34,5493$% 0.14
36,2419€% -0.09
2.978,80%0,58
5.075,00%0,62
20.237,00%0,63
Refik Halit Karay, yazdığı yazılar yüzünden vatan hainliği suçuyla Yüz Ellilikler listesine girdi. Halep ve Beyrut’ta sürgün hayatı yaşadı. Orta Doğu’daki sürgün yıllarında Gurbet Hikayeleri‘ni kaleme aldı. Gurbet Hikayeleri’nde memleket hasreti çok ağır basmış olmalı ki alışılmış hikayelerinin aksine mizah ve eleştiri yoktur. Onun yerini hüzün ve yalnızlık duygusu alır. Eskici’de tıpkı yazarın kendisi gibi gurbet duygusunun acı çektirdiği Hasan adlı bir çocuğun hikayesini okuruz. Burada kendi diline, ülkesine, alıştığı her şeye uzak düşmüş bir çocuk ile eskici arasında geçen olaya tanık oluruz. Yazar Eskici’de gurbetin kendi üzerinde bıraktığı etkiyi Hasan üzerinden yansıtmış gibidir.
“Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları titreyerek taze, gevrek, billûr sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! Ya! Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, kiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu:
“Gidiyor musun?”
“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”
O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi mini mini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
“Ağlama be!.. Ağlama be!”
Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.”
Modern Türk öykücülüğünün kurucularından olan ve Türk edebiyatının en çok tanınan, hemen her kuşak tarafından bilinen ve en az bir öyküsüyle belleklerde yer alan çok yönlü bir yazar, şair ve öykücüsüdür Ömer Seyfettin. Ömer Seyfettin’in çocukluk yıllarındaki anılarına dayanan Kaşağı’da yalan söyleyen ve iftira atan çocuk, istemeyerek de olsa kardeşinin ölümüne neden olur.
“Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hala yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu. Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
– Niye ağlıyorsun? diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek! dedi.
– Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.”
Sait Faik’in ilk öyküsü olan İpekli Mendil, 15 Nisan 1934 tarihli Varlık Dergisi’nin 19. sayısında çıkar. İpekli Mendil öyküsüne adını, zarafetini ve çarpıcılığını veren, birçok fabrika işçisinin ürettiği ipekli mendil, önünde sonunda zenginlere yar olacaktır ama yari ipekli mendil isteyen gözü kara delikanlı, ipekli mendili, hayatına mal olsa da fabrikadan kaçıracaktır. Bir ipekli mendile yüklenen böylesine güçlü duygular, bu öykü, Sait Faik’in gençlik döneminin ürünü de olsa yine ancak onun gibi bir yazarın kaleminden çıkabilir.
“Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı. Ay ışığını ve esmer tarlasını, keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti. Ben, o zamanlar malların istif edildiği imalathanenin üstündeki bölmede yatardım. Odam ne güzeldi. Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu. Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pare pare dökülürdü. Aşağı yukarı yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin, ne tuhaf rüzgarlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgarların kokularından lodos, poyraz karayel, günbatımı diye tefrik eder, tanırdım. Ne rüzgarlar battaniyemin üzerinden acayip birer rüya gibi gelip geçtiler. Uykum çok hafiftir. Sabaha yakındı. Dışarıdan bir gürültü geliyordu. Adeta dut ağacında birisi vardı. Korkmuşum ki, kalkamadım, bağıramadım. Tam bu sırada da pencerede bir hayal belirdi. Oydu, yavaşça pencereden sıyrıldı. Benim önümden geçerken, gözlerimi kapadım, dolapları karıştırdı. İstifleri uzun müddet alan talan etti. Sesimi çıkarmadım. Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi, sesimi çıkarmayacaktım. Yarın patron, “Ulan üstüne ölü toprağı mı serpilmişti hayvan” diye kıçıma bir tekme, beni kovacağını bildiğim halde gık demedim. Halbuki o, yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiğini zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi. Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı. Ya iyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun, sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.”
