38,7655$% 0.01
43,1970€% -1.04
4.036,22%-2,57
6.802,00%0,62
27.158,00%-2,47
09 Mayıs 2025 Cuma
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
Hüseyin Rahmi Gürpınar, kadınlarla dolu çok kalabalık bir evde yetişmişti. Yemek yapmasını, dantel işlemesini, kadınlara dair her şeyi çocukluğunda öğrenmişti. Hatta romanlarında kadın karakterleri çok iyi aktarması da buna bağlanır.
”Hüseyin Rahmi’nin bir sürü eldiveni vardı. Sokağa, eldivensiz hiç çıkmazdı. Bunları, şık olmak düşüncesiyle değil, mikrop kapma korkusuyla giyerdi. Kapı kollarına mendilsiz dokunmazdı. Hiç kimseyle tokalaşmaz. Peçetesiz, kolonyasız evden çıkmazdı. Jestler yaparak konuşan, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturarak oturan ya da kısa kahkahalarla gülerek bitiştirdiği parmaklarıyla dudaklarını kapatan, kravat, papyon gibi aksesuarlara düşkün, kırmızı renge tutkun Hüseyin Rahmi zaman zaman da kendinden beklenmeyecek kadar sert üslupla yazılmış makaleleriyle kendisini şakacı, nazik biri olarak hatırlayanları şaşırtmıştır.”
Şimdi müze olan Heybeliada’daki evinde yatak odasındaki yatağın üzerindeki işlemeli pembe örtü, işlemeler de, mutfaktaki masanın örtüsündeki tığ işi motifler de bizzat yazarın kendisine ait. Duvarlarda asılı peyzajlar da Hüseyin Rahmi’nin yapıtları. Yemek yapmayı çok severdi, özellikle reçel ve dondurma konusunda adeta uzmanlaşmıştı.
Refik Ahmet Sevengil, Gürpınar’ı anlattığı bir yazısında şöyle diyor: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam…”
Bütün işlerini kendi kendine yapan bir insandı. Doğal olarak insanlarla ve özellikle esnafla hep iç içeydi, mahallenin Ahmet Abisi. Ölürsem cenazemi Hacı Bayram’dan kaldırın demişti. Orası daha garibanların gittiği bir yerdi. Maltepe ise şehirli insanların gittiği bir yer. Fakat öldüğünde Hacı Bayram’da restorasyon vardı. Dolayısıyla cenaze Maltepe’den kalktı.
Neredeyse hayatının sonuna kadar parasızlık çekti Ahmed Arif. Yoksul, çaresiz, aşık… Bu yüzden, yaklaşık 40’lı yaşların başında evlendi ve 45’inde baba oldu.
Ülkü Tamer, Ahmet Arif’le ilgili anısını anlatıyor:
“Ahmed Arif en sevdiğim şairlerden biri. İnsan olarak da inanılmaz derecede sıcak bir dosttu. Muzaffer Erdost’la bazı geceler 12’den sonra bir karpuz alıp onu gece sekreteri olarak çalıştığı gazetede ziyarete gider, saatlerce çene çalardık. Kahkahalar atarak sık sık anlattığı bir olayı hiç unutmadım.
Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş. Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu. Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu. Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlarmış övünmeye. Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu. “Ne bilsin anam!” derdi Ahmed Arif. “Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanıyor.”
HÜS
Kırgız Türkleri’nin milli destanı olan Manas destanı dünya edebiyatının sayılı destanları arasında yer alır. Ayrıca, dünyanın en uzun destanıdır. Manas adı, bu destanın kahramanının adıdır; destanı söyleyen ozanlara da manas adı verilirdi.
Kırgız-Türkleri en eski Türk boylarından biridir. Milattan önce 201 yıllarına ait Çin kaynaklarında bahsedildiğini biliyoruz. Kırgızlar, önceden şimdiki Moğolistan’ın Kuzey-Batısında, şimdiki Kırgız-Köl (Moğolca Hirhis-Noor) bölgesinde yaşamışlar. Sonra Hunlar’ın baskısı neticesinde milattan sonra ilk yıllarda Yenisey (Kırgızca Ene-Say) tarafına göç etmişlerdir. Daha sonraları Tanrıdağları (Tyan-Şan), Talas, Isık-Göl’e (Sıcak göl) gelip yerleşmişlerdir.
Manas Destanı, Kırgız Türklerinin millî destanlarındandır; ancak, destandaki kültür birikimi incelendiğinde, bu birikimin bütün Türk boylarının ortak birikimi olduğu görülür. Denilebilir ki, Türk kültürünün tarih veya tarihî olan hangi unsurunu arasanız, o unsurun ya geçmiş dönemlerde yaşayan şekli ile ya da dönemlerden yansıyan, fakat asla hüviyetini kaybetmemiş şekilleri ile karşılaşırsınız, Bu sebeple Manas Destanı, Türk kültürü açısından bir abide eserdir. Bu destanın kahramanları ve destanda işlenen olaylar dikkate alındığında ise, bunların günlük hayat ile bağlantılı olduğu, mübalağaya ancak destanî zorunluluğu kadar yer verildiği görülür. Bu sebeple, olumlu ve olumsuz yönleri ile destandaki insan davranışları, her gün karşılaşabileceğimiz, hayatın içinde olan davranış biçiminden, yani evrensel insandan ve davranışlarından uzak değildir.
Manas Destanı’ndan bahseden bilinen ilk kaynak 16’ncı yüzyılda Seyfeddin Ahsikendî tarafından yazılan Mecma’ut-Tevârih isimli eserdir. Bu eserden sonra, uzun zaman kaynaklarda rastlanmayan ve derlenmeyen, derlenmişse de bu gün haberdar olmadığımız Manas Destanı’nın bilinen ilk derlemesi, 19’uncu yüzyıl Çarlık Rusyası’nın hakim olunmak istenen bu toprakları ve buralarda yaşayan halkları tanımak üzere düzenlediği resmî seyahatlerden birine katılan ve bir Rus memuru olan Vrangel’in yazdığı rapordan sonra, Kazak-Kırgız âlimi olan Türkolog Çokan Velihanoğlu tarafından yapılmıştır. Velihanoğlu’nun derlediği bu metin, destanın “Köketay Hannıng Ertegüsi” isimli kısa bir bölümüdür. 3390 mısradan ibarettir. 1861 yılında Çokan Velihanoğlu tarafından Rusça tercümesi yayımlanan bu derlemenin aslı, Velihanoğlu’nun ölümünden sonra uzun müddet bulunamamış nihayet 1964 yılında Alkey Margulan tarafından Leningrad Kütüphanesi arşivinde 1971 yılında bulunmuştur.
Manas Destanı’nın ilk tam derlemesi ise Türkolog Wilhelm Radlow tarafından yapılmıştır. W. Radlow’un derlediği Manas Destanı metni 12.454 mısradan oluşmaktadır. Bu metinde yer almayan “Çong Kazat” isimli bölüm ise, G. Almasy tarafından 1909 yılında kısa bir bölüm halinde derlenerek yayımlanmıştır.
Manasın 84 varyantı bulunur. Ancak bunların hepsi aynı seviyede değildir. Manas’ın esas varyantları, manasçılar Sagınbay Orozbakov, Sayakbay Karalaev, Sapak Irısmendeev, Bayımbet Abdırakmanov (Togolok Moldo), Bagıs Sazanov, M.Musulmankulov, I. Abdırakmanov, M. Çokmorov’dan kaydedilerek kağıda geçirilmiş varyantlarıdır. Şüphesiz bu varyantlar arasında, sadece hacim bakımından değil, sanatsal değer açısından da önemli farklılıklar mevcuttur.
Bu ilk derlemelerden sonra, XX. yüzyılda, Sagımbay Orazbakoğlu ve Sayakbay Karalaev isimli ünlü Manasçılardan, Manas Destanı’nın varyantları yayımlanırken, Ruslar tarafından müdahalede bulunularak Türklük ve İslamiyet ile ilgili kısımlar çıkarılmıştır. Bu yüzden, 1978-1982 yılları arasında yayımlanan Sagımbay Orazbakoğlu varyantı ile 1984-1990 yılları arasında yayımlanan Sayakbay Karalaev varyantları, W.Radlow tarafından derlenen metne göre çok daha zengin olmakla birlikte, sağlam metinler kabul edilemez.
Manas Destanı’na, Türkiye’de ilk defa dikkatleri çekenler ise Abdülkadir İnan, Fuad Köprülü ve Zeki Velîdî Togan olmuştur.
Büyüklüğü ve içine aldığı olaylar, hadiselerin çokluğu yönünden Manas Destanına denk gelebilecek dünyada bir başka eser yoktur. Hacim itibariyle eşsiz bir eser olan Manas, Homeros’un İlyada Destanı’nından 16 defa, Firdevsi’nin Şehname adlı destanından 2 ila 3 defa, Finlilerin Kalavela Destanı’ndan 10 defa, Mahabharatta’dan 2,5 defa daha büyüktür. Büyüklükleri dillere destan olan bu eserlerden kat kat geniş olan Manas, erişilemez bir değere sahiptir.
Manas Destanı’nda tanrı ve tanrılar kahramanların hayatına müdahale etmez; kendi aralarındaki çatışmaları insanlara yansıtmaz; kahramanın sahip olduğu güç, o şartlarda kişinin hayatını devam ettirebilmesi için sahip olmak zorunda olduğu güçten ibarettir. Bütün bu özellikleri dikkate alındığında, hem şimdiye kadar dünyanın en büyük destanı olarak kabul edilen destanlardan daha büyük hacmi, hem de evrensel insan davranışlarını yansıtması bakımından, Manas Destanı bütün dünya için de muazzam bir eserdir.
Asıl kahraman, destana da adını veren Manas’tır. Ayrıca Manas’ın oğlu Semetey ve torunu Seytek de destanın devamında asıl kahraman rolünü üstlenirler.
Ay ili güneşin
Kaynağından yaratılmış gibi,
Gök ile toprağın
Direğinden yaratılmış gibi,
Ay ile güneşin ortasından yaratılmış gibi,
Ay altındaki derenin
Dalgasından yaratılmış gibi,
Havadaki bulutların
Serinliğinden yaratılmış gibi,
Gökteki ayla güneşin
Parlaklığından yaratılmış gibi…
Manas Destanı, kahraman Manas‟ın doğumundan önce başlayarak, ölümü sonrasına dek müzikal öğelerle iç içedir. Farklı kaynaklardaki tüm alıntılar göz önüne alındığında, destanda toplam 183 müzikal öğe tespit edilmiştir. Destan boyunca Türk askeri müziği, Türk halk müziği ve Türk dini müziği konulu pek çok detaya yer verilmiştir.
Bugünkü gün yahşı gün
Zurna öttürünüz, çoram
Kereney çalınız, çoram!
Destanın UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındığı 4 Aralık tarihi, her yıl Manas Destanı Günü olarak kutlanır.
İki arkadaş tay gibi idiniz,
İki yaşlı kuzu gibi idiniz,
Denizleri beraber aşıp
Dağlardan beraber geçtiniz.
Manas’ın dediği olurdu
Beraber at sürerdiniz,
Yağma Manas ‘ta kalırdı
Yabancı kavimler yıktınız,
Şöhret Manas’ta kalırdı,
Manas’ın kırk yiğidi,
Kırkınız da birer efendi,
Kırkı da aynı su başında yaşardı…
Kaynak
Manas Destanı, Kırgız Türkçesi Metin-Türkiye Türkçesi Çeviri, Tanıtı, Tahlil, Eleştiri Bilge/Güz 6-1995, Manas Tipi Ve Günümüze Ulaşan Mesajlar, Manas Destan’ında Yer Alan Müzaikal Öğeler
Türk Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden Nazım Hikmet’in (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963) en sevilen aşk şiirlerini derledik.
Edward Cucuel, Woman Reclining By A Lake
Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin
sen ülkemin yaz geceleri gibisin
saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında
beni unutma
ah! saklı gülüm
sen hem zor hem güzelsin
şiirlerimin ılıklığında açılmalısın
sana burada veriyorum hayata ayrılan buseyi
sen memleketim kadar güzelsin
ve güzel kal
Edward Cucuel, Autumn Sun
Bir Genç Adama… Hakim Heraklit’e… Yıldızlara ve Aşka Dairdir…
Kadın
yakaladı genç adamı
elinden.
Genç adam
yakaladı kadını belinden.
Bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içine.
Sarktı ayakları gecenin içine…
Işıklı bir deniz dibi gibi
başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
Ayakları karanlık boşluklara sallanıyor..
Sallanıyor ayakları
sallanıyor ayakları…
……….. DUDAKLARI ……
Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım…
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
benden izin sana,
seeeeev
sevebildiğin kadar…
Edward Cucuel, At The Lake
Mürdüm eriği
çiçek açmıştır.
— ilkönce zerdali çiçek açar
mürdüm en sonra —
Sevgilim,
çimenin üzerine
diz üstü oturalım
karşı-be-karşı.
Hava lezzetli ve aydınlık
— fakat iyice ısınmadı daha —
çağlanın kabuğu
yemyeşil tüylüdür
henüz yumuşacık…
Bahtiyarız
yaşayabildiğimiz için.
Herhalde çoktan öldürülmüştük
sen Londra’da olsaydın
ben Tobruk’ta olsaydım, bir İngiliz şilebinde yahut…
Sevgilim,
ellerini koy dizlerine
— bileklerin kalın ve beyaz —
sol avucunu çevir :
gün ışığı avucunun içindedir
kayısı gibi…
Edward Cucuel, Sunny Spring Morning
Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya…
Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz…
Kadın erkeğe dedi ki:
– Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana…
Ve artık
biliyorum:
Toprağın
Yüzü güneşli bir ana gibi
En son, en güzel çocuğunu emzirdiğini…
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kâbil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak…
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak…
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere…
Kapandı bir pencere…
AYRILDILAR..
Edward Cucuel, Autumn Magic
Sessiz gözyaşın ve gülümsemen gülüm,
hıçkırıkların ve kahkahan gülüm.
pırıl pırıl beyaz dişli kahkahanın tekrarı.
Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı
kütüklerde salkımların
salkımlarda tanelerin
tanelerde aydınlığın,
aydınlıkta yüreğimin.
Edward Cucuel, Evening By The Lake
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Edward Cucuel, On The Ridge
Gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde
kayboluyorum…
Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin
Edward Cucuel, Sommer Traumerei
Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi
Seviyorum seni
denizi ilk defa uçakla geçer gibi
İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldayan birşeyler gibi
Seviyorum seni
Yaşıyoruz çok şükür der gibi.
Edward Cucuel, In the Sun
Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun.
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun.
Fakat ben seni böyle bir yemiş
ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine!..
Edward Cucuel, On The Dock
Henüz vakit varken, gülüm
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri
Volter rıhtımında dayayıp seni duvara
öpmeliyim ağzından
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam’a
çiçeğini seyretmeliyiz onun,
birden bana sarılmalısın, gülüm,
korkudan, hayretten, sevinçten
ve de sessiz sessiz ağlamalısın,
yıldızlar da çiselemeli,
incecikten bir yağmurla karışarak.
Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz
söğütlerin altından, gülüm,
ıslak salkım söğütlerin.
Paris’in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana,
en güzel, en yalansız,
sonra da ıslıkla bir şey çalarak
gebermeliyim bahtiyarlıktan
ve insanlara inanmalıyız.
Yukarda taştan evler,
girintisiz, çıkıntısız,
birbirine bitişik
ve duvarları ayışığından
ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor
ve karşı yakada Luvur
aydınlanmış ışıklarla
aydınlanmış bizim için
billur sarayımız…
Edward Cucuel, Breakfast
Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum…
—————
Hasretini, yokluğunu, sensizliği
bir ateş yanığı gibi öyle acıyla duydum ki yüreğimin etinde,
gitgide çoğalarak
gitgide derinden işleyerek
öyle dayanılmaz oldu ki bu
seni boğabilirdim senden kurtulmak için
çünkü seni o kadar seviyorum.
Edward Cucuel, Girl With Fur Coat
Kar kesti yolu
sen yoktun
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı
Gemiler geçmiyor
uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum, konuştum, konuştum
ağzımı açmadım
Sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
Edward Cucuel, Sleepy
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan ev..
Edward Cucuel, Young Girl With A Parasol
Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…
Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sarduya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak koyu bir karanlık…
Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya…
Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…
Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinde,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…
Edward Cucuel, East Wind
24 Eylül 1945
En güzel deniz
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür…
25 Eylül 1945
Saat 21.
Meydan yerinde kampana vurdu,
nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz:
8 yıl…
Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim,
yaşamak
seni sevmek gibi ciddi bir iştir…
1 Ekim 1945
Dağın üstünde
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı…
6 Ekim 1945
Bulutlar geçiyor, haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hala gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir: Piraye,
Piraye!.. diye…
27 Ekim 1945
Bir elmanın yarısı biz
yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
yarısı insanlarımız.
Bir elmanın yarısı sen
yarısı ben
ikimiz…
5 Kasım 1945
Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar…
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar…
Edward Cucuel, Quiet Hour
Ruhum
gözlerini yumuşacık yum
kucağımdaymışsın gibi bırak kendini
ninni,
uykunda unutma beni
ninni…
Gözlerini yumuşacık yum
yeşil ela gözlerini
ninni ruhum ninni
Sen yukarda yemişli dalların içindesin,
yeşil gözlerin güneş dolu,
dudakların bala bulanmış
ben ağacın dibindeyim,
bir ayağım çukurda…
Ben senden çok önce gideceğim,
sen bensiz kalacaksın ihtiyarlığında…
Edward Cucuel, Fragrant Summer
Sevgilim yalan söylersem sana
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
Seni seviyorum demek bahtiyarlığından
Sevgilim yalan yazarsam sana
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni
Sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
İki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
Ve göremesinler seni bir daha
Edward Cucuel, Girl In A Boat
Koynumda çırılçıplaksınız
Şehir, akşam ve sen
Aydınlığınız yüzüme vuruyor
Bir de saçlarınızın kokusu.
Bu çarpan yürek kimin
Sesleri soluklarımızın üstünde küt küt atan
Senin mi şehrin mi akşamın mı yoksa benimkisi mi?
Akşam nerde bitiyor nerde başlıyor şehir
Şehir nerde bitiyor sen nerde başlıyorsun
Ben nerde bitip nerde başlıyorum?
Edward Cucuel, Quiet Waters
Kimseler yapamaz senin resmini
Kıyıdan açılanın tanyerinden esenin
Aramasınlar seni renklerin atlıkarıncasında
Dayanmış tahta parmaklığa bir bağ taraçasında iklimler
Bizden en uzak gezegenin kederi
Aramasınlar seni uyaklarında ışıkla gölgenin
Sen oyunun dışındasın oylumların da yüzeylerin de
Bir yerlerde bir sevinç günün birinde fışkırır
Edward Cucuel, The Novel
uyandın gülüm
iskemleler uyandı
köşeden köşeye koşuştular
masa da öyle
doğrulup oturdu kilim
nakışları açıldı katmer katmer
ayna seher vakti gölü gibi uyandı
açtı kocaman mavi gözlerini pencereler
uyandı balkon
toparladı bacaklarını boşluktan
tüttü karşı damda bacalar
kaldırımlar akasyalar ötüştü
bulut uyandı
attı göğsündeki yıldızı odamıza
evin içinde dışında uyandı aydınlık
doldu saçlarına senin
dolandı çıplak beline ak ayaklarına senin
Edward Cucuel, Lady At The Lake
Yumdum gözlerimi
Karanlıkta sen varsın
Karanlıkta sırtüstü yatıyorsun
Karanlıkta bir altın üçgendir alnın ve bileklerin
Yumulu göz kapaklarımın içindesin sevdiceğim
Yumulu göz kapaklarımın içinde şarkılar
Şimdi orda herşey seninle başlıyor
Şimdi orda hiçbir şey yok senden önceme ait
Ve sana ait olmayan
Edward Cucuel, Wood Nymph
Sen esirliğim ve hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
Sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
Sen büyük, güzel ve muzaffer,
Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin.
Edward Cucuel, Yellow Parasol
Bir ağaç var içimde
fidesini getirmişim güneşten.
Salınır yaprakları ateş balıkları gibi
yemişleri kuşlar gibi ötüşür.
Yolcular füzelerden
çoktan indi içimdeki yıldıza.
Düşümde işittiğim dille konuşuyorlar,
komuta, böbürlenme, yalvarıp yakarma yok.
İçimde ak bir yol var.
Karıncalar buğday taneleriyle
bayram çığlıklarıyla kamyonlar gelir geçer
ama yasak, geçemez cenaze arabası
İçimde mis kokulu
kızıl bir gül gibi duruyor zaman.
Ama bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş,
çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil
Alfred Adler, orta sınıf bir Yahudi ailenin 2. çocuğu olarak 7 Şubat 1870 yılında Viyana yakınlarındaki Rudolfsheim köyünde dünyaya gelir. Dört erkek ve iki kız kardeşi vardır. Annesi Pauline ev hanımı, Babası Leopold ise Macaristan’dan gelmiş küçük burjuva bir Yahudi hububat tüccarıdır. Yaşamının daha ilk başlarında çeşitli hastalıklarla mücadele eder ve bu sebepten ötürü hem kendini kardeşlerinden hem de okuldaki akranlarından geride ve yetersiz hisseder. Raşitizm rahatsızlığından dolayı dört yaşına kadar yürüyemez; beş yaşında ise geçirdiği ağır bir zatürreden dolayı ölümle burun buruna gelir. Doktoru, Adler’in artık yaşama ihtimalini olmadığını belirtse de, yaşama tutunmayı yine de başarır. Çocukluğunun ilk beş yılında geçirdiği bu rahatsızlıklar, hayatı boyunca kişiliğini, ruhsal durumunu ve almış olduğu kararları etkileyecek; hayata bakışını şekillendirecektir.
Adler’in birçok erken dönem hatıraları ağabeyi Sigmund’un ne kadar sağlıklı, kendisinin ise ne kadar hastalıklı olduğu ile ilgili yapılan mutsuzluk verici kıyaslamalarla doludur. Adler’in çocukluk yıllarında bırakmaya çalıştığı ağabeyi onun için her zaman kıymetli bir rakip, hatta düşman olarak kalır ve ilerleyen yıllarda oldukça başarılı bir iş adamı olur. Daha dört yaşındayken hekim olacağını söyleyen Adler’in erkenden böyle bir karara varmasında öncelikle yanı başında yatağında ölen erkek kardeşinin üzerinde bıraktığı etkiden, ikincisi annesinin süren hastalıklarını iyileştirme arzusundan, üçüncü sebep olarak da bizzat kendi rahatsızlıklarından kaynaklanmış olması muhtemeldir.
Çocukluğu Viyana’nın Penzig denilen yerinde geçer. İnsanları tanıyabilmesinin esasen sokak çocukluğundan gelmesinden kaynaklandığını daima söyler, asla inkar etmez. Sürekli olarak kendisini annesine kabul ettirme uğraşı verir ancak annesi tarafından reddedildiği hissine kapılır. Yaşamı boyunca güvene dayalı bir ilişki geliştirdiği, kendine yakın hissettiği kişi babasıdır. Babasıyla çok yakındırlar ve birlikte Viyana ormanlarında yürürlerken defalarca söylediği “Alfred, hiç birşeye inanma” sözünü asla aklından çıkarmaz.
Eğitim hayatının ilk yıllarında okula adapte olmada ve başarı göstermede güçlük yaşar. Bir hocasının babasına oğlunun başarısız olduğunu ve okulu bitirebileceğine dair şüpheleri olduğu, bu yüzden kendisini okuldan alarak bir ayakkabı tamircisinin yanına çırak olarak vermesini tavsiye ettiğini hatırlar. Babası hocaya karşı çıkar ve seçeceği mesleğe Adler’in karar vereceğini belirtir.
Lisedeki matematik öğretmeninin ona artık ödev yapmasının bir gereği olmadığını ve daha fazla sinirlenmemek için bir daha ona soru sormayacağını belirtmesi üzerine Adler bu duruma karşı bir tepki olarak dersleri daha çok dikkatle dinlemeye başlar ve çalışmaya başlar. Daha sonraki derslerde gösterdiği azim ve başarı ile Adler matematik dersinde sınıfının en iyisi olur. “Yaşamlar İlgili Sorunlar” kitabında bu olaydan sonra kendine hep “kendine bir sınır koymamak şartıyla, her insan her şeyi yapabilir” düşüncesi eşlik ettiğini belirtir.
