34,4830$% 0.05
36,3447€% -0.04
2.956,77%0,75
5.039,00%0,23
20.097,00%-0,06
Cemal Süreya’nın dediği gibi “Şairin hayatı şiire dahildir… Yeri düşer, biyografik bir bilgi, bir yapıtı, bir öyküyü, bir romanı, bir şiiri çözümlemekte anahtar işlevi görür. Onun için özel hayatları da önemlidir şair ve yazarların.”
Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Ayça Öztorun’a verdiği röportajda babası ile ilgili şunları anlatıyor:
“Annemiz Nuriye Hanım oldukça emektar şefkat dolu bir insandı. Fatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir açılır kapanır masamız, duvarda eski bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve çok küçük bir mutfak. Anneme, seksenli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.”
“Evin en küçüğü olmam nedeni ile biraz torpilliydim. Müzede gördüğünüz yatağın üzerine bir tane gofret koyardı. Çalışmasına ara verip biraz dinleneceği vakitlerde bana seslenirdi. “Işık, koş gel. Bak sana kuş ne getirdi” derdi. Babam, bu numarayı defalarca yaptığı için babamın gofret getirdiğini bilir, yıldırım hızı ile yatağın üzerine atlardım. Gofreti nefes almadan yerdim. Babam, daktilosunun başında beni seyredermiş, ben onun farkına bile varmazmışım. Gofret bittikten sonra alüminyum ambalajına bulaşan çikolatayı yalardım. Sonra işim bitince babamı öper, odadan çıkardım. Yıllar sonra öykülerini okumaya başladığımda Çikolata isimli öyküsü dikkatimi çekti. Ben miydim acaba bu öyküyü yazdıran diye düşünmeden edemedim ve çok duygulandım.”
Ağabeyimin bir anekdotu var: “Babamın paralı mı, parasız mı olduğunu kapı vuruşundan anlardık. Melodik tıklatmayla kapıyı çaldığı zaman babamın ekonomik sıkıntısı olmadığını anlardık. Ama babam tok bir şekilde kapıya vuruyorsa, sıkıntılı bir durum olduğunu anlayan annem, “Aman çocuklar gürültü yapmayın. Babanızı üzecek herhangi bir şey yapmayın” derdi.”
“Dilinde hala bu türkü, alnında ter tomurcukları… Bu tomurcuklar gittikçe arttı, yuvarlak yanakları kızardı. Kendinden geçti, işe kendini öyle verdi ki… Hele çamaşırlardaki pire tersleri… Bu tersleri mutlaka çıkaracaktı. Terslerde inat ediyorlardı. Terslerin inadına Cemile’nin inadı daha baskın çıkmalıydı. Onları mutlaka çıkaracaktı. Hırslı hırslı eğilip kalktıkça belinden aşağılara inen kuvvetli örgüleri hopluyor, tokasından kurtulan kahkülü de gözüne girip duruyordu. Buna öyle sinirlendi ki… Bir ara kahkülü bileğiyle itti. Olmadı. “Dert” diye doğruldu. Hınzır kahkülü ıslak parmaklarıyla kıvırdı, öteki saçlarının arasına soktu, tokaladı.” (Cemile)
İlk baskısı 1978 yılında yapılan, Filiz Ali ve Atilla Özkırımlı tarafından hazırlanan Sabahattin Ali – Anılar, İncelemeler, Eleştiriler kitabının Anılar bölümünden alıntılar:
Süheyla Conkman ağabeyini şöyle anlatıyor: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardır ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: “Ata binesim geldi, hay dah dah, yare gidesim geldi.” Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de “Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı” dedikçe şaka yollu tekrarlardı: Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yar yar aman… Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik.”
Birkaç aile birlikte Ankara’nın çevresinde kır gezmesine giderler. Yağmur yağar, ardından güneş açar. Tam tepelerinde bir gökkuşağı belirir. Köy Sosyoloji ile yazdığı kitaplarıyla bilinen Cumhuriyet dönemi aydınlarından Mediha Esenel o günü şöyle anlatır:“Koşsam altından geçebilir miyim acaba?” diye bir koşu tutturdu. Ben, “Ebemkuşağının altından geçen cinsiyet değiştirirmiş” dedim, hemen durdu. “Kadın olmak çok mu kötü?” diye sordum. “Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni kim alır?” diye şaka ile yanıtladı.”
Sabahattin Ali, bir diksiyon yanlışı yakaladı mı düzeltmeden duramaz. “Bu yüzden Aliye Hanım bana fena içerliyor. Karı koca ağız tadıyla kavga edemiyoruz. Kavganın en can alacak yerinde tutup diksiyon yanlışlarını düzeltiyorum”diyerek arkadaşlarına yakınır.