Nazım Hikmet, Sabahattin Ali hakkında şöyle diyor: “Sabahattin, Türk nesrinde bir mektebin başıdır, başlangıcıdır. Sabahattin’in Türk nesri üzerindeki, bilhassa Türk hikayeciliği üstündeki tesiri büyüktür, hayırlıdır. Türk Edebiyatı’nın halkçı, demokrat, emperyalizm düşmanı, toplumcu kolu, bir kelimeyle, Türk Edebiyatı’nın ilerici yazarları kendi aralarında Sabahattin Ali gibi bir yazarın bulunmasıyla onun sağlığında da övündüler, ölümünden sonra da övünüyorlar ve övünecekler…”
Ayran, Hasan adında yoksul bir köylü çocuğun bir günlük hikayesine taşır bizleri. Babası olmayan, annesi nahiyede hizmetçilik yapan, iki küçük kardeşine bakmak zorunda olan Hasan, her gün olduğu gibi o kış günü de evinden istasyona gider. Güğümündeki ayranı satıp kardeşlerine kuru ekmek alıp karınlarını doyuracaktır. Sattığı iki maşrapa ayranın parasını da üstünü veremediği için alamaz ve sona doğru koşar adım ilerler, çıplak ayakları kara saplana saplana.
Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir şekil almıştı. “Ana… Ana!” derken sesi, git gide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların bağırışından farksız oluyordu. Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin arasından, “Ana… Anacığım… Ana!” diye mırıldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı.”
Orhan Kemal’in anlattığı kişiler için Önce Ekmek gelir. Ama ekmeğe ulaşmak o kadar kolay değildir. Bu konuda kavga verir yoksul insanlar. Orhan Kemal’in 1969 yılında hem Türk Dil Kurumu hem de Sait Faik Hikaye Ödülleri’ni kazanan kitabıdır Önce Ekmek. Orhan Kemal, Önce Ekmek adlı öyküde, ailenin geçim zorlukları nedeniyle, ortaokula giden Ayten’in okulu bırakıp çalışmaya karar verişini anlatılır hem de yaşlı, kimsesiz, hasta komşuları Hediye Nine’yi artık doktor çıkmayıp iyileştiremeyeceğini bilmenin acısı içinde.
“Bir zamanlar ilkokula kuş cıvıltılarını anımsatarak gidip geldiği mahalle arkadaşlarından çoğu gibi o da artık veda etmeliydi ortaokula. Ortaokula, ardından gelecek liseye, üniversiteye, doktorluğa. Yarı aç yarı tok, birbirini kesen sokaklarla dolmuşların otobüslerin vızır vızır gelip geçtiği caddeleri yürüyerek, beş parasız ama hiçbir şeye imrenmeden gidip gelişlere bir son demeliydi artık. İlkokuldan sonra öğrenime sırt dönüp ekmek ardında koşan arkadaşları gibi o da trikolarda çalışacaktı. Annesi kaç kez iki gözü iki çeşme:
“Aman yavrum, bakma sen babana. Oku, yeteneğin de var bırakma okulunu,” demişti.
Elindeki eki attı. Babası hiç olmazsa annesinin çamaşıra, temizliğe falan gitmesini istiyordu. Gecelerce dinlemişti kavgalarını, gözyaşları içinde..
“Babanın savcı olduğu zamanlar tarihe karıştı Hanım.”
“Bağırma, komşulardan utan. Ele güne karşı rezil olduğumuz yeter!”
“Artık rezalet de, vezaret de vız gelir bana!”
“Bana gelmez. Kızımız var. Çocuğunun geleceğini düşün.!”
Mahmut Yesari’nin 1938’de basılan Yakacık Mektupları öyküler, gözlemler, izlenimler derlemesi, adından da anlaşılabileceği gibi, 1930’lu yılların Yakacık’ı ve Yakacık Sanatoryumu’nu anlatır. Tedavi olmak amacıyla sanatoryuma giderken 20 yıl öncesine dönüyor hayalleri. Askerlik yaptığı zamanlardaki Yakacık’la yaşadığı yıllardaki Yakacık’ı karşılaştırıyor. Kitapta 11 öykü var ve kahramanların tamamı Yakacık Sanatoryumu ile bağlantılı. Mahmut Yesari, acı bir tesadüftür ki bu kitapta anlattığı Yakacık Sanatoryumu’nda 1945’te veremden ölmüştür.