Alfred Adler sağda
Viyana Tıp Fakültesi’ni 1895 yılında bitirince, hekim olma hedefine ulaşır. Babası Macaristan doğumlu olduğundan, Adler de Macar vatandaşı sayılır ve bu yüzden Macaristan’da askerlik görevini yerine getirmesi gerekir. Tıp fakültesinden mezun olur olmaz askerlik görevini tamamlayarak, uzmanlık eğitimi için tekrar Viyana’ya döner.
1898 yılında 28 yaşındayken, terzilerin sağlık şartlarıyla ilgili olan ilk kitabını yazar. Bu kitapta ilerde düşünce yapısının temelleri olacak ilkelerini öne sürer; bunlar insanı dürtülerinin ve güdülerinin toplamı olarak değerlendirmek yerine, ona bir bütün olarak bakmanın gerekliliği, fiziksel özellikleri dışında çevresiyle olan ilişkisi ve doğuştan gelen yetilerinin de farkında olması sayılabilir.
Alfred Adler ve Eşi Raissa Epstien
1911 yılında Avusturya vatandaşı olur. Öncelikle göz hastalıkları konusunda uzmanlaşmaya karar verir ancak, insanın bütününe olan merakı genel tıbba yönelmesine sebep olur. Pratisyen hekim olarak çalıştığı ilk yıllarında, kişinin bütününe yoğun bir ilgi göstererek, hastalık durumuna tüm kişiliğin yansıması olarak bakarak hastalıkların fiziksel, psikolojik ve sosyal yönlerinin bir bütün oluşturduğuna dikkat eder. Bir bütün olarak insana ilgisi, psikiyatri çalışmalarına yönlendirmekle birlikte, genel tıbba olan ilgisi hiçbir zaman azalmaz. Ancak, bu durum, Sigmund Freud’un dikkatini çeker.
Freud ile ilk defa 1899 yılında, Adler Freud’dan bir kadın hastası için konsültasyon istediğinde tanışırlar. İkinci görüşmeler ise, 1902 de Freud, Adler ve diğer üç Viyanalı hekimi evine psikoloji ve nöropatoloji tartışmaya davet ettiğinde gerçekleşir. Freud’un Rüya Yorumları kitabını beğenen ender hekimlerden biri olarak, Freud’dan her hafta kendi evinde toplanılarak psikopatolojideki yeni bakışların konuşulduğu toplantılara katılması için el yazısı ile yazılmış davetiye alır. O zamanlarda Adler zaten fiziksel özürleri olan hastalar hakkında materyal toplamaya başlamış ve onların organik ve psikolojik reaksiyonları üzerinde çalışmaktaydı.
Bu grup, 1908 yılına kadar Çarşamba Psikoloji Topluluğu olarak bilinir, sonra Viyana Psikanalitik Topluluğu’nu oluştururlar. Başlarda Freud yöneticilik yapıyorduysa da; Adler, Freud’u hiçbir zaman akıl hocası olarak görmez. Kendisinin ve diğerlerinin psikanalize Freud tarafından da kabul görecek katkılarda bulunabileceklerine inanır. Her ne kadar Adler, Freud’un yakınında olsa da, hiçbir zaman sıcak bir ilişkileri olmaz.
Adler sıkı bir feminist ve sosyalist olan Raissa Epstien ile 1897 yılında evlenir. Kendisi de üniversite yıllarında Sosyalizm ve Marksizm’den etkilenmiş; eşitlik, demokrasi, toplum ve işbirliği gibi kavramlar oluşturduğu Bireysel Psikoloji ekolünde önemli kavramlar olarak yer alır.
Alfred Adler
Adler’in çocukluk yıllarında hastalıklara karşı vermiş olduğu mücadeleler, kardeşleri ile olan mücadelesi, annesinin takdirini kazanma çabası ve akademik alandaki deneyimleri ileriki yıllarda oluşturacağı Bireysel Psikoloji kuramının temel taşları olan aşağılık ve üstünlük kompleksi, doğum sırası, yaşam stili ve yaşam hedefi gibi kavramların temelini oluşturur. Neredeyse çocukluğunun tamamı hastalıklara bağlı fiziksel yetersizliklerle mücadele ile geçer ve eğitim hayatı boyunca da başarısız olarak atfedilir ve bu sebeple de kendisinde bir aşağılık kompleksi oluşur. Aşağılık kompleksinden kurtulmak için kendisine belirlediği yaşam biçimi ise üstünlük hedefi olarak ortaya çıkar.
Eşi Raissa Adler ve çocukları: Valentine, Alexandra, Kurt, Cornelia Nelly, 1914
Adlerien psikoloji ya da bireysel psikoloji, Sigmund Freud’un ortaya attığı insan doğasının katılığı ve değişmezliğine karşı çıkmaktadır. Adler, bireyin kendi yaşamının ustası olduğunu savunmuştur. Bireyin kendi iradesi ile yaşamının hedeflerine yönelmesi, bilinçli olarak davranışlarda bulunması onun bir kader kurbanı olmadığını, kendi yaşamını şekillendirme ve yönetme gücüne sahip olduğunu vurgular. Kişiliği id, ego, süper ego gibi parçalara bölerek ele alan Sigmund Freud’un aksine Alfred Adler, kişiliği bir bütün olarak ele alır. Kişiliğin ancak bütüncül ve sistematik bir bakış açısı ile anlaşılabileceğini savunan Adler aynı zamanda kişilik oluşumunda soyaçekimi (kalıtım) de reddeder. Kalıtımın kişilik üzerinde bir etkisinin olduğu kabul edilir fakat bir yapı taşıdır. Kişiliği şekillendiren kalıtımsal özelliklerin üzerine işlenen çevresel faktörlerdir (ebeveyn ilişkileri, yetiştirilme tarzı, sosyo-ekonomik durum vb.). Kişiliğe bütüncül olarak bakmak hem kalıtımsal hem de çevresel özellikleri birlikte ele almaktan geçmektedir.
Alfred Adler
Adler, bilinç ve bilinçdışı kavramlarını kullanmanın doğru olmadığını öne sürer. Bilinç ve bilinçdışı aynı yönü göstermektedir ve birbirleri arasında herhangi bir karşıtlık durumu yoktur. Bireyin davranışlarını bilinç veya bilinçdışı değil davranışa neden olan amaç ve hedefler belirlemektedir. Adler, insanı anlamanın yolunun insan varlığını bir birlik ve bütünlük içerisinde kabul etmekten geçtiğini ifade eder.
İnsanın birlik ve bütünlüğünü oluşturan ve bireyin davranışlarını anlamada bakılması gereken en önemli nokta bireyin içinde yaşadığı sosyal çevredir. Adler, insanı sosyal bir varlık olarak tanımlamaktadır. İnsan varoluşunu ancak diğer insanlarla etkileşim içerisine girerek anlamlandırır. Birey yaşadığı topluma ve kültüre bir şekilde katkı sağlayıp ait hissetme uğraşı içerisindedir. Doğuştan gelen toplum duygusu bireyi sosyal anlamda diğer bireylerle ilişki içerisine sokar. Bireyin kişiliğini analiz etmede ve davranışlarının nedenini anlamada bireyin içinde yaşadığı sosyal çevre büyük ipucu verir. Bireyin sağlıklı bir ruh haline sahip olabilmesi için topluma uyum sağlayabilmesi, topluma katkıda bulunabilmesi hem de kendini bulunduğu sosyal bağlam içerisinde güvende hissetmesi önemlidir. Toplumdaki nevrotik bireyler toplumun gerçeklerine uyum sağlayamazken sağlıklı bir kişiliğe sahip olanlar toplumun getirilerine ayak uydurmayı başarmış kişilerdir.
Alfred Adler, kızı Alexandra Adler ve Bayan Hitz-Bay,İsviçre, 1927
Adler’in ortaya attığı bireysel psikoloji kuramı, Sigmund Freud’un psikanaliz kuramının aksine bireyin gelişim ve değişimine vurgu yapar. Adler her bireyin yaşamında bir amacının olduğunu ve bu amaca yönelik bilinçli ve amacına yönelik davranışlar sergilediğini vurgular. Bireyin yaşamının özü kendisine belirlediği yaşam hedefleri oluşturmaktadır. Bireyin kendisinde amacına ulaşma ve yaratma potansiyeli mevcuttur. Bireyin davranışa geçmesini sağlayan etmen güdüler değil gelecek odaklı hedefleridir.
Yaşam hedefi çocukluğun ilk 5 ile 6 yılı arasında şekillenmekte ve oluşan yaşam hedefi, bireyin dünyayı anlamlandırması, algılaması ve yorumlamasında etkilidir. Bireyin benliği yine yaşamının ilk 6 yılında şekillenirken aile ortamı, doğum sırası ve bireyin dünyayı algısı benliğin şekillenmesinde etkili olur. Benlik, oluşturduğu yaşam stili içerisinde yaşam hedefine yönelik amaçlı davranışlarda bulunarak güçlenmektedir. Bireysel psikoloji ise bireyin hedefi doğrultusunda yerine getirmesi gereken davranışları keşfetmesinde, hatalı davranışların farkına varıp düzeltmede ve sosyal çevresine uyum sağlamasında yardımcı olmaktadır.
Alfred Adler
Bireysel Psikolojinin Temel Kavramları
1. Sosyal İlgi (Toplum Duygusu): Sosyal ilgi kavramı bireysel psikoloji kuramının en önemli kavramlarından biridir. Sosyal ilgi, toplumsal duygu veya sosyal duygu olarak da ifade edilmektedir. Doğuştan getirilen sosyal ilgi, topluma olumlu yönde katkıda bulunmak ve tüm insanları değerli görmekle ilgilidir. Sosyal ilgi düzeyi yüksek olan bireyler dünyanı daha güzel ve yaşanabilir bir yer haline getirme gayretindedir. Sadece insanları değerli görmeyi kapsamayan sosyal ilgi kavramı aynı zamanda diğer tüm canlıları da kapsamaktadır. Sosyal ilgi düzeyi yüksek olan bireyler çevresine ve diğer insanlara bağlılık hisseder, sosyalleşmede, insanları sevmede ve insanlara güvenmede, meslek edinmede ve meslekte ilerlemede çok büyük zorluklar çekmezler. Adler sosyal ilgiyi “başkasının gözü ile görmek, başkasının kulağı ile duymak, başkasının kalbiyle hissetmek” olarak açıklamıştır. Sosyal ilgi günlük yaşamda karşılaşılan sorunları aktif ve dinamik bir şekilde çözümlemede bireye katkı sağlar. Sosyal ilgi düzeyi yükseldikçe bireyin sorunlar karşısında başa çıkma kaynakları da aynı şekilde fazlalaşır.
2.Yaşam Stili: Bireyler yaşamlarının çocukluk döneminden itibaren çeşitli sorunlarla karşılaşmaktadır. Bu sorunlarla başa çıkmak için her birey kendine özgü yollar geliştirmektedir. Bu yollardan biri de yaşam stilidir. Her birey hem kendisi hem de çevresi hakkındaki algısı, yorumu ve çıkarımı sonucu kendisine özgü bir yaşam stili oluşturmaktadır. Yaşam stili bireyin dünya görüşünü, benlik algısını ve yaşam stratejilerini içeren benliğin bir bütünüdür.
Yaşam stili çocukluğun ilk 5 ile 6 yaşları civarında şekillenmektedir. Bir bireyin yaşam stilini anlayabilmek için ilk çocukluk yıllarındaki aile içi ilişkilere ve doğum sırasına bakmak gereklidir. Yaşam stili bireyin kendisi ve diğerleri hakkındaki bilgilerinin düzenlenmiş hali ve bireyin hayattaki amaçlarını gerçekleştirebilmek için davranışlarını içeren bir yapıdır. Yaşam stili davranışların tutarlı ve hedefe yönelik olmasını sağlamaktadır. Yaşam stili esnek olan bireyler hayatta karşılaştıkları problemlere yaratıcı çözümler bulan, alternatif yollar geliştiren ve yaşamını zenginleştirebilen kişilerdir. Adler, insanın yaratma gücüne vurgu yaparak yaşam stili hayatın ilk 6 yılı içerisinde şekillense bile daha sonraları bireyin davranışlarını değiştirme, seçme ve geliştirme imkânının olduğunu öne sürmektedir. Yaşam stilini asıl olarak inşa eden bireyin kendisidir. Birey yaşamındaki seçimleri ve davranışları yaşam stiline bütünlük kazandırmaktadır.