“Mektubunu aldım. “Ben fena kız değilim, senin meyus olmayıp saadetin için hayatımı şimdi fedaya hazırım!” diyorsun. Aliye, bana böyle şeyler yazma… Sonra ben sana deli gibi aşık olurum. Senin ne iyi kız olduğunu biliyorum. Muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. Bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım.” Mektubundaki, “Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm!” cümlesini belki elli defa okudum. Ah Aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. Benim nasıl sevebileceğimi göreceksin.” (25 Mart 1935)
Edebiyatçılarımızın arasında baba olmanın acısını en çok o yaşar. Üç çocuğu (Vedide, Sadun, Güzin) küçük yaşlarda çeşitli hastalıklardan dolayı ölür. Halit Ziya, Sadun için Kırık Oyuncak’ı, Güzin için Kırık Hayatlar’ı yazar. 1904 yılında doğan oğlu Vedat, iyi bir eğitim alır. Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenen Vedat’ın esas tutkusu müzik ve piyanodur.
İstanbul’da Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlayan Vedat, birkaç arkadaşıyla bir trio kurup konserler vermeye başlar. Hamdullah Suphi, onları konser için Ankara’ya çağırır. Vedat Ankara’da büyük amcasının kendisinden beş yaş büyük kızı Latife’nin yeni evi Çankaya Köşkü’nde kalır. O akşam Çankaya’da, Mustafa Kemal’in, önce piyano çaldırdığı sonra da İngilizce, Fransızca, Almanca gazeteler getirtip çeviri yaptırdığı Vedat sınavı geçmiştir. “Ne işin var bankada, sen Hariciye’ye gel” diyen Atatürk’ün teklifi onun da hoşuna gider.
Latife Hanım, boşanma kararının ardından İzmir’e dönerken Çankaya Köşkü’nde kalan Vedat’a telefon açıp “Biz gidiyoruz. Sen de benim misafirimsin. Kendine başka bir yer bul ya da İstanbul’a dön” der. Vedat “Babama sormadan karar veremem” diye karşı çıkar. Mektup yazdığı Halit Ziya’nın cevabı aile içinde bir kırılma yaratacaktır: “Sen onun değil, Atatürk’ün misafirisin.”
Vedat, birkaç kez tayin vaadiyle kandırılır. Sonra Prag’a tayin edilir. Ama dört ay sonra yeniden Ankara’ya çağrılır. Bu durumu Halit Ziya, Atatürk’ün gösterdiği teveccühün yarattığı kıskançlıkla açıklar. Psikolojik olarak çöken Vedat, Ankara’ya dönmez babasının Yeşilköy’deki evine çekilir. Hukuk eğitimini bitirir. Sonra yeniden Hariciye’ye döner. Ankara’dan kurtulmak için önce Brüksel’e giden Vedat, 1937’de kendi isteğiyle bir arkadaşının tayinin çıktığı Tiran’a geçer. Bir yemek daveti için hazırlık yapılan bir gece, Vedat yeniden Ankara’ya çağrılmaktadır. İzin isteyip sokağa çıkar, ilk gördüğü eczaneye girer. Sefarete döndüğünde verilecek davetin çiçeklerini kontrol eder, sonra “Yorgunum, beni rahatsız etmeyin” diyerek odasına çekilir.
Sabah kalkmayınca kapısı kırılarak girilen odasında hemen yanı başında dört adet boş ilaç kutusu ve annesinin genç kızlık resmine iliştirilmiş notlar bulunur. “Anacığım acıma, sevin, korkmuyorum ve rahat konuşuyorum. Seni ve babamı çabuk beklerim. Daha sonra… Ne rahat.”
Daha zor okunan, muhtemelen ölümüne yakın son bir gayretle yazdığı diğer not ise onun 33 yıllık belirsiz dramının özeti gibidir: “Uykudan başka bir şeyler hissetmiyorum. Ne rahat. Hayatta çok bedbaht idim. Bu bir tesviye çaresi idi. Ölüm ne kolay. Uykum çok. Bütün sevdiklerim Allah’a emanet…”
Bir Acı Hikaye adlı kitabında, Halit Ziya, oğlu Vedat’ı anlatmaya çok küçük yaşlarından başlar. Onun kırılgan ruhunu, inceliğini, yaşamla kurduğu estetik ilişkiyi, fedakarlığını, özellikle de kardeşi Bülent ile ilişkisini, kültürünü yetkin bir edebiyatçının kalemiyle aktarır. Kuşkusuz bu kitap büyük bir çığlık, bir şiir, bir ağıt, tanımsız bir acının ardından…
Soner Yalçın’ın Siz Kimi Kandırıyorsunuz kitabında, Gülriz Sururi’nin Bir An Gelir isimli kitabından aktardığına göre, genç bir tiyatrocu olan Gülriz Sururi, bir gün Taksim’den dolmuşa biner. Dolmuşta bir genç sürekli kendisine bakmaktadır. Sururi, bir süre sonra buna dayanamayarak dolmuştan iner, ama cüretkar genç peşini bırakmaz. Birkaç adım sonra, iri yarı genç adam, genç kızın arkasından laf atar: “Hişt hişt… Küçükhanım, tanışabilir miyiz?” Esmer delikanlı, genç kadının “Polis çağırırım” sözü üzerine uzaklaşır. Gülriz Sururi, bu ısrarlı çapkınının ismini çok geçmeden öğrenecektir: Yaşar Kemal!
