34,2630$% -0.03
37,4871€% -0.05
2.929,92%0,07
4.971,00%0,78
19.820,00%0,77
GERMAKOÇİ
Yaşlı kadın az önce topladığı odunları sırtında taşırken, yokuş yukarı tırmanmak artık daha yorucu bir hale gelmeye başlamıştı. Sağ eliyle alnındaki terleri sildi, diğer eliyle de paltosunu çekiştirip düzeltti. Mevsimler de insanlar gibi dengesizleşmişti. İki gün sıcak, üç gün soğuktu. Eve girmeden önce Karadenizin uçsuz bucaksız yeşilliğine hayranlıkla baktı. Yaşadığı yer yüksek rakımlıydı, tüm manzara ayaklarının altındaydı. Buradaki hava o kadar inceydi ki alışık olmayanı oksijen sarhoşu edebilirdi. Sırtındaki odunları sobanın yanına yığdı. Sabah yaktığı ateş hala harlıydı. Demliği üzerine koyup, suyun kaynamasını bekledi. Bu yorgunluğu alacak en iyi şey, üzerinde dumanı tüten, bahçesinden kendi elleriyle koparıp kuruttuğu çaydı.
Esra teyze yörenin en çalışkan kadınıydı. Yaşına göre dinç kalmayı bu özelliğine bağlıyordu. Akşama kızı, torunuyla birlikte şehirden gelecekti. Onlara hamsi tava ve laz helvası hazırlamak için kollarını sıvadı. Ayıklanmış balıkları önce yumurtaya sonra mısır ununa buladı, ocağın ateşini yakıp kızgın tavaya kaşık kaşık tereyağını ve hamsileri dizdi. İşi bittikten sonra televizyonda haberleri dinlerken, torununa ördüğü patiklere devam etti. “Geceye kalmadan gelseler bari” dedi içinden. Hava durumunda fırtınanın yaklaştığı bildirilmişti. Güneş battıktan sonra kapısı çalındı. Üç valizle kızı ve torunu sömestr tatilini ailecek geçirmek için ziyaretine gelmişti.
Kızı şehirde öğretmenlik yapıyor, bir yandan oğlunu tek başına büyütmeye çalışıyordu. Hayırsızın biriyle evlenmiş, eli biraz para görmeye başlayınca başka bir kadına kaçmıştı. Esra teyzenin eşi ise beş yıl önce vefat etmiş, evi çekip çevirmek kendisine kalmıştı. “Buyrun, buyrun özlettiniz kendinizi.” diyerek bir yandan bavulları içeri taşıyıp, bir yandan ailesi ile hasret gideriyordu. Onları, ahşap evin mutfağındaki masaya davet etti. Yaptığı nefis yemekleri bir çırpıda silip süpürmüşlerdi. “Anne elinin lezzeti de bir başka oluyor, değil mi Utkucum” dedi Yasemin. Utku “Bilmem sen okulda fazla vakit geçirdiğin için kendi yemeğimi kendim yapıyorum” diye sitem etti. Anneannesi ondaki değişikliği farketmişti. Daha içine kapanık, pek konuşmayan, gülümsemeyen, karamsar bir ruh haline bürünmüştü. ‘Belki de ergenlik krizleridir’ diye düşünüp üzerinde pek durmadı.
Esra teyze el emeği göz nuru işini torununun yanına koydu. “Ayakların üşümesin diye sana patik ördüm. Gece fırtınalı yağmur başlayacak. Bu mevsim üşütür, hasta eder insanı. Al giy ayaklarına.” dedi. Utku umursamaz bir tavırla telefonundaki oyuna devam etti. Esra teyze, kızı Yasemin’e usulca sokulup fısıltıyla “Bu çocuğa ne oldu böyle? Bütün mizacı değişmiş. Hasta mı yoksa?” diye sordu. Yasemin’in yüzü düştü. “Konuştuğu arkadaşları arkadaş değil ki, nerde pislik var, ona dadanıyorlar. Oyunlardan kafasını kaldırmıyor, bütün gün abur cuburla besleniyor. İki – üç saatlik uykuyla okula gidiyor. Not ortalaması da düştü zaten. Doktora götürmek istediğimde sürekli tartışıyoruz. Ergenliktendir diye katlanıyorum bende” dedi. Esra teyze “Şehirdeki insanlar doğadan çok uzaklaştı. Bizim zamanımızda böyle miydi? Toprakla uğraşırdık, tüm stresimiz giderdi.” Yasemin “Bizim çağımız geçti artık. Eskidik, dünya kirlendi, iklimler değişti. Şimdi herşey kaotik ve hızına yetişmek mümkün değil.” dedi. Kısa bir süre sonra kendisi de telefonuna dalmıştı.
