34,4772$% 0.04
36,2359€% -0.34
2.956,47%0,74
5.039,00%0,21
20.092,00%-0,08
Çocukluğunu bakıcısının, süt annesinin ve öz annesinin hikayeleri ile geçirdi. Annesini veremden kaybettiğinde ağlayan Fyodor, karısının ölümünden sonra aralıksız içen, kız kardeşlerinin odalarında aşıklarını saklayıp saklamadığını kontrol eden, hizmetçilerden birini metres tutan babasının, kendi köylüleri tarafında katledildiği haberini askeri okulun soğuk koridorlarında aldığında ilk sara krizini geçirmişti.
Babasının cimriliği nedeniyle uzun haftalarını parasız geçiren Fyodor, St. Petersburg’taki Mühendisler Okulu’ndan mezun olduktan sonra, o ana dek yaşadığı fakirliğe inat müthiş bir savurganlıkla yaşadı. Borçlanması için pek çok neden vardı üstelik, çünkü kumarbazdı. Bunun dışında, üzerindeki giysileri dökülen fakir insanlara bir yemek ısmarlayıp, onların hayat hikayelerini dinliyor, bunları biriktiriyordu. Bütün bu birikim ona İnsancıklar‘ı getirdi. Bu eseri ile toplumun acımasız kurallarında yaşlı bir adamın öksüz bir kıza duyduğu sevgiyi, iç dünyasındaki derin çatışmalarla işler.
Bu ilk romanını ev arkadaşına okuduktan sonra, roman elden ele dolaşarak ünlü eleştirmen Belinski’ye ulaştı. Belinski, 20’li yaşlarındaki Fyodor’la buluşunca ona övgü dolu sözler söyledi. “Yeni bir Gogol doğuyor.” dedi.
“Anıların güzel olanları da, kederli olanları da insanı hep hüzünlendirir; en azından bendeki izlenim bu. Fakat bu hüznün de bir güzelliği var; hasta bir kalp, acılı ve yaralı olduğu zaman, anılarla hayat buluyor; gündüz sıcaktan yanmış, gelişmemiş, zavallı bir akşamın serinliğinde düşen kırağı tanelerinin diriltmesi gibi.” (İnsancıklar)
“Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır. Mutsuzlar, zavallılar daha da mutsuz zavallı olmama için birbirlerinden kaçmalıdırlar.” (İnsancıklar)
“Yoksul, ezilmiş insan kuşkucudur. Çevresine, yanından geçenlere yan gözle, bir tuhaf bakar. Kendisinden mi söz ediliyor, anlamak için gözlerini kısarak, kuşkulu bakışlarını dolaştırır. Konuşulanlara kulak kabartır.” (İnsancıklar)
“İyiler niçin geride kalırlar da, hep kötülerin başına devlet kuşu kendiliğinden gelip konuverir acaba?” (İnsancıklar)
Dostoyevski, önceden ne kadar içine kapanık ve çekingense, bu kitaptaki övgülerden sonra da o kadar dışa dönük ve küstah biri olur. Turgenyev’i, İnsancıklar’ı kıskanmakla suçladığında, hızla çıkılan tepeden iniş başlamıştır artık. İlk kitabın büyük başarısının ardından yazdığı Öteki‘yi yazar. Bu romanda, bir benzerini yaşadığı kişilik çatışmaları, bölünmüş, çift kişilik teması konu edilir. Bu roman, İnsancıklar kadar ilgi görmez, halbuki Dostoyevski bu romanını onun baş yapıtı olacağını sanmıştır.
Ardından yayımladığı Ev Sahibesi adlı uzun öyküsünde beklediği övgüyü almayı bırakın, ağır eleştirilere maruz kalır. Gogol’u taklit ettiği söylenir. Yazarlık yaşamının 3. yılında edebiyat çevresinden tüm dostlarını kaybetmiş, umutsuzdu. Üstelik borçları bir hayli birikmiş, sara nöbetleri iyiden iyiye sıklaşmıştı. Bu dönemde, 27 yaşında yazdığı, otobiyografik özellikler taşıyan, bir aşk hikayesini anlattığı Beyaz Geceler kaybettiği şöhreti geri getirememişti.