“Hayır… Öleceğim… Bunu biliyorum. Fakat ne istiyorum bilir misiniz? Çok çiçek getirsinler. Çok çiçek, ama kabil olabildiği kadar çok… Beni babamın yanına gömsünler. Eğer buraya gömerlerse, kemiklerim bir gurbet sancısıyla sızlayacak. Başka vasiyetim yok… Vasiyetimi yerine getireceklerine eminim… Bu muhakkak… Bundan şüphe etmiyorum…Kulaklarım uğuldamaya başlamış, onun halsiz, yorgun sesini duyamıyordum. Hayat için umutlarını, hülyalarını kaybetmişti; fakat yine ümitsiz değildi, yine ilerisi için, yeni ümitlere, hülyalara kapılıyordu…”
Tarık Dursun K., sıradan insanların yaşam öykülerine, aşklarına, ayrılıklarına ayna tutar. İç konuşmalara yer verir, şiirsel bir dil kullanır. Ona Sevdiğimi Söyle, buruk bir aşk öyküsüdür. Tarık Dursun K., Ona Sevdiğimi Söyle kitabı ile 1985 Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazanır.
Tarık Dursun K.’dan kısa bir süre sonra kaybettiğimiz şairlerimizden Sennur Sezer şöyle diyor: “Tarık Dursun’un bir öyküsünü çoğaltıp dağıtmayı düşünüyorum. Çoğaltmak da yetmez, şehrin kalabalık saatlerinde alanda okutsam mı… Öykünün adı Ona Sevdiğimi Söyle. Yurtdışında çalışan bir delikanlının öyküsü. Ailesi acele Türkiye’ye çağırır onu, anlatır eşinin vefasızlığını. Vefasızlık bir yana peşine takıldığı delikanlı yüzünden bir buluşma evindedir genç kadın. Alıp evlerine götürürler yedirip içirip karısını nasıl vurması gerektiğini anlatırlar. Cebine tabancayı yerleştirirler. Neler yapması gerektiğini tekrarlarlar. Delikanlı yıkanır, süslenir. Karısının çalıştığı eve gider. Karısını sorar. Bir müşteriyle birliktedir kadın. Gümrükten aldığı parfümü kızın çalıştığı evin yöneticisine verip, “Ona sevdiğimi söyle” der.”
“Cigara içmezdi, çantasından paketi çıkardı, bir tane yaktı. Altın bir çakmağı vardı, onunla yaktı; freeshop’larda çok pahalı satılan çakmaklardandı, altındı. Beni düşünme dedi, sesini alçaltarak. Beni düşünme, sen mecbursun, yap, korkma dedi. Korktuğumdan değil, dedim. Yapmak istemediğimden, dedim. İstemiyorum de ondan dedim. Elimi tuttu. Yap dedi. Yap işte bunu, dedi. Berikiler duymuyorlardı bizi. Mama, kahveciyi aldı, başıyla gösterdi, kahve fincanını aldım. Kahveciye sade değil mi diye sordu. Kahveci bana bir kahve dediler, orta yaptım bende dedi. Al dedi götür, sade içer, orta sevmez dedi, fincanı geri verdi.
Niye geldin peki buralara kadar dedi, kahveci gittikten sonra. Seni görmeye dedim. Beni görmeye mi dedi. Kaşının biri yukarı kalkıp indi. Beni görecektin de ne olacaktı, işte gördün yetti mi bu sana dedi. Bilmiyorum, dedim. Sustum. O da sustu.
Telefon çaldı. Mama açtı, konuştu. Ne dedikleriyle, ne dediğini yalnız kendi duyuyordu. Yağmur yağmıyor mu diye dışarıya baktım. Hayır yağmıyordu, mevsimiydi fakat yağmıyordu. Belki Rezidentstrasse’ye yağıyordu; belki damların üstünde güvercinler birikmiştir yine, başlarını birbirlerine sokulup birbirlerinin kanatları altına soktukları tüylerine yağmur yağıyor, durmuyor, tomurup boncuklanarak üstlerinden macenta kırmızısı ayaklarına süzülüyordu.”
