DOSTOYEVSKi’DEN ÇOK ETKiLENDi
Ortaokulun ilk senesinde Dostoyevski ile tanıştı. Karamazov Kardeşler romanından öyle etkilendi ki, içindeki
huzursuzluğu yazarak dışavurmaya o zaman karar verdi: “Aslında ikinci bir doğum tarihim vardır benim, edebiyatla ilgili olarak. 1943’te Dostoyevski’yi okudum ve bende hiç huzur kalmadı. Bugün onu eskisi kadar seviyor muyum? Çok şey aldı onun yerini ama yine de beni edebiyata, şiire iten şeylerde tuhaf bir şekilde en çok bir romancının, Dostoyevski’nin etkisi vardır.” İyi bir okur olduğu kadar, başarılı bir yazar ve şair olacağı, okuldaki duvar gazetesinde karaladığı, güzel kızlara yazdığı aşk mektuplarında kendini belli etti. Günlük hayatta içine kapanıktı ama yazdıklarındaki yaşam coşkusu ve nevi şahsına münhasır alaycılık, ilk dönem ürünlerinden itibaren Cemal Süreya’nın alametifarikası oldu.
Hüznün Kuşları
şanssızım diyemem kendi payıma
hain bir aşk bu kökü dışarda
olur böyle şeyler ara sıra
olur ara sıra”
“Türkçe’yi Garip akımı şairlerinden öğrendim”
Ortaokuldan sonra İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’ne kaydoldu: “Lisede aruz ile, eski tarz yazardım. Bizim kuşağın içinde biraz geç çıktım ortaya, uzun süre yazdıklarımı yayınlamadım. Bir çeşit utangaçlık, çekingenlik, kendine güvenemeyiş ya da kusursuzu aramak diyebiliriz… Biraz geç yayınladım. 1953’te sanırım, Mülkiye Dergisi’nde bir şiir yayınladım. Ondan sonra da sürekli yayınlamaya başladım. Ben yeni edebiyatla, yeni şiirle de geç tanıştım.” Garip Akımı, 1940’lı yılların başında bir manifestoyla ortaya çıkmış, şiirde sadeleşmenin, yeni bir ses ve yaşayan bir Türkçe ile yazmanın önünü açmıştı. Peki Cemal Süreya bu konuda neler düşünüyordu? “Orhan Veli şiire elma yemesini öğretti.
Bizler Garip şiirine bir tepki olarak çıktık. Ama şimdi düşünüyorum da Garip şiiriyle, özellikle de daha sonra başka yeni şairlerin katılımıyla meydana gelen Türk yenilikçileriyle oluşan şiirde, biz nasıl var olmuşuz, ne kadar etkilenmişiz ondan, çok beslenmişiz! Bazı arkadaşlarım öldü: Edip (Cansever), Turgut (Uyar). Bazıları da yaşıyor. Ben kendi payıma konuşayım: Çok beslendim, hatta Türkçe’yi onlardan öğrendim diyebilirim.” Hilmi Yavuz, Cemal Süreya’nın Türk
şiirindeki önemini şu sözlerle anlatır: “Gül şiiri, Yeditepe Dergisi’nde 1954 yılında yayınlanmıştı. Bu şiiri 23 yaşında yazdı. Ki bence Türk edebiyatında, şiirinde çok ciddi bir kopmadır. Ondan öncesi yoktu gerçekten. O güne kadar Türk şiirinde söylenmemiş, dile getirilmemiş imgelerle ironiyi ve erotizmi temellendirdi. Bu Cemal Süreya’yı bu anlamda müstesna kılar.”
Gül
Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene…
‘Üvercinka’ şiiri, İkinci Yeni’nin sembolü oldu 1953 yazında ortaokul yıllarından beri sevdiği ve sürekli mektuplaştığı Semiha ile evlendi. 1 yıl sonra mülkiyeyi bitirdi ve Eskişehir’de stajyer memur olarak göreve başladı. Ardından 1955 yılında maliye müfettiş muavini olarak İstanbul’a geldi: “Birçok kent gezdim, hepsinden etkilendim, ama en çok İstanbul’dan etkilendim. İstanbul bir kent gibi değil, bir hayvan gibi, yağmur yağdığında kokusu olan, diri bir kent. Çok eski, çok karışık, hiçbir simetrik duygu taşımayan bir kent.” Baylan Pastanesi o dönemin İstanbulunun sanatçılar için en gözde mekanıydı. Cemal Süreya burada Ankara’da başlayan dostluklarını perçinleyip yeni insanlarla tanıştı. Onlara ‘İkinci Yeni şairleri’ deniyordu: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer, Edip Cansever, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Cemal Süreya… Bu genç şairlerin ardı ardına ürünler verdiği bir dönemde Cemal Süreyya, İkinci Yeni’nin sembolü olacak bir kitapla okurların karşısına çıktı: Üvercinka
Beni Öp Sonra Doğur Beni
Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
– uykusuzluğun sütlü inciri –
kovanlara sızmıyor.
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.”
ÜVERCiNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil