34,2770$% 0.1
37,7103€% 0.28
2.909,54%0,01
4.962,00%-0,04
19.785,00%-0,03
Charles Dickens’tan Leo Tolstoy’a dek pek çok yazarın sıradışı ve sansürsüz profilini sunan Büyük Yazarların Gizli Hayatları isimli kitaptan Dünya Edebiyatı’nın önemli yazarlarının hayatlarına dair ilginç bilgileri sizler için derledik.
“Derin biri değilim” demişti Honoré de Balzac bir zamanlar, “ama hayli genişim”. Bu sözleriyle kendi fiziksel görünümüyle mi, yoksa eserlerinin entelektüel çapıyla mı dalga geçiyordu bilinmez. Ancak Balzac’ın büyük romancılar arasında en şişmanı olduğuna hiç şüphe yok. Doymak bilmez iştahı, eksantrik giyimi ve kaba saba tavırlarıyla meşhurdu. Yemeğini doğrudan bıçağıyla alıp yer, çiğnerken etrafa parçalar sıçratırdı.
İnsanlar onun kişisel alışkanlıkları hakkında ne düşünürse düşünsün, kimse Balzac’tan dünyanın en büyük romancılarından biri sıfatını esirgemez. Önemli eseri İnsanlık Komedyası, Napolyon sonrası Fransız toplumunun pek çok katmanını yakından gözlemlemeye ayrılmış bir hayatın ürünüydü. Balzac, önceleri tragedya yazarı olmak istiyordu. Ne var ki Balzac’ın Oliver Cromwell’in yaşamını anlatan oyununu okuyan bir üniversite profesörü, Balzac’ın annesine, oğlunun edebiyat dışında bir kariyer edinmesi gerektiğini söyler. Gözü korkmayan Balzac yoluna devam eder.
1822’de beş roman birden bitirir. İmza olarak isminden üretilmiş bir anagramı Lord R’Hoone’yi kullanır. Üstünde keşiş cüppesi ve içtiği bol miktarda kahveyle artık günün on beş saatini yazarak geçirmeye başlamıştır. Balzac’ın kullanmadığı tek uyarıcı tütündü. Tütünün kuvvetten düşürdüğünü düşünüyordu. Balzac partilere katılarak romanları için malzeme de topluyordu.
Günde yaklaşık elli adet kahve içiyordu. Kahvesini pişirilmiş halde önüne getirtemediği zamanlarda, bir avuç çekirdeği öğütüp ağzına atıyordu. “Kahve benim hayatımda muazzam bir güç kaynağı” diye itirafta bulunmuştu Balzac. “Üstümde muazzam etkileri olduğunu gözlemledim.” Ancak aşırı miktarda tükettiği koyu kıvamlı kahve çeşitli sağlık sorunları yaratır. Yaşam tarzı, beslenme şekli Balzac’ın henüz elli bir yaşında gelen erken ölümünün başlıca nedeni olur. Dağınık görünümü ve hijyen konusundaki kayıtsızlığına rağmen, kadınlarla arası bir hayli iyiydi. Tüm bunların yanında kazandığı bütün parayı da harcar. Bir aristokrat gibi yaşaması gerektiğine inanan Balzac, bu yanılgısını mütevazı geliri ile bir türlü uyuşturamaz ve borçtan hiç kurtulamaz.
Tekinsiz öyküleri ve özgün atmosferli şiirleriyle karanlık kurmacanın babası olan Edgar Allan Poe, H. P. Lovecraft ve Stephen King’e giden yolu açan kişidir. İlginçtir, karanlıktan korkardı, boşuna değildi karanlıktan korkması, zira kendisi eğitimini bir mezarlıkta almıştı. Poe’nun İngiltere’de gittiği yatılı okulun sınıfı mezarlığa bakıyordu. Okul müdürü, matematik derslerini dışarıda ölüler arasında verirdi. Çocukların her birinden bir mezar taşı seçmesini, sonra da ölüm tarihinden doğum tarihini çıkararak ölünün yaşını bulmasını isterdi. Beden dersinde ise her öğrenciye küçük bir tahta kürek verilir, ölen bir cemaat üyesi varsa çocuklar dışarı mezar kazmaya gönderilir, böylece vücudu canlandırıcı bir etkinlik yaptırılmış olurdu.
Üç yaşında öksüz kalan Poe, John ve Francis Allan isimli varlıklı bir çift tarafından Richmond, Virginia’da yetiştirildi. Ancak, evlat edinilmedi, çünkü kibirli John Allan, tertemiz aile ağacının, teatral gösterilerde yer alan bir anne-babanın oğlu tarafından lekelenmesini istemiyordu. Buna rağmen Poe, üvey babasının soyadını göbek adı olarak kullandı. Sevgi dışında, John Allan’ın üvey oğluna vermeyi başaramadığı bir diğer şey de paraydı. Mahrumiyet gerçekten de Poe’nun kısa ömrünün alamet-i farikasıydı. Poe, Virginia Üniversitesi’ndeyken, alkolü de içeren ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kumar borcuna girdi. 1830’da West Point Harp Akademisi’ne girdiğinde Poe, vaktinin çoğunu içki içerek ve ordudan atılmanın yollarını hayal ederek geçirdi. Sonunda Ocak 1831’de muradına erdi. Poe, West Point’e giden ve oradan atılan tek büyük Amerikalı yazar olma niteliğini bugün dahi korur.
Edgar Allan Poe’nun, sınıf arkadaşlarından birinin yazdıklarına bakılırsa, içkiye olan tutkusu en az oyun kağıtlarına olan tutkusu kadar belirgindi. West Point’teyken öyle zayıf ve yaşlı görünürdü ki, Harbiyeliler Poe’nun yerine üvey babasının geçtiği yönünde espriler yapardı. John Allan, sonunda Poe’nun sefahat düşkünlüğünden öylesine bunaldı ki, onu evlatlıktan reddetti. Hem paradan hem de aileden yoksun kalan Poe, Baltimore’da yaşayan halası Maria Clemm’in yanına taşındı. Aynı zamanda dergilere kısa öyküler de yazmaya başladı.
1836’da 27 yaşındayken, halasının kızı, 13 yaşındaki Virginia ile evlendi. Çift evlendikten sonra sık sık yer değiştirdi. Poe hep alacaklılarının bir adım önünde, alkoliklikten bir şişe uzaktaydı. Tam kariyeri toparlanmaya başladığı sırada, karısı tüberküloza yakalandı ve öldü. Poe’nun hayatı gerçekten de bir kabus gibiydi ve kabuslara yaraşır bir şekilde de son buldu. 1849 Eylül’ünün sonunda New York’a yaptığı bir yolculuk sırasında Baltimore’a uğrayan Poe, beş gün boyunca kayıplara karıştı. Sonunda bir İrlanda tavernasının önünde, dut gibi sarhoş ve şuursuz halde, üstünde başkasına ait eski püskü giysilerle bulundu. Washington College Hastanesi’ne yatırılan sanrılar içindeki şair, sonraki iki günü Reynolds diye bir adamın ismini sayıklayarak geçirdi ve hekimine beynini patlatması için yalvardı ve 7 Ekim 1849’da öldü.
Söz konusu beş kayıp gün boyunca neler olduğunu kimse bilmiyor. Kanıtlara bakılırsa seçim için kiralanan gizli bir çetenin eline düştü, bolca içki içirildi ve Baltimore belediye başkanlık seçimlerinde oy sandığında hile yapmaya zorlandı. Nedeni her ne olursa olsun, Poe’nun ölümü son derece nahoştu, tıpkı ilk biyografi yazarı tarafından kurgulanan kötü şöhreti gibi. Söz konusu biyografi yazarı, eserleri bir defasında Poe tarafından yerildiği için gücenen Rufus Griswold adlı editördü. Griswold, 1850 tarihli biyografi yazısında, Poe’yu kendi halasıyla ensest ilişkiye giren, uyuşturucu bağımlısı, dejenere biri olarak tasvir etmişti. Bunların tümü yanlış, ucuz, ölenle hesaplaşma amaçlı sözlerdi, ama edebi camianın (Fransızların da yardımıyla) Poe’yu büyük Amerikan yazarları mabetine kabul etmesi onlarca yıl aldı.
Oda kapımın üstünde, Pallas’ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak – hiçbir zaman!
Poe, Kuzgun ile gurur duyar, onu gelmiş geçmiş tüm şiirlerin en iyisi diye adlandırırdı. Ancak telif hakkı yasası konusundaki cehaletinden dolayı, bu eserden neredeyse hiç para kazanamadı. Poe’nun ünlü kuzgununun ilham kaynağı aslında İngiliz yazar Charles Dickens’ın evcil hayvanıydı. Dickens’ın geveze kuşu, yazarın gizemli roman serisi Barnaby Rudge’da bir karakter olarak karşımıza çıkar. Poe, bu eseri 1841’de okur, Dickens ile Poe 1842’de ilk ve son defa buluştuklarında, sevilen kuş yeni ölmüştür. Poe ise o gece evine döner ve bir süre önce bir kenara kaldırdığı Lenore’a adlı şiirine, uğursuz laflar eden bir kuzgun ekler. Lenore ismi, meşum kara kuşun ünlü mantrası haline gelen Never more (Bir daha asla) sözü ile kusursuz bir kafiye oluşturur.
Charles Dickens’ın çocukluğu zorluklar içinde geçer. Kendisi de bir çocuk işçiydi, böylesi bir cehennem hayatı, insanı ömrünün sonuna dek fabrikalarda çalışan zavallı çocukların halini yazmaya itebilir ki, Dickens da böyle yapar. Henüz 24 yaşındayken yayımlanan Bay Pickwick’in Serüvenleri (The Pickwick Papers), İngiliz edebiyat tarihinin en çok satan kitaplarından biri olur ve genç yazarını neredeyse bir gecede dünya çapındaki ünlüler arasına sokar.
Elli yılı aşkın bir süre boyunca çok sevilen roman ve öyküler yazan Dickens, 1836’da saygın bir gazete editörünün kızı olan Catherine Hogarth ile evlenir, ancak Hogarth’ın iki yaş küçük kızkardeşine karşı sıradışı bir yakınlık duyar. İkilinin arasında bir şey olup olmadığını, olduysa da neler olduğunu bilen yok, ama Mary Hogarth 1837’de, henüz on yedi yaşında öldüğünde, eşini kaybetmiş gibi tepki gösterir. Mary’nin saçından bir bukle kesip özel bir kutuda saklar. Kızın parmağındaki yüzüklerden birini, ömrünün sonuna dek kendi parmağında taşır, bazı giysilerini saklar. Hatta bir ara baldızıyla aynı mezara gömülme arzusunu bile dile getirir.
Bir süre sonra ise ölene dek birlikte olacağı, kendisinden 27 yaş küçük olan, 18 yaşındaki aktris Ellen Ternan ile yaşamaya başlar, 1858’de karısından ayrılır. Ternan, skandaldan kaçınmak için daima takma isimler altında Dickens’ın yolculuklarına eşlik eder. 1865’te Fransa dönüşünde bindikleri tren Dover ile Londra arasında bir köprüden suya uçar. Sevgilisiyle kaza yerinde görülme kaygısı ile Dickens, kolunun altına sıkıştırdığı Dombey ve Oğlu (Dombey and Son) romanının taslağıyla oradan uzaklaşır. Kazada aldığı yaraları hiçbir zaman tam anlamıyla iyileşmeyen yazar, halk için okuma yaptığı bitmek bilmez turlardan da yorulmaya başlar ve bir inme sonucu 9 Haziran 1870’de, tren kazasından tam beş yıl sonra yaşamını yitirir. Cenazesi (istemediği halde) Westminster Kilisesi’ndeki Şairler Köşesi’ne defnedilir.
Dickens, masa ve sandalyelerin tam istediği şekilde düzenlenmediği bir odada yazı yazmayı reddeden, takıntılı biriydi. Herhangi bir odadaki herhangi bir mobilyanın tam yerini hatırlayabilmek gibi tuhaf bir yeteneği vardı ve odayı isteğine uygun biçimde düzenleyebilmek için saatlerini harcardı. Birinin evinde misafir olarak kaldığında ya da bir otele gittiğinde ilk işi, odasındaki her şeyi kendi düzenine göre yerleştirmek olurdu. Giderek dökülen saçlarını her gün defalarca tarar, hatta tek bir telin yerinden oynadığını hissederse, bir yemeğin ortasında bile olsa tarağını cebinden çıkarıverirdi.
Dickens’ın düzen takıntısından da tuhaf olan yanı, batıl inançlarıydı. Uğur getirmesi için her şeye üç defa dokunur, Cuma’yı şanslı gün sayar ve Londra’dan daima romanından birinin son bölümünün yayımlandığı gün ayrılırdı. En tuhafı da uyku alışkanlığıydı, gezegenin manyetik alanına göre hizalanmanın, yaratıcılığı beslediğini düşündüğünden, yüzü Kuzey’e bakacak şekilde uyumakta ısrar eder, yüzü başka herhangi bir yöne dönük olduğuna uyuyamadığını iddia ederdi.
“Görünmez bir güç beni morga doğru çekiyor” demişti Dickens bir defasında. Paris Morgu’nun Dickens’ı büyüleyen bir yanı vardı. Morga günlerce gider, bu tür zamanlarda kapıldığı duyguyu, iğrençliğin çekiciliği diye tanımlardı. Ayrıca ünlü cinayet mahallerini ziyaret etmek ve çağdaşı Edgar Allan Poe’ya yaraşır karanlık bir merakla, söz konusu cinayetlerin ayrıntıları üstüne düşünmek de Dickens’ı cezbederdi.
Dickens sekiz yüz sayfalık romanlarıyla okuyucularını büyülemediği zamanlarda, insanları mesmerizm ile hipnotize ederdi. Franz Anton Mesmer tarafından geliştirilen mesmerizm, hastaları iyileştirmek için canlı manyetizmasının şifalı ışınlarından yararlanma ilmiydi. Dickens yöntemin temel prensiplerini, İngiliz hekim John Elliotson’dan öğrenir. Stetoskobu ilk kullananlardan biri olan Elliotson, sonraları hipnotik uygulamaları nedeniyle meslekten men edilir. Dickens, partilerde eğlence olsun diye ya da dostlarının küçük rahatsızlıklarını gidermek için bu yöntemi uygulardı. 1844’te geçirdiği akut panik ataklar yüzünden yüzü seğiren Madame de la Rue’yu, sadece birkaç haftalık tedavinin ardından normal hale getirdi. Seansları bundan sonra bir süre daha devam ettirerek, bir diğer hobisi olan rüya yorumlarıyla sorununun kökenine inmeye çalıştı. Arkadaşı John Leech, 1849’da beyin sarsıntısı geçirdiğinde ise Dickens, mesmerizm gücünden yararlanarak onu sadece birkaç gün içinde iyileştirdi. Belki de mesmerizmin iyileştiremediği tek dert, Dickens’a en büyük rahatsızlığı veren astımdı. Dickens da şifayı eski moda yöntemde aradı ve afyon aldı.
Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Tolstoy, öğretmenleri tarafından öğrenmeye ne kabiliyeti, ne de hevesi olan biri diye tanımlanan, umarsız bir öğrenciydi. Otuzlu yaşlarına gelince evlenmek için fazla yaşlı ve çirkin olduğuna kanaat getirir. Bir doktor kızı olan Sophia Andreyevna (Sonya) Behrs, 1862’de onunla evlenmeye razı olunca hayrete düşer. 34 yaşındaki Tolstoy, düğün gecesinde 18 yaşındaki yeni gelini, hizmetkarlar da dahil diğer kadınlarla olan cinsel maceralarını ayrıntısıyla anlattığı günceyi okumaya zorlar. Ama Sonya’ya göre bu bilgiler gereğinden fazladır, ertesi gün kendi güncesine böylesi bir iğrençliğe maruz kalmaktan dolayı duyduğu tiksintiyi yazar.
Şaheserleri Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi romanlar1 ona şöhret ve servet getirse de, aynı zamanda hayatının erdemli olmadığı yönündeki duygusunu da pekiştirir. Yazar ruhsal bir sıkıntıya düşer, sağlık sorunları ise durumu iyice ağırlaştırır. Bu dönem, kökten bir ruhsal dönüşüm geçirmesine neden olur, dini öğretilere göre yaşamaya başlar. Özgür bıraktığı ve muazzam servetini bağışladığı hizmetkarlarının ise hayranlığını kazanır. Ne var ki bu yeni özgecilik tutkusu, karısının pek hoşuna gitmez. Karısı Sonya küçük bir çocuk ordusu doğurup yetiştirmesine, Savaş ve Barış’ı tam yedi defa elle temize çekmesine rağmen, Tolstoy, “Benim hastalığım Sonya” der bir defasında.
Tolstoy, edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü hiç kazanamaz. Ödül 19o1’de ilk defa verileceği zaman şansı en yüksek görülen adaylardan biri Tolstoy olmasına rağmen, ödül Fransız şair Sully Prudhomme’a verilir. Daha sonraları Kroyçer Sonatı adlı eserinde kadınları aşağılamasının bu ödülü alamamasının nedeni olarak gösterilir.
Dindar olduğu dönemde, et yemeyi hayatından çıkarmanın, tutkuları denetim altına almanın anahtarı olduğuna inanan yazar, katı bir vejetaryene dönüşür ve yulaf lapası, ekmek, sebze çorbasından oluşan kısıtlı bir besinle yaşamaya başlar. Tolstoy, ayrıca alkol ve tütünü de bırakır. İnsan Neden Kendini Uyuşturur? başlıklı makalesinde, söz konusu maddelerin her ikisini de insanların huzursuz vicdanlarını uyuşturmak için kullandıkları uyuşturucular olarak niteler. Tolstoy, iletişimi kolaylaştırarak dünya üstünde barışı teşvik etme amacıyla geliştirilen uluslararası yapay dil Esperanto’nun da ateşli savunucularındandı. Dili üç-dört saat içinde öğrendiğini iddia ederdi.
Tolstoy ve İvan Turgenyev, uzunca bir süre yakın dost olsa da zamanla, daha çok da Tolstoy’un ters davranışları yüzünden birbirinden uzaklaşır. Babalar ve Oğullar’ın yazarı daha sonra şunları söyler: “Tam zıt noktalardayız. Ben çorbayı sevsem, eminim ki Tolstoy nefret eder.” Son patlama bir dostun evinde katıldıkları akşam yemeğinde yaşanır. Sohbet keyifle devam ederken, Tolstoy bir noktada Turgenyev’i kızını yetiştirme tarzından dolayı eleştirmeye başlar. (Kız, Turgenyev’in hizmetçisinden olan gayrimeşru bir çocuktur). “Senin meşru çocuğun olsa, onu farklı eğitirdin” der Tolstoy. Birbirlerine saldıracak kadar sinirler gerilir, sonunda Tolstoy Turgenyev’i düelloya davet eder, hatta tabancalarını bile getirtir. Edebiyatın iki devi nihayetinde karşı karşıya gelmez, ama birbirleriyle bir daha konuşmamaya karar verirler.
“Kültürlü bir aylaklıktır insanın amacı” der Oscar Wilde. Kadının Dünyası (The Woman’s World) adlı bir dergide editörlük yaparak geçirdiği iki yıllık kısa sürenin dışında, Oscar Wilde asla gerçek bir iş sahibi olmaz.
Wilde’in eksantrikliği aileden gelir. Hafif kaçık bir İrlandalı milliyetçi şair anne ile göz ve kulak cerrahı babanın çocuğuydu (Bugün bile uygulanan bir cerrahi kesi yöntemine babasının adı verildi). Ancak, hastalarından biri, babasını anestezi etkisi altındayken kendisine tecavüz etmekle suçlayarak mahkemeye vermişti. Doktor davayı kaybetti ki, bu da genç Oscar’ın mahkeme salonlarıyla ilgili geleceğine dair kötü bir alametti. Wilde, okulda iken tüm erkeksi sporlardan kaçar, onun yerine iç dekorasyonla ilgilenerek, okul yatakhanesinin içini çeşitli tavus kuşu tüyleri, en sevdiği çiçek olan zambaklar ve mavi porselenlerle süsler. Oscar’ın tuhaf davranışlarından ötürü sınıf arkadaşları Oscar’ın odasını talan eder, onu Cherwell Nehri’nin sularına zorla batırırlar. 1884’te Constance Lloyd ile evlenir, düğünden önce gereğinden fazla vaktini gelinlik modeli üstünde çalışarak geçirir. Ancak 1890’larda şöhretini iyice perçinleyen oyunlarını üretmeye başladığında, Wilde artık döneminin standartlarına göre cinsel tercihini saklamaz.
Oscar Wilde’nin annesi Leydi Jane Wilde, tuhaf kostümler giymekten zevk alan eksantrik bir şairdi. Her kostümün üstüne de mücevherli, tüylü bir taç takardı, kız çocuk sahibi olamadığı için küçük Oscar’a kız çocuğu gibi fırfırlı Viktoryen elbiselerini giydirirdi.
Wilde’in fiziğiyle ilgili en rahatsız edici özelliklerinden biriyse kötü görünümlü, kararmış dişleriydi. Bu durum, ergenlik çağının sonunda kaptığı frengi hastalığını iyileştirmek için yapılan civa tedavisinden kaynaklanıyordu. Yetişkin döneminde Wilde, samimi sohbetlere girdiğinde daima elini ağzına kapatarak konuşurdu.
Pek çok uzman yaşlanmakla baş edebilmek için doğaüstü yollara başvuran sefahat düşkünü züppenin hikaye edildiği Dorian Gray’ın Portresi adlı romanın yarı otobiyografik olduğunu düşünür. Wilde da ağaran saçlarını gizlemek için gerçekten de olmadık yollara başvurur. Hatta saçını boyamada kullandığı boyalar yüzünden, kolları, yüzü, göğsü ve sırtının, hayatının son on yılı boyunca delice kaşınmasına neden olan bir cilt hastalığına yakalanır.
J.R.R. Tolkien, Hobbit’leri yalnızca yazmakla kalmadı. İçten içe kendisinin de bir Hobbit olduğuna inandı. “Ben aslında boyutlarım hariç bir Hobbit’im. Bahçeleri, ağaçları ve traktörlerle sürülmemiş tarlaları severim. Pipo içer, iyi ve basit dondurulmamış yiyecekleri severim, ama Fransız yemeklerinden nefret ederim. Şu yavan çağda süslü yelekler giymeyi sever, hatta göze alırım. Tarladan toplanmış mantara bayılırım, beni beğenen eleştirmenlerimin bile bezdirici bulduğu çok basit bir espri anlayışım vardır. Geç yatar, mümkün olduğunda geç kalkarım. Fazla seyahat etmem.”
Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi üçlemesi bugüne dek tüm zamanların en çok satan kitapları arasında yerini aldı. Annesi ona küçüklüğünde Latince, Fransızca ve Almanca öğretti. Tolkien ise kendi isteğiyle Yunanca, Eski İngilizce, Eski Norveççe, Gotça, modern ve Ortaçağ Galcesi, Fince, İspanyolca ve İtalyanca öğrendi. Ayrıca Rusça, İsveççe, Danca, Norveççe, Flemenkçe’si de fena değildi. Tolkien, var olan dillerden sıkıldığında yeni diller icat etti, tam sayı vermek gerekirse, alfabeleriyle birlikte on dört dil. Yazar, uydurma harflerle günlük tutmaya bile başlar. Alfabeler mitolojilerin önünü açar ve sonunda Orta Dünya doğar.
Hobbit, Almanya’da 1945 yılına dek yasaklı kaldı, bunun nedeni de Tolkien’in Nazilere yağ çekme konusundaki gönülsüzlüğüydü. Alman yayıncılar 1937’de bu başyapıtın Almancasını yayımlamayı düşünür. Bir devlet yetkilisi Ari ırktan olup olmadığını soruşturmak için Tolkien ile temasa geçer. “Tahminimce bana Yahudi olup olmadığımı soruyorsunuz” diye, karşılık verir yazar. “Üzülerek söylüyorum ki o yetenekli insanların arasında hiçbir atam yok.” Bu iğneli sözler, Tolkien’i Nazi otoritelerinin kara listesine yerleştirir.
Hayatının ilk kırk yılını dil çalışmalarıyla geçirmiş, tüvit ceketli, pipolu bir Oxford profesörü olan Tolkien otomobillerden nefret ederdi ve II. Dünya Savaşı başlangıcında da araba kullanmayı tamamen bıraktı. Doğrusu bu, komşuları için oldukça iyi bir haberdi. Diğer sürücüleri hiç umursamayan, son derece pervasız bir şoför olan Tolkien, Oxford ana yolunda diğer araçlara çarpmasıyla ünlüydü. “Üstlerine bir gitsen, hemen çil yavrusu gibi dağılırlar” cümlesi de bunu çok net anlatır.
Bir filolog olan Tolkien’in, dil söz konusu olduğunda kendine has görüşleri vardı. Amerikan İngilizcesi konusunda şunları söyler: “İngilizce’nin kirli süngerle sıvanmış hali.” Tolkien, cimriliğiyle de bilinirdi. Posta pulu ve jilete kadar, harcadığı her peninin hesabını tutar, özellikle de konu vergi olduğunda iyice pintileşirdi. Britanya hükümeti yeni süpersonik jeti finanse edebilmek için kamu fonundan yararlanma planını açıkladığında, Tolkien çileden çıkar ve gelir vergisi formunun üstüne şu sözleri karalar: “Concorde’a benden tek peni işlemez!”
Edebi ölümsüzlük, kaderine böylesine yazılmış çok az yazar vardır. Virginia Woolf’un soyağacı tek kelimeyle kusursuzdu. Babası saygın bir biyografi yazarı ve editördü. Vaftiz babası Amerikalı şair James Russell Lowell’di. Annesi, Marie Antoinette’in nedimelerinden birinin soyundan geliyordu. Woolf’un çocukluğunda, evlerine Henry James, George Eliot ve annesinin teyzesi, fotoğrafçı Julia Margaret Cameron gibi sanat ve edebiyat dünyasının çeşitli aydınları gelirlerdi.
Ancak, hayat her zaman güllük gülistanlık değildi elbette. Çocukluklarında Virginia ve kardeşi Vanessa üvey kardeşleri George ve Gerald Duckworth’ün tacizine uğrarlar. Anneleri 1895’te gripten aniden ölür ve bunu kız kardeşleri Stella Duckworth’ün 1897’deki ölümü izler. “Bu darbe, bu ikinci ölüm darbesi beni yıktı, parçalanmış kozanın içinde kanatlarım yapışık, titrek ve buruş buruş halde öylece kaldım” diye yazar sonraları Woolf. Stella’nın ölümü, Woolf’un hayatı boyunca yaşayacağı çok sayıdaki sinir krizinden ilkini tetikler. Manik-depresifti ve o dönemde henüz kimse bu rahatsızlığa aşina değildi. Bu nöbetler, genellikle babasının 1904’teki ölümü ya da yaratıcı kısırlık dönemleri gibi hayatındaki büyük değişikliklerle ortaya çıkıyordu. Bir romanın sonuna yaklaştığında, kendi deyişiyle çıldırıyordu. Hastalığının manik safhasında biteviye konuşurdu. Bir defasında kırk sekiz saat aralıksız konuşmuştu.
Kız kardeşi Vanessa’nın resim yaparken ayakta durmasından ilham alan Woolf, kariyerinin geç dönemlerine dek tüm yazılarını ayakta yazar.
Woolf hayvan severdi, gençliğinde etrafını bir sincap, bir maymun ve Jacobi isimli bir fare de dahil pek çok sıradışı hayvanla çevirmişti. Hayatındaki insanlara da hayvan isimleri takardı. Kız kardeşi Vanessa, yunustu onun için. Woolf’un yayımlanan ilk makalesi de aile köpeği için yazdığı ölüm ilanıydı. Woolf’un 1933’te muziplik olsun diye yazdığı Flush: Bir Bıyografi adlı kitabı yayınlanır. Yüz sayfadan bile daha kısa olan bu kitap, her ne kadar kendisi memnun olmasa da, Virginia Woolf hayattayken en popüler kitabı olarak anılır, ne yazık ki zaman içinde akademisyenler tarafından en ihmal edileni olur. Söz konusu İspanyol Cocker’i, şair Elizabeth Barrett Browning’e aitti. Woolf, Flush hakkındaki bilgiyi, Browning’in kocası Robert’a yazdığı mektuplardan edinmişti: “Köpeklerinin tasviri beni öyle güldürdü ki, ona hayat vermekten kendimi alamadım. Flush’ı basit bir köpek biyografisi olarak okumakla, onun Viktorya Çağını yeren keskin, yorumunu göz ardı etmiş oluruz.”
Woolf, erkeklerle romantik ilişkiler kurmuş olsa da, erken yaştan itibaren kadınları tercih etmiştir. Ergenlik yaşlarında kendisinden on yedi yaş büyük, aile dostu Violet Dickinson’dan delice hoşlanmaya başlar. Her zamanki şifreli, cinsellik kokan mektuplarından birinde Violet’a, “Keşke kanguru olsaydın da küçük kanguruları taşımak için bir kesen olsaydı” diye yazar. Daha sonraki yıllarda, Orlando romanına ilham veren Vita Sackville-West ile uzun süreli bir ilişkisi olur.
Virginia Woolf, Yahudilerden ve erkeklerle cinsel ilişkiden eşit derecede nefret etmesine rağmen, Yahudi olan yazar Léonard Woolf ile evlenir. Evlilikleri cinselliğin olmadığı, arkadaşlık, edebiyat gibi ortak konular düzeyinde devam eder. Léonard ile Virginia’nın ortak ilgi duydukları konulardan biri de intihardı. Dünyanın bir cehenneme doğru sürüklendiğine inanan çift, gerektiğinde egzoz dumanı soluyarak kendilerini çabucak öldürebilmeleri için garajlarında yedek benzin bulundururular. Ayrıca öldürücü dozda morfin de depolarlar. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Nazilerin Londra’yı bombalamaya başlamasıyla birlikte Woolf, sonunu getirecek olan bunalıma doğru ilk adımı atar. Yazar son romanı Perde Arası (Between The Acts) eserini tamamlamaya çalışırken, evi iki kez bombalanır. Çift, 1941 kışında Londra dışındaki kır evine taşınır ve Woolf’un ruh hali iyice kararır. 28 Mart sabahı kocası ve kız kardeşine veda mektupları yazarak, yakındaki Ouse Nehri’ne gider, ağırlık yapması için cebine büyük bir taş koyduktan sonra suya girer, cesedi üç hafta sonra bulunur.
Filozof Osho’nun Hayatı ve Sıradışı Sözleri
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.