“Sevgili okuyucum, o öylesine güzel bir geceydi ki, böylesini ancak gençliğimizde görebiliriz! Gökyüzünün aydınlığında, yıldızların parlaklığına bakıp bakıp da, “Böyle bir göğün altında insan nasıl olur da öfke duyar, hırçınlaşabilir?” diye düşünürsünüz. Ama bu düşünce de gençler içindir, sevgili okuyucum, hem de çok gençler için. Dilerim, sizin de gönlünüz uzun süre genç kalsın..” (Beyaz Geceler)
Biraz meraktan, biraz bazı şeyleri değiştirme arzusundan, yazar Panayev’in karısına duyduğu aşkı unutmak için yasadışı siyasi bir grubun üyesi oluverdi Fyodor. Çar I. Nikolay’ın baskıcı yönetimine karşı reform hareketlerinin etkisine giren Dostoyevski, 1847’den sonra Fransız ütopyacı sosyalist Mihail Petraşevski’nin toplantılarına katılır. 1849’da tutuklanır. 8 ay tutuklu kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken, diğer 8 mahkum ile beraber çarın affı ile kurtulur. Cezası 4 yıl kürek, 6 yıl da sürgün cezasına çevrilir.
Sibirya’daki 4 yılda, mahkumların gönül zenginliğini keşfedip, üzüntü ve acılarını paylaşır. Bu yıllarda İncil’den başka kitap yer almaz hayatında. 1854’te kürek cezasından kurtularak, er olarak kışla hizmetine verilir. İlk karısı Mari Dimitriyevna İssayev’le tanışacağı, Sibirya’nın Semipalatinsk kasabasında zorunlu ikamete mahkum edilir. Burada 5 yıl görev yapar ve subaylığa kadar yükselir.
Kocasının ölümünden sonra Dostoyevski ile evlenen Bayan İssayev, daha sonra genç öğretmen Vergunav’a aşık olur. Bayan İssayev, romantik bir anında evlendiği Dostoyevski’yi çirkin, yoksul ve hasta bir adam olması yüzünden hiç sevememiştir. Dostoyevski, bu günlerde Amcanın Rüyası, Stepançikovo Köyü ve Ölüler Evinden Anılar’ı yazar.
1862’de bir dergide basılan Ölüler Evinden Anılar, Dostoyevski’nin eski ününü kazanmasını sağlar. Eser, karısı öldürüldüğü için ağır hapis cezasına çarptırılan bir adamın hatıraları şeklinde yansıtılmıştır. Aslında Dostoyevski’nin hapishane hayatının canlı bir örneğidir. Trajik olaylar üzerinden, ötekileştirilmiş kişilerin özgürlüklerini kaybettikleri için duydukları acıyı işler. Sibirya’da yaşadığı kürek cehennemini anlatmakla yetinmez, başarılı bir ruh bilimci ustalığıyla mahkumların portrelerini de çizer.