Türk Edebiyatı’nın yaşayan en önemli isimlerinden Füruzan, ilk kitabı Parasız Yatılı’yla 1972 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı. Küçük kızların hayat karşısındaki yenilgileri, anne-kız arasındaki ilişkiler, yoksulluk, geçmişe özlem bu öykülerde ana temalardır. İskele Parkları’nda, ailesinin izni olmadan evlenen otuz yaşında bir kadının, iş kazasında eşi öldükten sonra yedi yaşındaki kızıyla sürdürdüğü yoksul yaşamını konu alır. Kadın, çocuğu kendine ayak bağı olarak görür, nasıl iş bulurum, nasıl geçinirim kaygısındadır.
“Bu olmasa, diye düşündü, ağaca çıksam pabucum yerde kalmazdı. Bir boğazın derdi ne olur ki? Artık otuz yaşındayım. Yaşlandım sayılır. Hem yedi yaşında çocuklu bir kadınla kim evlenmek ister yeniden? Zayıfım da. Tahta gibi göğüslerim var. Belki biraz yiyip içsem, adam nerde koca. Zaten evlenmek istemiyorum aslında. Ama para yok, pul yok. Bazı şeytan diyor, at kendini denize, bitsin şu iş. Bak adama sen, öl git. Yapılacak iş mi bu? Hiç bizi düşünmedi. Bilmiyor mu? Kimimiz kimsemiz yok. Çalıştığı yerden tutuşturdular iki aylığını elime, sattım gelinlik takımlarımı. Bir dolap, bir karyola. Elimde kaldı üç beş kuruş daha.”
Nezihe Meriç’i kendinden önceki yazarlardan farklı kılan unsur, kadınların yaşantılarına, toplumsal gerçekçi çizgide eğilmesi ve onların iç dünyalarını en ince ayrıntısına kadar betimlemesidir. Meriç, eserlerinde kadınların iç dünyasını, çelişkilerini, toplumsal kurallar, gelenek ve göreneklerle ilişkileriyle inanç biçimlerini ve bunların kadınların yaşamlarını ne yönde etkilediğini ele almaya çalışmıştır. Yanmışım Dumanım Tüter’de bir ölümün arkasından, yokluğun, boşluğun, sessizliğin ardından, bu eksikliğin anlatıcıda yarattığı dilsizliğe tanıklık ederiz. Anlatıcı dilsizdir, zira bu acıyı bir türlü izah edecek kelimeleri, duyguları bulamaz. Sarıldığı tek sözcük kederdir.
“Keder. R, dilimle damağım arasında çoğalıp yoğunlaşıp kalıyor. Kimse anlamıyor bu kalıntıyı.
“Kederliyim kederli” dediğim zaman da, kendime usulca, i’nin uzayıp gidişini, değişip çığlık oluşunu da. Çavlanın içinde, tek başıma, eli kolu bomboş kalmış, kendime yumulmuş oturuyorum.
Gece. Gece de kederli. Karanlık. Karanlık da kederli.
Işığı yanmayan lambalar da, ufaklı büyüklü lekeler halindeler; orada burada. Keder içindeler. Işıklarını kaybettiler. Ben de. Ben de sevincimi, yürüyüşümün ahengini, sesimi, sonunda da gözyaşlarımı kaybettim. (….)
Ağlanmamalıymış. Çoluk çocuk düşünülmeliymiş. Ben, G’yim. Ç çoluğum çocuğum.
Çünkü… Ne? Çünkü g’ler sessiz, boğuntulu. Nasıl yani? İğde gibi. Ç’ler? Ç’ler de çocukların tasasız, ne olursa olsun bir yerlerden bulup çıkardıkları sevinçleri, oyunları, gülmeleri.”
Cevdet Kudret, Türk Edebiyatı’nda genellikle araştırmacı, eleştirmen, edebiyat tarihçisi ve denemeci yönleriyle bilinir. Adını ilk kez Yedi Meşaleciler arasında duyuran yazar, şiir, roman, öykü ve tiyatro türlerinde de eserler vermiştir. Cevdet Kudret, çeşitli dergilerde ve farklı tarihlerde yayımladığı öykülerini Sokak’ta toplamıştır. Sokak’taki on iki öyküden ilk altısını Eğlencelik başlığı altında toplamıştır ve gülmece unsuru ön plandadır. İkinci kısımda ise yine altı öykü yer alır ve bunlar da Ağlancalık başlığı altında sıralanır. Öykülerde daha çok toplumun mutsuz çoğunluğunun üzerine çökmüş olan yoksulluk, özellikle kent yoksulluğu anlatılır. Ölü Yemeği’nde anne ve çocukların açlık, beslenme, ısınma ve sağlık problemleri babanın ölümünden sonra büyük bir çıkmaza dönüşür. İlk zamanlarda ölü evine gönderilen yemeklerin teskin ediciliğiyle acıları hafifleyen anne ve çocuklar, aradan kısa bir süre geçtikten sonra beslenme sorunuyla baş başa kalırlar.