3. Aşağılık Ve Üstünlük Kompleksi: Aşağılık duygusu, bireyin dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren var olan, bir ihtiyacı gidermeye yönelik gücün olmadığı durumlarda ortaya çıkan ve bireyi bu eksikliği telafi etmek için harekete geçiren pozitif yönde güdüleyici bir duygudur. Bireysel psikoloji kuramı bireylerin doğumundan itibaren yoğun eksiklik duyguları yaşadıklarını öne sürmektedir. Sağlıklı bireylerin yaşamlarındaki öncelikli hedefi bu eksiklik duygusunu telafi etmek ve mükemmele ulaşmaktır. Aşağılık duygusu normal ölçütlerde sağlıklı bir kişilik yapısının göstergesidir. Bireylerin eksikliklerini fark edip kapatmaya çalışmalarına yönelik bir gelişim imkanı sunmaktadır. Eksikliklerin yarattığı aşağılık duygusundan kurtulabilmek için bireyler üstünlük gösterme çabasına girmektedir. Yetersiz olunan durumların giderilmesi amacıyla birey kendisini geliştirme gayreti içine girer. Yetersizlik duygusu normal şartlarda bir patoloji veya anormallik göstergesi değildir.
Adler’e göre insan olabilmek kendini aşağılık hissetmekle başlamaktadır. Ruhsal yönden sağlıklı kişiler eksikliklerini görüp onları gidermeye çalışır. Aşağılık duygusu eksikliklerin telafi edilip giderilmesi için sağlıklı bireyler açısından itici bir güç olarak ortaya çıkar. Aşağılık duygusu bireylerin yaratıcı, üretken ve enerjik olmasını sağlamaktadır. Aşağılık duygusunun ortaya çıkardığı üstünlük duygusu kişisel bir güç kaynağı olmaktadır. Aşağılık ve üstünlük duygusu birbirlerinin dengeleyicisi ve tamamlayıcısı olarak sağlıklı bireylerde yer edinir. Adler, bireylerin mevcut durumlarında yetersiz bir şeyler olduğunu hissettikleri zaman üstün olmaya ve başarı kazanmaya çalıştıklarını ifade etmektedir. Bireyin geçmişi hissettiği aşağılık duygusu ile ortaya çıkarken geleceği ise ulaşmaya çalıştığı üstünlük hedefi ile şekillenmektedir.
Alfred Adler, Leonhard Seif, 1925
4. Kurgusal Üstünlük Hedefi Ve Yaratıcı Benlik: Birey kendi bilişsel şemasına uygun olarak seçimlerde ve davranışlarda bulunmaktadır. Olaylar karşısında bireyler kendi öznel düşüncelerini, fikirlerini ve kararlarını oluşturmada yeteneklidir. İnsan kendi yaşamının bir mimarı olarak kendi hayatında aktif rol oynamaktadır. Adler’e göre insan sadece uyarıcıya tepki üreten otomatik bir varlık değil kendi inançlarını oluşturabilen bir varlıktır. Birey kendi bilişsel şemasına uygun olarak geliştirdiği inançlar ile hayata bakış açısını geliştirir. Yani bireyin zihinde dünyanın kendisine dair bir öznel yorumu mevcuttur. Bireysel psikolojide bireyin dünyaya bakış açısı “yaşam stili” olarak adlandırılırken insanın bu yaratma gücüne verilen ad ise “yaratıcı benlik”tir.
Yaratıcı benlik sayesinde insan kendi özel yaşam hedefini oluşturmaktadır. Yaşam hedefi sayesinde bireylerin davranışları tutarlılık kazanırken aynı zamanda kişiliği de bütünleşmektedir. Bireyin yaşama eksiden başladığı ve artıya ulaşma çabası içerisinde olduğunu belirten Adler, her bireyin yaşamında kendine özel bir yaşam hedefi olduğunu belirtmiştir. İnsan doğası gereği amaçlı davranışlar sergilemekte ve bir hedefe yönelik ilerlemektedir. Bireysel psikolojide bireyin kendisine belirlemiş olduğu yaşam hedefine ulaşma yolundaki çabası “kurgusal finalizm” olarak adlandırılmaktadır. Aşağılık olarak dünyaya gözlerini açan insan mükemmele ulaşma yolunda ilerleyen yaratıcı güce sahip bir varlıktır. İnsanı tüm yönleriyle tanımak için ise kendisini mükemmele ulaştıracak olan yaşam hedefini anlamak gereklidir.
Alfred Adler
5. Doğum Sırası Ve Kardeş İlişkileri: Adler kişilik gelişiminde ebeveyn tutumunun ve aile içerisindeki doğum sırasının önemine vurgu yapan ilk kuramcılardandır. Adler, bireylerin aynı aile içerisinde dünyaya gelseler dahi kendilerini konumlandırdıkları psikolojik doğum sırasına göre kişiliklerinin farklılaşabileceğini öne sürmektedir. Biyolojik doğum sırasından ziyade asıl olarak kişiliğe etki eden bireyin aile içerisinde kendini konumlandırdığı doğum sırasıdır yani psikolojik doğum sırası. Kardeşler arasında ebeveyn ilgisini üzerine çekme, güç kazanma ve başarı elde etmeye yönelik psikolojik bir savaşın olduğunu öne süren Adler, bu savaşın etkilerinin bireylerin yetişkinlik dönemindeki tutum, davranış ve düşüncelerine yansıdığını belirtmektedir.
Alfred Adler
İlk Çocuk: Ailede ilk çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte bir stres ve telaş yaşanmaktadır. Bu durumun sebebi ebeveynlerin ilk kez çocuk sahibi oluyor olması ve çocuğa yönelik nasıl davranacağını bilmemeden kaynaklanmaktadır. İlk çocuğa karşı ebeveynler genel olarak daha titiz davranmaktadırlar. Sürekli olarak ilgi aile içerisinde çocuğun üzerindedir. Çocuğa hep en iyisini sunmaya çalışan ebeveynler için yaşamın merkezidir. Çocuğa karşı böyle bir ebeveyn tutumunun sonucu olarak ilk çocuklar genellikle şımarık bir şekilde yetiştirilmektedir. İlk çocuğun el üstünde tutulma durumu ikinci bir çocuğun aileye katılımına kadar devam etmektedir. İkinci çocuk aileye katıldığı zaman eğer ilk çocuk üç yaşından daha büyükse kardeşini benimsemesi ve kabullenmesi daha kolay olacaktır çünkü çocuk o yaşa kadar kendi yaşam stilini oluşturmuş ve yaşamının merkezine kendisini koyabilmiştir.