Esra teyze, torununa ve kızına uzun uzun baktı. Bu karanlık dünya düzeninin insanların umursamazlığından kaynaklandığını düşündü. Kendisi eski topraktı. Aklı böyle şeylere işlemiyordu. Herşey gözlerinin önünde mum gibi eriyip tükenirken, insanlar ellerindeki ekranlara kilitleniyor, birbirleri ile sosyalleşmiyorlardı. Her kim bu sistemi yarattıysa amacı safi sömürüydü. Kitleler ne kendilerinin ne çevrelerinin farkında, uyuşturulmuş, adeta hipnoza girmiş gibiydiler. Uzun bir sessizlikten sonra “Çocuğum yarın Mehmetgiller domuz avına gidecekler. Sende onlara katılsana. Telefonda oyun oynarken ateş etmenin bir anlamı yok. Gerçek dünya da silah kullanmak nasıl bir şey öğrenirsin hem.” Utku omuz silkti “Ya nine, bu havada nereye gideceğim? Dışarda pencereleri bile titreten kuvvetli rüzgar ve ona eşlik eden yoğun yağmur var. Göz gözü görmez şimdi.”
Esra teyze “Yarın hava açar, yağmaz pek. Hem şeker misin de eriyeceksin? Az cesur ol. Şehirde evden adım atmadığınızdan alışmışsınız yatmaya” diye üsteledi. Utku oflaya puflaya bu teklifi kabul etti.
Ertesi günü sabah erkenden Utku hazırlıklarını yaptı. Kamp yapmaları gerekeceğinden çadırı ve malzemeleri hazırlayıp Mehmet ile yola koyuldular. Anneannesi yolluk olsun diye onlara bir poşet dolusu gözleme pişirmişti. Dağın yamaçlarından ovalara süzülen yoğun sise rağmen yollarını buluyorlardı. Utku yürürken çok fazla ses çıkardığından Mehmet ağabeyi “Nereye bastığına dikkat et evlat” dedi. Avlanmak için siper aldıklarında, kurumuş ağaçların dallarına basarlarsa hayvanları ürkütüp kaçırabilirlerdi. Sonunda kalacakları yeri tayin etmişler, çadırları vadinin ücra köşesine kurmuşlardı. Utku’nun atış talimlerine başlaması için boş şişeler ve teneke kutuları belli bir mesafeye yerleştirdikten sonra eğitimini başlatmıştı. Önce ‘silah kaç parçadan oluşur?, kurşun tetiğe nasıl sürülür?, tepmemesi için nasıl sağlam tutulur?’ gibi bilgiler verdi. Ve atış… Yaklaşık bir, bir buçuk saate yakın çalışmadan sonra hedefi tutturabilmeyi başarmıştı. Acemi şansından mı, yoksa genlerinden gelen bir özellik miydi birazdan göreceklerdi. Yaban domuzları akşama doğru yemek aramak için vadiye inerlerdi. Siper alan Mehmet ve Utku sessizlikte soluklarını bile saklamışlar, hazır olduklarında ateş etmişlerdi. Utku dedesi gibi nişancı olup çıkmış, ilk avını başarıyla tamamlamıştı. Ama hayvanın cesedine, o ölü gözlerine bakmak istemese de gönderdiği kurşun, bedene saplandığında ister istemez görmüştü. Toprak kan ile yıkanırken, kurşuni gökyüzünden dökülen yağmur damlaları çadırlara girmelerini hatırlatmıştı. Gece çöktüğünde hava iyiden iyiye soğumuştu.