“Gülnaz Kadın, yattığı yerden çocuklarının nefeslerini dinliyor, bağırmamak için alt dudağını ısırıyor, kapalı kirpiklerinin arasından sızan gözyaşları şakaklarına doğru sessizce süzülüyordu. Dışarıda hayat gene eskisi gibi sürüp gitmekteydi. Birkaç gündür başka türlü yiyeceğe alışan ağızları Gülnaz Kadın’ın sade suya denecek kadar az yağlı patatesini yadırgadı ise de, buna alışmaktan başka yapacak yoktu. Evdeki hazır zahire bitene kadar, yani üç dört gün, pek aç kalmadılar; fakat yağ, un, patates gibi şeyler bitince zorluk başladı; bir iki gün de köşede bucakta ne buldularsa, iki baş soğan, birkaç diş sarımsak, dolabın köşesine dökülmüş beş on bakla içi, kuru fasulye vb. ile nefislerini körelttiler. Sonunda, evdeki bütün kapların sepetlerin, şişelerin, kutuların boşaldığı bir gün geldi çattı. O gün ilk defa hiçbir şey yemeden yaşadılar.”
Cemil Kavukçu’nun Temmuz Suçlu adlı kitabı, yazıldığı dönemin genel koşullarına ışık tutan 19 öyküden oluşur. Yalnızlık, geçim sıkıntısı, korku, bohem hayat tarzı, gerçeklerden, kalabalık kent ortamından ve toplumdan kaçış, bu öykülerin özünü oluşturur. İşsizliğin Uzun Günlerinden Biri, adlı öykünün kahraman anlatıcısı, kendi yaşam serüveni içinde geçmiş zaman ile günümüzdeki halini karşılaştırırken, tükenmeye yüz tutmuş gerçek benliğiyle hesaplaşır. Eski dostlarından kopmak zorunda kaldığı için kimsesiz ve yalnızdır. Hayatı, sunulmuş düzeni, güven vermeyen insan ilişkilerini sorgular. Beklentileri olan herkesi sevdiği halde aynı ilgiyi ve sevgiyi bulamamaktan şikayet eder. Karamsardır, mutsuzdur.
Yüzü gülen adam gösterin bana, diye bağırıyorum, yüzü gülen insan. Işıkları yakın, diyorum, güneş nerde. Karamsarlığa yuvarlanıyoruz. Kimse o boş gözlerini döndürüp de bakmıyor bana. Yüzler sabun, yüzler alçı. Bedeli çok ağır ödenen bir dönemden geçiyoruz, diyorum, ne kadar az yara alırsak, yani bu dönemi atlatırsak… Duymuyor kimse. Karı, kocaya yabancı, kardeş kardeşe. Sağırlar. Evet bu nedenle içki bardaklarını koltuk değnekleri gibi kullanıyoruz. Gün batınca yük daha da ağırlaşıyor. İçmesem olmuyor. Olmuyor. Oğlumun yanında kalıyorum. Ama onların yaşamına kara çalı gibi girdiğimi, gelinimin benden hoşlanmadığımı bildiğim halde gecenin ileri bir saati o kapıyı çalıyorum. Artık yemeği neden dışarıda yemediğimi de sormuyorlar… Onursuz yaşıyorum.”
Kaynak
Eğitsel Bir Bakış Açısıyla Ömer Seyfettin ve Kaşağı, Çavlanın İçinde Tek Başına: Nezihe Meriç Öykücülüğü, Cevdet Kudret’in Yaşamından Sokakı’na Türkiye’nin Sosyoekonomik ve Politik Hallerinin Yansımaları
Nazım Hikmet’ten Piraye’ye Aşk Dolu Mektuplar