“‘Ölü bir ev!’ diye mırıldanıyordum. Onların yüzlerine, davranışlarına bakarak nasıl insanlar olduklarını, karakterlerini, anlamaya çalışıyordum. Suratları asık veya çok kederli, (daha çok böyle görüyordum onları, cezaevindeki insanların karakteristik görünümüydü bu) birbirlerine küfrederek veya sadece konuşarak veya nihayet derin düşüncelere dalmış gibi sessiz, sakin, bazıları bitkin, uyuşuk, bir başkaları (burada bile) kendini beğenmiş, kasketlerini yana yatırmış, gocuklarını omuzlarına atmış, kibirli, çalımlı, çevrelerindeki insanları küçümser tavırlarla, dudaklarında küstah bir gülümseme, tek başlarına dolaşıyorlardı.” (Ölüler Evinden Anılar)
“Eğitim bile yeterince güvenilir bir ölçü sayılmaz. Bu talihsizlerin arasında cahil, ama ince ruhlu adamlar tanıdım. Hapishanede bazen bir adamın yıllar boyu insanlıktan çıkmış, vahşi bir hayvan olduğunu düşünüp ondan iğrenirsiniz. Sonra bir an gelir adam, ruhunu çırılçıplak bırakıverir; öyle bir zenginlik, duyarlılık ve sıcaklık, hem kendisinin hem de başkalarının acılarına karşı öyle bir farkındalık görürsünüz ki inanamazsınız. Bazen de tersine; eğitim kimi zaman vahşetle ve hayasızlıkla yan yanadır; iyi niyetiniz bile buna özürler bulamaz.” (Ölüler Evinden Anılar)
Cezası bitip St. Petersburg’a döndüğünde, artık başka bir adamdır Dostoyevski. 38 yaşındadır ve bundan sonraki eserlerinde mistik unsurlar çoğalmakta, Tanrı inancı, kaybedilen özgürlük teması ve insanın varolmak problemi gibi konular yer almaktadır romanlarında. Özellikle Yeraltından Notlar (1864), çaresiz modern insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken, giderek kabuğuna çekilmesinin hikayesidir.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eseri, daha sonra Suç ve Ceza ile başlayarak Karamazov Kardeşler’de nihayetlenen büyük romanlarına bir başlangıçtır ve kendi sesini bulduğu ilk kitaptır. Varoluş hakkındaki düşünce ve imgelemini en net olarak ortaya koyduğu eseridir. Bu özelliğiyle birçok düşünürü etkilemiş, varoluş felsefesi üzerine düşünmeye yöneltmiş bir klasiktir.
Dostoyevski, karakterleri aracılığıyla acı kavramına dayalı psikolojik tahliller yaparken, kendi iç dünyasına da bir aynadan bakmış ve o aynada gördüklerini olduğu gibi yansıtmıştır. Romanda, insanın iç dünyası, kararları, kaygıları, özgürlük, insanın varoluşu, inanma, sevgi gibi temalar ağır basar.
Roman, adı kitap boyunca hiç anılmamış olan kırk yaşındaki bir adamın aktardığı, memur olarak çalıştığı zamanlarda başından geçen anılardan oluşur. Dostoyevski, romanda bir anti-karakter yaratır ve kendi ifadesiyle, bir kahramanın karşıtı ne varsa, özellikle bir araya getirir. Dostoyevski, iki bölümden oluşan bu kitabının birinci bölümünde, hayatını Yeraltı diye isimlendirerek savunduğu fikirlere değinir. Sulu Sepken Üzerine adlı ikinci bölümde ise, 24 yaşındayken başından geçen ve yeraltına çok daha yakınlaşmasına sebep olan olayları anlatır.
“İnanır mısınız? İki kez de böyle aşık olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar da çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya inanmamazlık ve hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürdüm. Üstelik sırılsıklam bir aşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı. Maalesef bu bir can sıkıntısı… Tembelliğin ve bir şey yapmamanın verdiği can sıkıntısı beni eziyordu. Bunun sonucu da haylazlığa yöneliyordum. Zaten bu haylazlık, bilincin doğal ürünü olan tembellikten başka nedir ki?” (Yeraltından Notlar)
“İyi mi kötü mü olduğunu bilmem ama bazen bir şeyleri kırıp dökmenin bile kendine özgü bir tadı olabiliyor. Bu açıdan, ben ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğlerim. Ben kişisel kaprisimden, onu istediğim anda tatmin edebilme olanağımın olmasından yanayım. Komedilerde acının yerinin olmadığını biliyorum. Acı, camdan saraylara ise tümüyle yabancıdır. Acı, kuşku demektir, yadsıma demektir. İçimizde kuşku uyandıran bir camdan sarayı düşünemeyiz bile. Bununla birlikte insan gerçek acıyı tatmak istediğinden, çevresinde bir kargaşa yaratmak, yok etmek, dağıtmak hevesinden asla kendisini uzaklaştıramaz. Bizim manevi varlığımızın biricik kaynağı acı değil mi?” (Yeraltından Notlar)
Bu arada hep birilerine aşık olur. Aşık olduğu kadınları, nedense genellikle hep evli kadınlar arasından seçer. Ama bu kez bekar Polina Suslova karşısına çıkar. Dostoyevski’nin çıkardığı Vakit Gazetesi’nde yazar olmak istemektedir genç kız. Bir süre sonra genç kız gözünde yücelttiği adamın hiç de istediği gibi biri olmadığını görür. Vakit’in yasaklanmasıyla birlikte Dostoyevski, Avrupa’ya gitmek isteyince Polina da onunla gelmek ister. Polina ile birlikte Avrupa’nın birçok şehrini gezer. Dostoyevski, kumar nedeniyle büyük borçlar altına girmiştir. Sevgilisinin kendisini sevdiğini düşünür, ama o artık bir İspanyol’a gönül vermiştir. Baden Baden’e geldiklerinde onun tarafından reddedildikçe, deli gibi kumar oynar. Kumarbaz adlı romanının bu ilişkinin eseridir.
“Gene eskisi gibi davranıyor bana karşı. Karşılaştığımızda gene öyle umursamaz, dahası küçümser, nefret dolu bir bakışla süzüyor beni. Benden iğrendiğini gizlemek bile istemiyor. Farkındayım. Ne var ki, bana nedense gereksinimi olduğunu, bir şey için beni yedekte sakındığını da gizlemiyor. İlişkilerimiz bir çok bakımdan çok tuhaf. Onun herkese, her şeye karşı mağrur, kibirli davrandığını biliyordum ama bir türlü akıl erdiremiyorum buna. Söz gelimi onu çıldırasıya sevdiğimi biliyordu. Ona bu tutkumdan söz etmeme izin bile veriyordu. Aslında beni küçümsediğini sevgimi ona rahatlıkla açmama izin vermekten daha iyi belirtemezdi. Benim için öyle değersizsin ki, ne söylersen, bana karşı neler duyarsan duy, umurumda değil.” (Kumarbaz)
Veremli karısı Mari Dimitriyevna’nın durumunun ağırlaşması üzerine tekrar Rusya’ya döner. Karısının ölümünden kısa bir zaman sonra kardeşi Mişel’i de kaybeder. Hayatının en sıkıntılı günlerinde 1866’da 45 yaşında, ustalık eseri olan Suç ve Ceza’yı yazar.
Dostoyevski, Sibirya’daki sürgündeyken suçluların hayat hikayelerini dinler ve çıkarımlar yapar. Halk, toplumsal eşitsizlikten memnun değildir. Köleliğin kaldırılışıyla yoksul ve muhtaç köylüler, büyük şehirlerde soygun yapıp cinayet işlemeye başlar. Edebiyat eleştirmeni Katkov’a “Bunu, sürgünde, acının en zor zamanlarında planladım. Düşüncelerim, üniversiteyi bırakan, hayat tecrübesi olmayan bir öğrenci hakkında havada uçan fikirlerle kaplandı.” diye yazar. Dostoyevski, 1865’te yurtdışına çıkmadan önce edebiyat dergisi yayıncısı Krayevski’ye, Sarhoş adlı bir öykü hazırladığını ve sarhoşların arasında yetişen çocukları anlatacağını söyler. Ancak Krayevski önerisini beğenmez.
Dostoyevski, Suç ve Ceza’da bu iki düşüncesini birleştirir. Romandaki Marmeladov ile ailesinin trajik hayatı, yazmayı planladığı Sarhoş öyküsündendir. Romandaki cinayet temasını, Fransız yazar Pierre François Lacenaire’nin hayat hikayesinden alıp kendi romanındaki ana kahraman olan Raskolnikov’a uyarladığı düşünülür.
20. yüzyılın en çok okunan, tartışılan ve eleştirilen romanlarından biri olan Suç ve Ceza’da Dostoyevski, umutsuzluğa kapılmış insanların psikolojisini anlatır. Bu roman, suç işleyen birinin psikolojik tasviridir. Genç bir insanın zihninde doğan korkunç fikirler, zor şartlarından kurtulmak için onu tefeci bir kadını öldürmeye iter. Suç ve Ceza’yı yazmaktaki amacı, toplumun manevi değerlerini, zayıflıklarını, üniversite öğrencisi olan, fakirlikle baş edemeyen kahramanının, yoksulluğun neden olduğu ahlaki çöküş karşısındaki tepki ve eylemlerini göstermektir.
“Konuk gerçekten dördüncü kata geliyordu, birdenbire şiddetli bir atılımla, çabucak, tam zamanında sahanlıktan kata koştu, kapıyı arkasından kapadı. Sonra sürgüyü sessizce hiç gürültü çıkarmadan yerine sürdü. İçgüdüsü ona yardım ediyordu. Bütün bunları yaparken soluğunu tutarak kapının yanına sokulmuştu. Şimdi ikisi birbirlerinin karşısındaydı, aralarında yalnızca kapı vardı, tıpkı kısa süre önce yaşlı kadınla olduğu gibi, yalnızca kapı onları ayırıyordu ve Raskolnikov kulak kesilmiş dinliyordu.” (Suç ve Ceza)
“Raskolnikov için tuhaf bir dönem başlamıştı: Sanki yanını yöresini bir sis sarmış ve onu kurtuluşu olmayan, ağır bir yalnızlığa gömmüştü. Çok sonraları, hayatının bu dönemini hatırladığında çıkardığı sonuç, bilincinin bulanıklaşır gibi olduğu ve bu durumun aralıklarla son felaket anına kadar böylece sürüp gittiğiydi. O sıralar pek çok şeyde, örneğin bazı olayların tarihlerinde ve ne kadar sürdüklerinde yanıldığından kesinlikle emindi. En azından, bazı olayları hatırladıkça ve hatırladıklarını anlamaya, açıklamaya çalıştıkça, kendisiyle ilgili çoğu şeyi bile, ancak başkalarının bilgisine başvurarak öğrenebilmişti.” (Suç ve Ceza)
Sara krizlerinin yoğunlaştığı bu dönemde, steno yazan bir genç kız tutulur. Anna Snitkina, kısa bir süre sonra karısı olur. Evlendikten sonra Avrupa’ya giderler ve 4 yıl kalırlar. Eşi Dostoyevski’nin hayatını kolaylaştırmak için romanlarını stenoyla yazma, kitaplarının basımı, çoğaltılması, satışı ile ilgilenir. Yazarın ikinci eşi Anna’dan 4 çocuğu olur. Kızı Soneçka 3 aylıkken, oğlu Alyoşa da 3 yaşındayken ölür. Ve oğlunun ölümünden Dostoyevski inanılmaz etkilenir. Hatta bu etkiyi Karamazov Kardeşler’de oğlunu kaybeden Snegirev’in acısını okuduğunuz sayfalarda hissedebilirsiniz.