Sabaha karşı dışarıdan gelen gürültülere uyanan Utku, çadırın fermuarını azıcık açıp etrafı izledi. Yaban domuzunun cesedinin önünde devasa bir yaratık, pençelerinin arasından kanlar süzülen iç organlar ile ziyafet çekiyordu. Bu görüntü karşısında şok olan genç adam sarsılarak titredi, uyku tulumunun içine saklandı. Bir süre sonra sesler kesilince, yaratığın oradan ayrıldığını anlayarak dışarı çıktı. Mehmet ağabeyi de yeni uyanmıştı. O iğrenç manzarayı fark edince, başıyla Utku’ya işaret ederek “Ayılar karınlarını bizim sayemizde doyurmuşlar” dedi. Utku ise yüzünde beliren korku ve şaşkınlıkla karşılık verdi. “Ben yaratığı gördüm, ayı falan değildi. Çok daha büyüktü. Koca Ayaktı bence.” Mehmet ağzını şaklatarak kahkaha attı. “Büyük bir ayıdır. Siz çocukların hayal gücü çok kuvvetli. Dikkat edin ha! Daha hala buralarda olabilir” dedi. Utku çadırını toplamaya girişmişti. Dehşetengiz manzaradan sonra orada bir dakika bile beklemek istemiyordu. Çadır bezini rulo yaparak çantasına tıkıştırırken tekrar yağmur başladı. Ortalık o kadar sessizleşmişti ki Mehmet ağabeyin matarası çıngırdamasa tek başına kaldığını düşünecekti bu ıssızda. Dün silahı yaban domuzuna doğrulttuğundaki gibi nefesini tutmuş, tüyleri diken dikendi. Bugün ya kendisi hiç bilmediği bir yaratığın avı olacaksa? Saçlarından süzülüp vücudundan toprağa dökülen yağmur damlalarını savuşturup atmaya çalışıyor, görüşünü netleştirmeye çalışıyordu. İleride ağaçların arasında homurtuyla karışık devasa bir kara gölgeyi görünce Mehmet ağabeyini çekiştirmeye başladı. Hemen silahına davranan Mehmet körlemesine iki kere ateş etti. Bir süre sessizlik devam etmişti. Ama sonra ağaçları kürdan gibi yerinden söken üç-dört metrelik kurt adam ile yaban adamı arasında bir yaratık, ışık hızında Mehmet’e saldırdı. Adam kanlar içinde yere yığılırken, Utku var gücüyle eve koştu. Büyük annesi ile birlikte bahçede çay içen annesinin eteklerine yapışarak dizlerinin üzerine çöktü. Yasemin telaşla “Ne oldu sana? Mehmet nerede?” diye panikleyerek oğlunu ayağa kaldırmaya çalıştı.
İlk şoku atlatan Utku bu sefer de ağlama krizine yakalandı. Adeta dili tutulmuş konuşamıyordu. Sadece “Dağ adamı Mehmet’i aldı” diyebildi. Büyükannesi Esra teyze çocukken dağlarda rastladığı Germakoçi’yi hatırlamıştı. Vücudu kıllarla kaplı, normalde miskin ve iri yarı bir yaratık olduğunu biliyordu.
Gece çöktüğünde ise elleri silahlarında nöbetleşe uyuyorlardı. “Eğer onu bir daha görürsen, iyi nişan al ve sadece bir el ateş et. İkinci defa ateş edersen dirilip sana saldırır” dedi Esra teyze. Utku kaşlarını çattı. “Mehmet ağabey iki el ateş etmişti. Demek o yüzden bu kadar öfkelendi.”
Günler geçmiş, gelen giden olmadığından silahları bir kenara bırakmışlardı. Utku’nun bedenindeki değişimleri henüz fark etmemişlerdi. Gözleri kahverengiden koyu kızıla çalmış, kolları ve bacakları post görünümünde kıllanmaya başlamıştı. Dişleri ve kemikleri ağrıyor, vücut ısısı yükseliyordu. Yağmur altında fazla kaldığından üşüttüğünü sandılar. Fakat gerçek, sırtındaki pençe izlerinde saklıydı. Germakoçi’den kaçarken onu yaralamıştı. Herhangi bir temas eğer kişinin dnaları uygun ise dönüşümü gerçekleştiriyordu. Yaratığın kovalamaca yapmasına gerek yoktu. Çünkü yaraladığı kişi de onun gibi bir yaratığa evrilecekti.
Esra teyze küçük yaşlarda yaratık ile karşılaşsa da bu sırra vakıf değildi. Günler geçtikçe Utku daha da kötüleşiyor, doktora götürmekten bahsediyorlardı. Onlar aralarında ne yapacaklarına karar vermeye çalışırken Utku ortadan yok olmuştu. Ellerinde silahlar her yeri aradılar, korkarak vadiye indiklerinde ise Germakoçi’nin saldırasına uğradılar. Yaralı bir şekilde hastaneye kaldırılırlarken Utku, annesinin kolundan aldığı ısırıkla ilk insan eti lokmasını tatmıştı. Onun evi artık ormanların en ücra ve karanlık köşeleri, ziyafet çekeceği tek av ise insanlardı…
Acele Kara Verme! Lao Tzu
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.