği Cumhuriyetimizin değerlerine yapılan saldırılarda, adaletin ve demokrasiye güvensizlikte, kadın ve çocuklara yönelik saldırılarda, doğanın katledilmesinde rahatlıkla görebiliriz, ne yazık ki! Bir topluma korumacılık düşüncesi ve duyarlığı müzelerden verilir. Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda ölmemiş olsaydı bir o tarihi yapıyı müze değil, otel yapardık. Biri çıkar da bu söylediğime “hayır” derse sorarım ona: “Çırağan’a ne oldu?” Özel müzeciliğin gelişmesinin önündeki engelleri, yaşadığımız sorunları yazarak canınızı sıkmak istemem. Ama şunu söyleyeyim, toplumda müze konusunda bir duyarlık oluştu ve sanırım bunda emeğimin yadsınamayacak payı var.
Hayvan sevgisi ve doğa korumacılığını içeren bir müze kurmak için 10 yılı aşkın bir süredir çalıştığınızı biliyoruz. Bize biraz bu girişimden bahseder misiniz? Bizi nasıl bir müze bekliyor?
Hayvan sevgisini ve haklarını içeren bir Kedi Müzesi kurmak için çaba sarf ediyorum. Bu müzenin benzerlerinden farkı masal, çizgi roman, oyun ve oyuncak tarihindeki kedilerden oluşması. Hayal dünyasının kedileri ilk kez bir müzenin çatısı altında toplanacak. Doğa korumacılığı konusunda da küresel ısınma ve iklim değişikliğine yönelik bir müze üstünde çalışıyorum. Küresel ısınmanın hayvanlar üzerindeki etkilerini, virüs kaynaklı salgın hastalıklarla insanlığı nasıl tehdit ettiğini görmek zorundayız. Maymun, kuş, domuz, yarasa… Sırada hangi hayvan var dersiniz? Toplumu doğa ve hayvan konusunda duyarlı olmaya, dünyanın döngüsünde insan olarak bir üstünlüğümüzün olmadığını, doğanın kanunlarını yok ederek, karşı gelerek bu güzel gezegenin sonunu hazırladığımızı geç kalmadan görmeliyiz. Küresel ısınma konusunda kuracağım müze de Kardan Adam Müzesi olacak. Her iki müzede de ziyaretçiler bir saatte bin kitabın ışığını alacaklar.
Gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi sevdiğinizi biliyoruz. Gezgin ruhunuzun yaratıcılığınıza katkısı nedir?
Ah! Bu soruyu evden dışarı çıkamadığım şu günlerde sormayacaktınız. Yeni bilgilere ulaşmak isteyen bir gezginim ben. Sahafların ve antikacıların dünyasında geçti hayatım, geçiyor… Müzelerdeki eserlerin derinliğinde, ayrıntılarında dolaşmayı çok seviyorum, kitapların sayfaları arasında… Bir kentte daha önce kapısından içeri girmediğim bir sahafla karşılaşmak çok heyecanlandırıyor beni. Bilmediğim bir kedi ya da kardan adam öyküsüyle karşılaşmak… Ulaştığım her yeni bilgi yeni bir soru oluşturuyor düşüncelerimde… Ve o sorular adımlarım oluyor. Sorularla dolaşan ve keşfetmenin heyecanını yaşayan bir gezginim ben.
İnsanlığın ve uygarlığın tarihini tek bir obje ile anlatın deselerdi bu sizin için ne olurdu?
Tekerlek! Evet, tekerlek! Düşünsenize, bilimin geldiği en son yer bir uçağın kokpitidir. Kokpitteki bilgisayarlar, teknolojiler, sistemler… O dev uçaklar tonlarca ağırlıklarıyla bulutların arasında kayboluyorlar ve her seferinde konacakları yeri buluyorlar. Ama inebilmek için koca gövdelerinin altında ne olması gerekiyor? Sahi, uygarlığın başlangıcındaki en önemli buluşlardan biri değil midir tekerlek? Ve uçakların altında dönen de aynı tekerlektir!
Her geçen gün biraz daha kabuğuna çekilerek bireyselleşen, sanal ilişkileri sıcak bir kucaklaşmaya, içten bir gülümsemeye ve karşılıklı sohbete değişen bir toplum haline dönüşmeye başladık. Bu süreç sizi endişelendiriyor mu? Bu gidişatı bir nebze olsun yavaşlatmak adına çocuklara ve gençlere nasıl rehberlik edilmeli sizce?
Sorun çocuklar ve gençlerde değil, anne ve babalarda, bizlerde yani… Evlerde birbirimizle sohbet ediyor muyuz, karşılıklı oturmuş kitap okurken görüyor mu bizi çocuklarımız? Somut bir öneride bulunmak istiyorum: Evlerde masa oyunları oynayın, hani şu Monopoly türünden… Hiç değilse “isim, şehir, artist” oynayın…
Çocukların oyuncaklar ile olan ilişkileri gelecekte nasıl birer birey olacakları üzerinde etkili midir? Mesela günümüzde her geçen gün artan kadın cinayetlerinin de temelinde zamanında o çocukların önüne konulan şiddet içerikli oyuncakların rolü sizce nedir? Bu çerçeveden baktığınızda ülkemizde oyuncakların öneminin yeterince kavrandığına inanıyor musunuz?
Geniş fotoğrafa bakarsak ülkemizde oyuncağım öneminin kavrandığını asla söyleyemeyiz. Tam aksi, oyuncak aşağılanan, küçümsenen bir objedir. Daha doğrusu çocuk dünyası horlanır bizde. Samimi olalım ve düşünelim; biz büyükler birbirimizi kırmak, aşağılamak ve ezmek için şu sözleri gündelik hayatımızda kaç kez kullanıyoruz: “Çocukluk yapma?”, “Büyü artık”, “Bana masal anlatma”, “Senin o dediğin çocuk oyuncağı”… Erkek çocuklara tabanca, kız çocuklara ise bebek alıyoruz. Sonra da düşünüyoruz: “Kadın cinayetleri neden durmuyor?” Çünkü büyüdüğünde biri ötekini öldürüyor! Sorun, kültür politikalarının bir toplumun geleceği konusundaki yerini ve önemini anlamış olmayışımızdan kaynaklanıyor.
Çalışan, üreten, dünyaya ve toplumsal sorunlara karşı hassasiyetle yaklaşan biri olarak sizce Türkiye toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının neresinde yer alıyor? Mevcut durumu değiştirmek adına hangi adımların atılması gerekiyor?
Kadını cinsel kimliğinin dışında insan olarak görmenin uzağındayız, ne yazık ki! Bir camide verdiği vaazda, kız çocuğuna pantolon giydirerek üniversiteye gönderenleri hedef gösteren birinin hakkımda açtığı dava aleyhimde sonuçlandı! Söylemine, daha doğrusu saldırısına karşı çıktığım bu zat “delikanlılar arkasına takılacak” diyerek kadınlara yapılan çirkin, iğrenç tacizi normalleştiriyor sözlerinde. Yani bu kafaya göre pantolon giyen bir kadının taciz edilmesi mubahtır! Sosyal medyada bu çirkin sözler duyulsun, belki bir savcı görür de engel olur diye yaptığım “retweet”den dolayı hakaret suçu işlediğime karar verildi. Başka söze gerek var mı? Durumumuz budur! Atacağımız adım belli; hayatın her çalışma alanında kadın ve erkek oranı yarı yarıya olmalı.
Günümüzde daha çok kitap okuyalım, doğayı koruyalım diye kampanyalar düzenleniyor ama istenilen başarıya bir türlü ulaşılamıyor. Neden?
Çünkü bu konular “sosyal sorumluluk projesi” kapsamına mahkum ediliyor! “Boş zamanlarımda kitap okurum” demek kadar sığlaştırdık bu duyarlığı. Gerçekten duyarlı olmak ve kalbimizde hissetmemiz gerekiyor. Ve cesaret! Sesimizi cesaretle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın bize verdiği anayasal haklarla yükseltmek…
Pandemi aslında bize biraz da durup yavaşlamamız, anı yaşamamız, sonsuz sandığımız kaynakları hoyratça kullanmamamız gerektiğini, daha da önemlisi her gün bilinçsizce gerçekleştirdiğimiz pek çok eylemimizin aslında ne denli kıymetli olduğunu öğretti. Siz bu süreçte ne gibi farkındalıklar geliştirdiniz? İnsanoğlu bu deneyimi daha iyiye ulaşma yolunda bir kazanım olarak değerlendirebilecek mi sizce?
Okudum ve yazdım. Bilginin yolunda yürüdükçe beynimde taşıdığım duvarları yıktım, yeni ufuklar gördüm. Bu “kapanma” sürecini antidemokratik uygulamaları dayatmak için kullanmak isteyenlere fırsat vermemeliyiz. En önemli kazanım şudur: Tüm dünya bir tek yola, o yoldan gelecek aşıya bakıyoruz. Bilimin yoludur baktığımız, hayatta tek doğru yol olan bilimin yolunda tüm gözler… Ve elinde aşıyla gelecek olan kurtarıcının dili, dini, ırkı hiç ama hiç önemli değil. İnsan… Evet, insanlığı kurtaracak, bize hayatımızı geri verecek insanı bekliyoruz. Bu gerçeği görmek ve anlamak edindiğimiz en büyük kazanım olacaktır.
Sizce pandemi, sürdürülebilir ve daha iyi bir gelecek hayal eden insanoğluna neleri hatırlattı?
Bilimden başka sığınacağımız hiçbir limanımız yok. Ve insan, hayat döngüsünde piramidin tepesinde değil, bu büyük çemberin içindedir.
Bilginin üretilen ve yönetilen bir güç olduğunu her fırsatta ifade ediyorsunuz. Peki, ama kurumlar ve bireyler perspektifinden konuya baktığımızda bu gücü elimizde tutmak, küresel rekabette bir adım ileriye geçmek için teknoloji ve dijital dönüşüm kavramlarını hayatımıza ne ölçüde adapte etmeliyiz? Gözlemlerinize dayanarak Türk toplumunun teknoloji ve dijital dönüşüm kavramları ile olan ilişkisinin hangi düzlemde yer aldığını söyleyebilirsiniz?
Bu sorunun yanıtı toprakla olan ilişkimizden, tarımımızın durumundan farklı değil. En temel gereksinim olan beslenme konusunda, toprağına atacağı tohumdan dışa bağımlı olan bir ülkede “adapte” etmekten söz edilemez. Yapmamız gereken şudur: Şu dönemde değerler listesinde ilk sıralarda neleri görüyoruz? Ve listenin alt sıralarında neler var? Sizden söz etmiyorum, içinde yaşadığınız büyük fotoğrafa bakarak yanıtlayın, böyle bir liste yapın. Sonra o listeyi ters çevirin, altta kalan değerleri üste getirin. Hepsi bu!
Kaynak: Koç Bayi, İş bankası kültür, Vikipedi
Merve Koçak: Aşkı Bitirmenin 30 Yolu