Dostoyevski, bu koşullarda yazdığı Budala’da, Rus basınında yer alan bir cinayet davasından yola çıkacaktır. Eleştirmenlere göre Dostoyevski, roman kahramanı Prens Mişkin’in kişiliğinde kendini anlatmıştır. Prens de, Dostoyevski gibi sara hastasıdır. Dünyayı anlama ve anlamlandırma sürecinde, sevme, sevilme, değer görme gibi kavramlar romanda çekirdek yapıyı oluşturur. Dostoyevski Budala’da adeta bireyden topluma uzanan psikolojik bir derleme sunar. Dostoyevski, okurla yer yer konuşarak ve Mişkin’in sara nöbetleriyle, döneminin buhranları ve çevresindeki çöküntülerin içerisinde kendisinden iz düşümler ortaya koyar.
Romanın adıyla ilgili bir detay: N.K. Kirilov’un 1845’te çıkardığı Rusça’ya giren yabancı sözcüklerin ilk sözlüğünde, idiot (budala) sözcüğü “nazik, eğitimli, öfke hissi bilmeyen biri” olarak yazar. Budala’nın kahramanı Prens Mişkin bu tanıma tamamen uyar.
O yıllarda, asıl ününü sağlayan beş büyük romanından üçünü yazar: Budala, Ebedi Koca ve Ecinniler. Artık rahat bir hayat süreceği maddi imkanlara kavuşur. Ama hastalığı giderek ilerler.
“Bana kalırsa, birini öldürdüğü için adam öldürmek, suçun kendisinden kat kat ağırdır. Bir karara uyarak adam öldürmek ise haydutça adam kesmekten daha korkunçtur. Geceleyin haydutların eline düşüp öldürülen kimse son ana kadar kurtulacağı umuduyla yaşar… Ama bizde ölümü çok daha kolaylaştıran bu son umudu esirgerler insandan; orada hüküm vardır, bu hükme muhakkak uyulacaktır. İşte en korkunç acı, acıların en büyüğü! Savaş alanında bir askeri getirip topun karşısına dikin, ateş ederken bile kurtuluş umudu taşır, fakat aynı askere kesinleşmiş bir hükümü okuyun; ya aklını oynatacaktır ya da ağlayacak… Öyle bir adam düşünün ki, kendisine ölüm kararı okunduktan ve bir süre acı çektirildikten sonra, “Hadi git, bağışlandın” diyerek salıverilmiş olsun. Ondan sonra bu adamın anlatacaklarına kulak verin… Bu korkunç acıyı İsa bile dile getirmiştir. Hayır, insanlara böyle davranılmamalıdır” (Budala)
Dostoyevski, Ecinniler’i Sibirya sürgününden döndükten sonra yazar. Dolayısıyla romanın içeriği diğerlerine göre daha muhafazakâr ve siyasidir. Hapis hayatı ve sürgün dönemlerinde maneviyata ve Slavcılığa daha çok önem verir. Bu özellikler, kitabına açıkça yansır.
Gençlik yıllarında Çar ve Rusya karşıtı biriyken, hapis ve sürgün hayatının ardından tamamıyla Rusya yanlısı ve Çarlık düzeni sempatizanı olur. Bu değişimin nedeni ise, Ölüler Evinden Anılar’da da kaleme aldığı gibi hapis yıllarında görmüş olduğu insanlar ve hayatlarıdır. Öte yandan, Ecinniler romanını yazana kadar dinden uzak olan Dostoyevski, roman bittikten sonra dindar biri olur. Ecinniler romanı, Turgenyev’in nihilizmine, Çernişevski’nin sosyalizmine açık bir savaş olarak yazılmıştır.
Orhan Pamuk, “Ecinniler, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı 7-8 romandan biri, hiç şüphesiz gelmiş geçmiş en büyük siyasal romandır.” der yazdığı önsözde. Ancak Dostoyevski yaşadığı dönemde diğer büyük Rus yazarlardan farklı olarak, Batılı okurlarca henüz keşfedilmemiş, aslında çevrilmeye değecek kadar önemsenmemiş bir yazardı. O yıllarda Fransız bir eleştirmen Ecinniler için, karışık, kötü kurulmuş, çoğu zaman gülünç ve anlaşılmaz kuramlarla dolu bir kitap diye yazacaktır.