İkinci Çocuk: Aileye ikinci çocuğun katılımı ile önemli ölçüde değişiklikler meydana gelmektedir. İkinci çocuk dünyaya gözlerini açar açmaz bir rekabetin içine girmektedir. İlk çocuğun kendisini bir rakip olarak görmesiyle bir mücadele ortamı içerisinde yetişmektedir. Bu rekabet ilk çocuğun ebeveyn ilgisini kendisinde tutmaya çabalaması ve ikinci çocuğun da bu ilgiyi kendi üzerine almaya çalışmasıdır. Ebeveyn ilgisi üzerinden başlaya bu rekabet kardeşlerin ileriki yaşamlarında da açık olmasa bile kendisini göstermektedir. İkinci çocuk sürekli olarak ilk çocuğun göstermiş olduğu başarıdan daha büyük bir başarı göstermenin stresi ile yaşamaktadır. Bu nedenle ikinci çocuklar genel olarak hırslı ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmaktadır.
En Küçük Çocuk: Ailedeki en küçük çocuk en çok üzerine titrenen, en gözde ve en şımarık yetiştirilen çocuğudur. En küçük çocuğun konumu aile içerisinde hep aynı kalmaktadır, yani bu çocuklar ailenin hiç büyümeyen çocuğudur. En küçük ve en güçsüz olma durumu çocuk üzerinde aşağılık kompleksinin gelişmesine neden olabilmektedir. Çevresindeki herkes kendisinden daha büyük ve güçlü olduğu için sürekli olarak bir yetersizlik duygusu yaşamaktadır. Yaşamının ileriki dönemlerinde de bir başkasına muhtaç, kendi yaşamının sorumluluğunu alamayan, yanlış bir yaşam hedefi oluşturabilmesi muhtemel olan bireylerdir.
Tek Çocuk: Aile içerisinde tek çocuk olarak yetişen bireyler ebeveynlerin ilgi ve dikkatini uzun süreli olarak çekmektedir. Şımartılma ihtimalleri çok yüksek olan tek çocuklar yaşamlarının ileriki dönemlerinde de diğerlerine bağımlı bir tutum geliştirmektedir. Yoğun bir ilginin sonucu olarak şişirilmiş bir benlik algısına ve yoğun bir üstünlük duygusuna sahip olabilmektedirler. Narsist kişilik eğilimi sergilemeleri muhtemel olan tek çocuklar kişilerarası ilişkilerde ve sosyal çevreye uyumda büyük problemlerle karşılaşabilmektedir.
Alfred Adler
Adler’in insanı konu alan bilimler için taşıdığı önem hala tartışma konusudur. Talebelerinden bir grup vardır ki, Adler’e asla bir derinlik psikoloğu gözüyle bakmaz; nitekim Adler de kendisinin hiçbir zaman böyle biri olduğunu söylemez. Bazıları da, Adler’in talebesi olmamalarına rağmen Adler’i Freud-Adler-Jung sac ayağını oluşturan psikiyatrlardan biri sayar. Adler’i ilk hakiki “varoluşçu psikolog” olarak göstermek de yanlış olmaz. Çünkü V. E. Frankl’ın varoluşçu çözümlemesi Adler’in öğretisinin bir uzantısıydı; ayrıca Adler’in çok ateşli bir okuyucusu olan Sartre’nin insanı, Adler’in nörotik karakteri’nin genişletilip bir insan haline dönüştürülmesiydi”. “Hayat bize bağışlanılmış olarak değil, bir yükümlülük olarak verilmiştir” sözü Adler’in düşüncelerini çok güzel özetler.
Müzik, sanat ve edebiyata yoğun ilgisi bulunan Adler, çalışmalarında masallardan, İncil’den, Shakespeare’den, Goethe’den ve birçok diğer edebî çalışmalardan örnekler alır. Eğlenceyi, kalabalıkları seven, yemeğe düşkün, sıcak ve candan bir kişiliğe sahip olan Adler, kendisini sıradan insanla özdeşleştirir. Dönemindeki psikiyatrlardan farklı olarak, hastalarının çoğu alt ve orta sınıf insanlardan gelmektedir. İnsanlığın durumuna iyimser bakar. Dostlukları zedelemeyen rekabetçi bir tarafı vardır. Freud’dan çok farklı olarak, her iki cinsiyetin eşitliğine yoğun bir şekilde inanır ve kadın hakları savaşını destekler.
İnsan Tabiatını Anlamak kitabı, Viyana Üniversitesindeki Yetişkin Eğitiminde verilen dersleri ihtiva eder ve hâlâ Amerikan liselerinde okunması gereken kitaplar listesinde yer alır.
“İnsan ancak içerisinde bulunduğu hayat şartlarını kabul ettiği zaman mutluluğa ulaşabilir; kaçınılması mümkün olmayan bu gerçek şartlar bir yana itildiği zaman ise, insan sevince ve mutluluğa götüren bütün yolları kendine kapatmış olur ve başkaları için bir hoşnutluk ve mutluluk vesilesi olan her şeyde başarısızlığa uğrar.” (İnsan Tabiatını Anlamak)
Alfred Adler, 1937 yılı başlarında Moskova’da ortadan kaybolan kızı Valentine ile meşgul olduğu günlerde, Hollanda’da verdiği bir konferansta göğsünde ağrılar hisseder. Hekimin dinlenmesi gerektiği yönündeki tavsiyesini dinlemez ve İskoçya Aberdeen’e gider. 28 Mayıs 1937’de İskoçya’da kalp krizi sonucu hayatını kaybeder.
Kaynak
Alfred Adler ve Bireysel Psikoloji, Çocukluğu: Hayatı: Alfred Adler Ve Bireysel Psikoloji, Bireysel, Sosyal Ve Siklotimik Bir Adam: Alfred Adler
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.