Soner Yalçın’ın, Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kızkardeşi ressam Mualla Eyüboğlu’nun anılarını anlattığı Hitit Güneşi isimli kitaptan aktardığına göre, Yaşar Kemal nereye giderse gitsin, Mualla Eyüboğlu’na ateşli aşk mektupları göndermektedir. Eyüboğlu, Yaşar Kemal’in kendisine karşı duyduğu aşkı şöyle anlatır:
“Yaşar Kemal’i, ben Hasanoğlan’dan Ankara’ya Sabahattin ağabeyimi ziyarete gidip gelirken tanıdım. Ağabeyim tanıştırdı bizi. O zaman Göğçeli derdi kendisine. Daha Yaşar Kemal olmamıştı. tertemiz yürekli, mütevazı bir gençti. O yıllar aşık oldu bana.”
“Hayata ışıklar içinde gül,
Şarkı gibi gecelerden süzül,
Bir yağmur ol bahçelere dökül.
Ve akşam üstleri habersiz gel.
Hülyamda ki kadını ” (Yaşar Kemal, Tenbih)
“Yaratsaydı Tanrı eğer,
Kulluk ederdim ölünceye kadar,
Öldükten sonra da…” (Yaşar Kemal, Kulluk)
Tomris Uyar, Cemal Süreya ile ilgili: “Tanıdığı kaç kişi varsa, o kadar Cemal Süreya vardır.” Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in yazdığı Şairin Hayatı Şiire Dair adlı kitaptan alıntıları okuyunca bu tespitin ne kadar doğru olduğunu anlarsınız.
Kitaplarını yakan eşi karşısında yükselen öfkesi anlaşılabilir belki, ama yeşil zeytinli börek istediği, gibisi olmayan yar diye ilan ettiği ortaokul aşkı eşi Seniha Nemli “Peynirli börek bilirim, olmaz” deyince suratına tokadı yiyiverir. Daha tokadın şokundan çıkamadan da bir başka şok! Cemal Süreya jiletle bileklerini kesmektedir. Cemal Süreya’nın eşlerinin suratlarında patlayan tokatları ya da kimi zaman diş protezi taktırtmaya vardıracak şiddeti sözkonusu.
Cemal Süreya’nın iki ayrı eşinden iki çocuğu oluyor: Seniha Nemli’den olan kızı Ayçe için Süreya’nın yazdıkları şöyle:“Ayçe beni ve benimle ilgili hiçbir şeyi sevmiyor. Öyle sanıyorum ki, İstanbul’da 15 günden fazla kalmaz. Seher Abla’ya benim için “Şimdiye kadar para yollamadı. Yüzüne sırf paramı almak için gülüyorum” demiş.”
Zuhal Tekkanat’tan olan oğlu Memo Emrah ise hiç kimseyle, hatta yazıyla bile paylaşmak istemez babasını. Öğretmenine yalanlar söyler bu yüzden. Babasının yazmaktan sıkıldığını, bakkal dükkanı açacağını uydurur. Memo’nun fiziksel, hormonal ve ruhsal sorunları on yaşındayken başlar. Aşırı şişmanlayan Memo derslerinde de başarısızdır.
Memo büyüdükçe aile içinde huzur kalmaz. Babasının müzik setini, videosunu satıp silah alır. Bir dönem dini kitaplar alıp, sağcı örgütlerle bağlantı kurar. Bir süre hapse girip çıkar. Babasının son eşi Birsen Sağnak ile birlikte yaşadıkları evi işgal eder. Babasını kimseyle görüştürmez, telefon kablosunu koparır, yazılarını yırtar. Bir gün öylesine bunalır ki Cemal Süreya, eşi Birsen Hanım’a “Gel al beni buradan. Kurtar beni” der. Bir yandan da çok sevdiğini dile getirir. “Beni çok üzüyor. