34,5608$% 0.15
36,1814€% -0.19
2.983,71%0,75
5.081,00%0,76
20.261,00%0,76
1904 yılında babasını kaybeder, bu ölümden sonra aile iyice yoksullaşır. Kültürlü bir kadın olan annesi çocuklarının ilk öğretmenleri olur. Küçük Antoine’nin en büyük hayali, başının üzerinden geçen uçaklardan birinin içinde olmaktı. Evlerinin yakınındaki havaalanına gizlice girer ve 12 yaşındayken bir pilot onu uçağına alır, ilk kez uçar.
Liseyi bitirince pilot olmak istemesine rağmen annesinin isteğini yerine getirir ve Askeri Denizcilik Okulu’nun sınavlarına girer, başarısız olur. Bunun üzerine Ecole des Beaux-Arts’ta mimarlık okur. Birinci Dünya Savaşı başlayınca, eğitimini yarım bırakıp askere gider, Hava Birliği’nin deneme pilotlarından biri olarak ilk görevine atanır.
O uçmak istese de, ilk işi pisti denetleme görevidir. Askerlik görevi sırasında Strasbourg’da pilotluk eğitimi de alır. Uçağının içinde otururken çocukluk hayallerine benzer aşağıdaki hayat; bir mavi dere, birkaç yeşil ağaç, bir tutam hüzün…
“Sevgili Anneciğim,
Strasbourg çok tatlı bir kent. Büyük bir kentin bütün özelliklerini taşıyor. Lyon’dan bile büyük. Harika bir oda buldum.
Féligonde’daki komutanı gördüm, çok iyi davrandı bana. Benim pilotluk işiyle ilgilenecek. Bir sürü kısıtlayıcı genelgeden ötürü epey güç olacak galiba. Ve tabii en erken iki ay sonra. Kışladan (kantinden) yazıyorum size. Sabahtan beri tombul yanaklı, babacan bir askerin önderliğinde ambar ambar dolaşıp postal ve karavana tabağı alıyoruz. Birlik çok hareketli bir yer. Saygılı oğlunuz Antoine.” (Strasbourg, 1921)
Savaş sona erdiğinde onun gençlik hayalleri de yıkıntılar arasındadır. Annesi onun uçmasından pek hoşnut değildir. Bu yüzden bir ofiste kamyon satışı yapar, ama Antoine’nin tüm hayali göklerde olmaktır. İşe istemeye istemeye gider, ancak uçuş tutkusunu tatmin etmek için Orly’e gidip kısa sürelerle uçuş denemeleri yapar. Kız kardeşi Marie-Madeleine’ye şunları yazar: “Öyle yalnız bir yaşam sürüyorum ki, her zaman yollardayım… Hiçbir şey olmuyor hayatımda. Sabah kalkıyorum, arabamla çıkıyorum, öğlen yemek yiyorum, akşam yemek yiyorum, hiçbir şey düşünmüyorum. Üzücü bir durum… Evlenmek ve küçük Antoine’ların etrafımda fır döndüğü bir evde yaşamak istiyorum.” 1922’de akrabalarının düzenlediği bir yemekte Louise de Vilmorin ile tanışır, nişanlanır, ancak bir süre sonra ayrılırlar.
Louise de Vilmorin
1926’da Toulouse-Dakar Havayolları pilotlarından biri olarak göreve başlar. Karaya indiği zamanlarda bile uzak kalamaz gökyüzünden. Bu kez parmakları uçağını değil, kalemini kullanır. 1928’de bir dergide ilk hikayesini, 1929’da ise ilk kitabı Güney Postası’nı (Courrier Sud) yayımlar. Kitabında Fransa ve Kuzey Afrika arasında gerçekleştirdiği posta uçuşunu, ticari havacılığın başlangıç hikayelerini anlatır. Nişanlısı Louise de Vilmorin’de, Güney Postası’nda Geneviéve olarak hayat bulur.
“Karşıt yönde yavaş yavaş ilerledikten sonra gaza basar. Uçak birdenbire pervaneye kapılarak saldırır. İlk sıçrayışlar elastiki havada sönümlenir, yol git gide uzar, tekerleklerin altında bir kayış gibi parlar. Pilot havayı yoklamaktadır: İlkin maddesizdi, sonra akıcı oldu, şimdi yoğunlaşınca uçak yaslanır ve yükselir. Pistin iki yanındaki ağaçlar ufku açığa vurup çekilirler. İki yüz metreye yükselince, uçak, dimdik dikilmiş ağaçlarıyla, renk renk boyalı evleriyle bir oyuncak ağılın üstüne eğilmektedir, kürk kalınlığını yitirmemiş ormanlara bakar: İnsanların oturdukları yerlerdir bunlar.” (Güney Postası)
1927’de Cape Juby’de keşif pilotu olarak göreve başlar. Cape Juby, Casablanka ve Dakar arasında İspanyol’lara ait bir bölgeydi. Asıl görevi bölgede kaybolan uçakları aramaktı. Kaybolan uçaklar ona bildirilir, sonra da bekleyiş başlardı. Bazen günler sürerdi bulmak. Çaresizlik içinde bekleyen insanlara yardım etme uğraşı çoğunlukla sonuç vermezdi. İspanyol çöllerinin arasında, deniz, gökyüzü ve sonsuzluğun kesiştiği yerdeydi. Küçük bir kulübede, daktilosu, kahvesi, kumların üzerinde serilmiş incecik yatağı oldu evi. 18 aylık görevi bittiğinde eski bir dosta veda eder gibi terk etti çölü.
Arjantin Postası’nda hava postacılığı yapmaya başladığında yıl 1929’du. Her gün gidecek postaları denetlemek, sorumluluk almak, uçağın içinde gökyüzünde olmak ister. Gece uçuşlarını düzenleyen cihazların geliştirilmesinde çok büyük katkılar sağlayan Saint-Exupéry, Fransa-Afrika-Güney Amerika posta hattının kuruluşunda da görev alır. Güney Amerika’da hava postacılığını geliştirir. Sık sık Arjantin, Fransa arasında mekik dokuyan Antoine, görev yaptığı Allience Française grubuyla birlikte konferans düzenlemek için Buenos Aires’e gider. Orada düzenlenen bir resepsiyonda, Guatemalalı bir diplomat ve gazeteci olan Enrique Gomez Carrillo’ın dul eşi Consuelo Suncín de Gómez Carrillo ile tanışır. Şiirler, öyküler yazan, resim, heykel yaparak sanatın tüm dallarıyla ilgilenen bu çekici kadından hemen etkilenir. 1931 yılında evlenirler.
Consuelo Suncín de Gómez Carrillo ve Antoine Saint-Exupéry, 1931
1931’de gece uçuşları sırasında yaşadığı korkuları, bir pilotun heyecan patlamalarını, maceralarını anlattığı ikinci kitabı Gece Uçuşu’nu (Vol de Nuit) yayımlar. Kitabının önsözünü, Andre Gide yazar ve kitap Femina Ödülü’nü kazanır. Aynı adla 1933 yılında sinemaya aktarılır.
“Ve şimdi, tıpkı bir gece gözcüsü gibi, gecenin kalbinde, gecenin insanları gösterdiğini keşfediyordu: bu çağrılar, bu ışıklar, bu tedirginlik… Gölgelerin içinde yapayalnız duran şu yıldız: Bir evin tek başına kalışı. İçlerinden bir tanesi sönüyordu: Bu, aşkı üzerine örtü çeken bir evdi. Ya da sıkıntısı üzerine. Dünyanın geri kalanına işaret vermekten vazgeçen bir evdi bu. Lambanın önündeki masaya dirseklerini dayamış kasabalılar ne umduklarını bilmezler, kendini çevreleyen bu büyük gecenin içinde dileklerinin ne kadar uzağa gittiğini bilmezler. Fakat Fabien bin kilometre gittiğinde, diplerin derin dalgalarını hissettiğinde, nefes alıp veren uçağı kaldırıp indirdiğinde, savaş ülkeleri gibi on fırtınayı ve aralarındaki parça parça ay ışıklarını geçtiğinde, zafer duygusuyla birbiri ardına bu ışıltılara ulaştığında bunu bilir. Bu kişiler, lambalarının, onların mütevazı masalarını ışıldattığına inanırlar, fakat denizin karşısındaki ıssız bir adadan, umutsuz bir şekilde onu sallıyormuş gibi, seksen kilometre öteden bile, bu ışığın çağrısı onlara çoktan ulaşmıştır.” (Gece Uçuşu)
Kaprisli, hırçın bir kadın olan Consuelo ile aralarındaki ilişki tutkulu olsa da hep tartışmalıdır. Bu duruma, Saint-Exupéry’nin sadakatsizlikleri de neden olur. Tüm bu kavgaların arasında “Bir süreliğine kocalığa ara verip tatile çıkmak istiyorum” diyerek hissettiklerini dile getirir. 1931’de çalıştığı şirket batınca yeniden Casablanca-Dakar arasında çalışmaya başlar. 1934’te ciddi bir kaza atlatır, tekrar pilotluk kariyerine ara verir. Air France’ın reklam departmanında görevlendirilir. Hiç değilse yolcu koltuğunda dünyayı dolaşabilir. Ama bu onun için kabullenilecek bir durum değildir.
Yeniden pilot koltuğuna oturmak için Caudron Simoun C630 model bir uçak alır. 1935’te Paris-Saygon arasındaki uçuş rekorunu kırmak ister; ama ilk denemesinde ölümden döner. Yardımcısı ile birlikte çöle düşerler, üç gün boyunca sürdürdükleri mücadeleden, bir bedevinin onları bulmasıyla kurtulurlar. Bu durum onu yine bir müddet pilotluktan uzak kalmaya yöneltse de, bu dönemde yaptığı gazetecilik nedeniyle New York uçuşunu bahane edip, okyanusu geçmeye karar verir. Yine büyük bir kaza atlatır, günlerce komada kalır, iyileşmesi aylar sürer.
İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. 39 yaşındaki Antoine de Saint-Exupery’in, düzensiz beslenme, aşırı alkol tüketimi nedeniyle sağlığı bozulmuştur, ama yine de Hava Kuvvetleri mensubu olarak orduya alınır ve askeri keşif pilotu olarak görev yapar. 1938 yılında Alman ordusu Fransa’yı işgal edince, ülkesini terk ederek New York’a yerleşir, ardından karısı da yanına gelir. Buradayken 1939’da Sahra ve And Dağları’nda yaşadığı ve posta pilotluğu yaparken başından geçen maceraları şiirsel bir duyarlılıkla anlattığı İnsanların Dünyası (Terre des Hommes) kitabını yazar. Kitap, National Book Award ödülünü alır.
“Uçak bir araç, amaç değil. İnsan bir uçak için hayatını riske atmaz, tıpkı bir çiftçinin sabanı için hayatından vazgeçmeyeceği gibi. Ama uçak sayesinde, şehirlerden ve şehrin getirdiklerinden kaçar, doğal bir gerçekliğe kavuşuruz. İnsani bir iş yapar ve insani kaygıları biliriz. Rüzgârla, yıldızlarla, geceyle, kumla, denizle iletişim kurarız. Doğanın gücünü alt etmeye uğraşırız. Havaalanlarını vaat edilmiş topraklar gibi bekleriz ve yıldızlara bakarak gerçekliği ararız.” (İnsanların Dünyası)
1942’de Savaş Pilotu (Pilote de Guerre) adlı kitabını yayımlar. Kitapta cesur pilotların keşif uçuşları sırasında başından geçenlerin yanında, Saint-Exupéry’nin insanın ve hayatın anlamına, Fransız halkının durumuna dair düşüncelerini de okuruz.
“Ve işte savaş savaşa benzesin diye, hiçbir erek gütmeden harcanıyor uçaklar. Hiç kimse bu savaşın artık hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir anlam taşımadığını, hiçbir şemaya uymadığını, ucunda kukla falan kalmamış ipleri büyük bir ciddilikle oynatmaya devam ettiğimizi itiraf edemiyor. Kurmaylar hiçbir yere ulaşmayacak emirleri büyük bir inançla gönderiyorlar. Bizden, elde edilmesi olanaksız bilgiler isteniyor. Hava Kuvvetleri, Kurmaylardan, savaşın anlamını açıklamalarını isteyemez. Hava Kuvvetleri, gözlemleriyle, varsayımların doğru çıkıp çıkmadığını denetleyebilir ancak.” (Savaş Pilotu)
1942’de ABD ordusuna katılarak yüzbaşı rütbesi alır, 42 yaşındaki Saint-Exupery de göreve atanan pilotlardan olur. 1943’te Afrika’ya uçmadan karısına şu satırları yazar: “Afrika’ya gitmeden önce üzerimde delik olmayan tek bir gömleğim bile yok. Ne de çorap ve ayakkabılarım. Birkaç parça eşya alabilecek parayı nereden bulabileceğimi sordum kendime. Sonra sen yepyeni giysilerinle kapıdan girdin. Sana sadece üzerindekilerin fiyatını sordum hepsi bu. Artık ümidim kalmadı. Bensiz daha mutlu olacağını düşünüyorum. Bana gelince, gittiğim yerde en nihayet ölümle karşılaştığımda, huzura erebileceğime inanıyorum. Beni neyin beklediği umurumda bile değil. Sadece huzuru arıyorum.”
Dünyada birçok sanatçıyı etkileyecek olan, İncil ve Marx’ın Kapital’inden sonra en çok okunan Küçük Prens (Le Petit Prince) 1943’te Amerika yıllarında doğar. Consuelo ile yaşadıkları kavgalar, çatışmalar arasında giderek kendisini yapayalnız hisseder. Çocukluk masumiyeti ve umudu içeren Küçük Prens’i kaleme alır ve farkında olmadan tüm dünyayı etkisi altına alacak bir sevgi ve umut öyküsü yazar. Küçük Prens’in yolculuğu ile eserin kahramanı pilotun kendi iç dünyasına yaptığı yolculuk aynıdır.
Saint-Exupéry, Küçük Prens’in önsözünde çocuklardan özür dileyerek kitabını en yakın dostu Léon Werth’e ithaf eder. Sanat eleştirmeni, yazar, gazeteci, denemeci Werth ile dostlukları 1931 yılında tanışmalarından itibaren oldukça güçlü bir bağ ile devam eder.
“Bu kitabı, koskoca bir adama adadığım için küçüklerden beni bağışlamalarını dilerim. Ama önemli bir özürüm var: Şimdiye kadar bu adamdan daha iyi bir başka dostum olmadı. İkinci özürüm de şu: Bu adam, her şeyi değerlendirebilir. Çocuklar için yazılmış kitapları bile. Sonra üçüncü bir özürüm daha var: Bu adam Fransa’da oturuyor şimdi, aç, üstelik açıkta. Avutulmak ister. Bütün bu sayıp döktüğüm özürler yetmezse ben de kitabımı onun bir zamanki çocukluğuna adarım tabii. Bütün koca adamlar bir zamanlar çocuktular (Gerçi aralarında bunu hatırlayanlara az rastlanır ya.) İşte gerekli değişikliği yapıyorum: Çocukluk günlerindeki Léon Werth için.”
Léon Werth’in oğlu Claude, Antoine de Saint-Exupéry, Léon Werth
Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens ile aynı anda kaleme aldığı Bir Rehineye Mektup’u (Lettre à un Otage), arkadaşı Léon Werth’in yazdığı 33 Gün (33 Jours) adlı kitabına önsöz olarak yazmayı planlasa da, savaşın getirdiği iletişimsizlik sebebiyle küçük bir kitapçık olarak yayımlamak durumunda kalır. Nazilerin, Fransa işgali sırasında Léon Werth Yahudi kimliği nedeniyle, eşi ile beraber İsviçre’nin bir dağ köyüne kaçmak zorunda kalır. Bu kaçışı 33 Gün (33 Jours) adlı kitapta anlatır.
Antoine de Saint-Exupéry, altı bölümden oluşan Bir Rehineye Mektup’ta yaşamının farklı uğraklarında soluklanarak dostuyla koyu bir sohbete dalarken, edebiyat tarihinde eşine az rastlanır bir dostluk ağıtı yakar.
“… bir insanın yaşı, bütün hayatını özetler. Kişinin sahip olduğu olgunluk yavaş yavaş oluşur. Bu olgunluk yıkılmış onca engel, iyileşmiş onca ciddi hastalık, dinmiş onca acı, aşılmış onca umutsuzluk, çoğu vicdanın gözünden kaçmış onca risk pahasına oluşmuştur ki. Onca arzu, onca umut, onca pişmanlık, onca isyan, onca sevgi aracılığı ile oluşmuştur ki. Tecrübelerden ve hatıralardan oluşan hacimli bir yükü temsil eder bir insanın yaşı!” (Bir Rehineye Mektup)
Antoine de Saint-Exupéry ve Consuelo Suncín de Gómez Carrillo
Çocukların hassasiyetini ve saflığını büyüdükçe kaybettiklerini, savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulabilmenin sevgiyle, yalınlıkla ve dürüstlükle çözülebileceğini, bunların ancak çocuk bakış açısında ve dünyasında yer aldığını aktardığı Küçük Prens’i kendisine ithaf etmediğini öğrenen karısı Consuelo bir şok geçirir. Ancak, Antoine de Saint-Exupéry ardından bıraktığı bir mektupta eşine, Küçük Prens’te geçen gülün kendisi olduğunu söyleyerek gönlünü alır.
Şubat 1938’de Guatemala’da kalkıştan sonra düşen uçağın önünde
Küçük Prens’i yayımladıktan bir yıl sonra, 31 Temmuz 1944’te yine bir keşif görevi için Amerikan Hava Sahası’ndan ayrılır. Bir daha kendisinden haber alınamaz. O gün bir Alman uçağı tarafından vurulduğu söylenir. Kimi kaynaklar ise uçağının teknik bir arıza nedeniyle düştüğünü söyler. Ancak uçağı ve cesedi bulunamaz, ta ki 1998 yılında Marsilyalı bir balıkçının ağından Saint-Exupery’in bilekliği çıkana dek… Bilekliğinde kendi isminin yanı sıra, karısı Consuelo’nun adı ve ölümünden bir yıl önce New York’ta yayınlattığı Küçük Prens editörünün adresi yazılıdır. 2000 yılında uçağın enkazına ulaşılsa da cesedi bulunamaz. Kimbilir belki de Asteroid B-612’de Küçük Prens’i görmeye gitmiştir.
“(…) ‘Ama yargılanacak kimse yok ki burada!’ dedi Küçük Prens. ‘O halde, kendi kendini yargılarsın sen de’ diye yanıt verdi kral. En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür. Kendi kendini yargılamayı beceriyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir. ‘Ne tuhaf bir gezegen bu!’ diye düşündü bunun üzerine Küçük Prens. Kupkuru, sipsivri ve çok tuzlu. İnsanlarda da hayal gücü yok. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da birbirine benzer. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık. En iyi, yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez.”
1935
“… Güzelsiniz ama boşsunuz diye ekledi. Kimse sizin içi canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgârdan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğrunda öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o…”
“… İnsan susuzluktan ölecek olsa bile bir dostu olması içini serinletiyor. Sözgelimi ben, bir tilki dostum var diye çok sevinçliyim…”
“…Küçük Prens uykuya dalınca onu kollarıma alarak yola çıktım. Duygulanmış, coşmuştum. Kollarımda sırça bir hazine taşıyordum sanki. Sanki yeryüzünde ondan daha kolay örselenebilen bir nesne yoktu. Ay ışığında o solgun alnına, o yumulu gözlere, rüzgârda uçuşan o saçlara bakıyor, kendi kendime diyordum ki “Bu gördüğüm sadece kabuğu. İçinde gizlenen, gözle görülemez…”
Kaynak
K Dergisi, Kafka Okur (Sayı 13 Özel) – Nermin Sarıba
Tezer Özlü