“İnsan ne kadar zor koşullar altında yaşıyorsa ya da halk ne kadar ezilmiş, bitkin, yoksulluk içindeyse, o kadar büyük bir inatla cennette ödüllendirilmeyi bekler; hele bir de bu arada yüz bin papaz, din adamı, vs. birtakım spekülasyonlarla onların bu hayallerini kışkırtacak çalışmalar yürütürlerse…” (Ecinniler)
“Krillov ile romanı anlatan genç intihar üzerine konuşuyor:
— İnsanların intihar etmelerine engel olan ne sizce? diye sordum (…)
— Ben de… Henüz ben de iyice bilmiyorum… İki önyargı, iki şey engelliyor. Yalnızca iki şey. Biri pek küçük, öteki pek büyük olan iki şey. Ama küçüğü de pek büyük.
— Küçüğü dediğiniz ne?
— Acı
— Acı mı? Böyle bir şeyde acının da bu kadar önemi var mıdır?
— En önemli olan odur. İntihar edenler iki çeşittir: Büyük bir üzüntünün, öfkenin etkisi altında kalıp, ya da çıldırıp, ya da buna benzer durumlarda canlarına kıyanlar… Böyleleri birden bitirirler her şeyi. Acıyı düşünmezler. Akılları başlarında olanlar ise çok düşünürler.” (Ecinniler)
Dostoyevski’nin büyük romanlarından Suç ve Ceza ile Budala, ahlak sorunu üzerine odaklanırken, Ecinniler’de bu sorun politik bir kavrayışla birlikte ele alınır. Delikanlı ve Yeraltından Notlar psikolog olarak Dostoyevski’nin dışa vurumları ise, Karamazov Kardeşler, tüm bu unsurların bir potada eridiği roman sanatının zirvesi mahiyetindedir.
Dostoyevski başyapıtı Karamazov Kardeşler’i, 1878’de 3 yaşındaki oğlu Alexey’in (Alyoşa) ağır bir sara nöbeti geçirerek ölmesinden sonra yazmaya başlar. Ana kahramanına da Alyoşa adını koyması bundandır. Bu ölümle birlikte ciddi şekilde sarsılan Dostoyevski, suçu hep kendisinde arar.
Romanın ismi ile ilgili 2 farklı görüş sözkonusu. İlki, 1866’da Çar II. Aleksandr’a başarısız girişimin lideri Dmitry Vladimiroviç Karakozov’dan etkilendiği. Diğeri, Rus Devletinin Tarihi adlı başyapıtın yaratıcısı Nikolay Karamzin’in adından geldiğidir. Karamzin, Kara-Mirza kökeninden bir adın Rusçalaştırılmış halidir. Hanedan unvanı olan, bazen hanedanın kendisini gösteren bir kelime olarak mirza bize ipucu verir. Romana adını veren ailenin adı, siyasette bolca rastlanan aile metaforunun örneğidir.
1880’de yayımlanan romanda, olaylar 2 hafta içinde gerçekleşmesine rağmen, 1721’de kurulup 1917’deki Rus Devrimi’ne kadar varolan Rusya İmparatorluğu’nun hikayesini anlatıyor diyebiliriz. Baba Karamazov, Rus Çarı’nı temsil eder. Yozlaşmış, saygıyı hak etmeyen biri olarak betimlenir. Büyük oğul Dimitri, Rusya’yı temsil eder. Akılla kavranması zor, mantıksız hareket eden, ama özde iyi şeyleri temsil eden biri. Ortanca oğul İvan, nihilist ideoloji ve Batıcı kanadı temsil eder ki, ismini de İvan Turgenyev’den alır. En küçük oğul Alyoşa, Rus ülküsünü, gayrimeşru oğul Smerdyakov halk yığınlarını temsil eder.
Dostoyevski, Karamazov ailesini şöyle açıklar: “Kösnük (çiftleşme isteği duyan hayvan), kazanç düşkünü ve akıldan eksik insanlar…” Roman Karamazov ailesine odaklansa da, din, ahlak, şiddet, Doğu-Batı sorunu, sınıf mücadelesi, feodalizm, sosyalizm gibi birçok farklı konuyu da irdeler. Tanrı, iman, kuşku, akıl, irrasyonalite, sorumluluk, özgür irade ve ahlaka dair derin felsefi tartışmalarla örülüdür.
“Çocuklar bir şey bilmedikleri için henüz suçsuzdurlar. Yeryüzünde acı çekmeleri babaları yüzündendir, elma yiyen babaları yüzünden ceza görüyorlar. Ama bu öbür dünyadan gelme, yeryüzünde insan yüreği için büsbütün yabancı bir görüştür. Bir suçsuza, hele bir derece masum bir yaratığa başkasının günahları ödetilemez!” (Karamazov Kardeşler)
“Zaman zaman insanın acımasızlığı ‘vahşi’ sözcüğüyle ifade edilir ama bu, vahşi hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık ve hakarettir. Vahşi hayvan hiçbir zaman ustalık ve zevk almak bakımından bir insan kadar acımasız olamaz.
…ne kadar aptalca olursa meseleye o kadar daha yakın olur. Ne kadar aptalca olursa o kadar açık olur. Aptallık kısadır ve kurnaz değildir, akıl ise kıvrıla kıvrıla gider ve gizlenir. Akıl namussuzdur, aptallık ise doğru ve dürüsttür.” (Karamazov Kardeşler)
“İster inanın ister inanmayın, adamı sehpaya çıkardıklarında yüzü kireç gibiydi, ağlıyordu. Korkunçtu, tek kelimeyle! Olur şey değil: kim ağlar korkudan, söyler misiniz bana? Bir çocuk ağlayabilir, anlarım bunu; ama kırk beş yaşını geride bırakmış, hayatı boyunca korkudan hiç ağlamamış, koskoca bir adam?… Bu anda ruhunda olup bitenler nedir kişinin? Nasıl birtakım kıvranışlar içindedir? bu, ruha hakaretten başka bir şey değildir! Ruha tecavüzdür bunun adı! kirletilmesidir ruhun! ‘Öldürme’ denilmiştir, Kutsal Kitap’ ta. O birini öldürdü diye onu da öldürüyorlar! Hayır, asla kabul edilemez bir şey bu! Bir aydan fazla oldu ben bunu göreli, o zamandan beri hiç gözümün önünden gitmedi. Ve kaç kez de düşlerime girdi.” (Budala)
9 Şubat 1881’de St. Petersburg’da ölür. Dünya ve Rus Edebiyatı’nın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Fyodor Dostoyevski, kendimize bakıp unutmaya çalıştıklarımızı, hastalıklı yanlarımızı, yazmaya kalkarsak saklayacaklarımızı anlatan derbeder bir kahin gibiydi ve başkalarının içine de kendi içine bakar gibi bakıp buldukları ve anlattıklarıyla, bize kendimizi yeniden öğretti.
”Ne şartlar altında çalıştığımı bir görseler… Benden kusursuz şaheserler bekliyorlar; oysa ben en acı, en sefil sıkıntılar yüzünden alelacele yazmak zorundayım.”
“Bir şeyden çok emindim, kendimi üzdüğüm kadar, kimseyi üzmedim hayatta.”
“Cehennem kutsal kitapların bahsettiği gibi odunlu ateşli bir yer değildir, cehennem insan yüreğinde sevginin bittiği yerdir.” (Bir Yazarın Günlüğü)
Kaynak
K Dergisi, Mağara Dergisi, Sosyal Araştırmalar Dergisi, Kapak Resmi: Vasily Perov, Portrait of Dostoevsky, 1872
YAHYA KEMAL BEYATLI HAYATI VE ESERLERİ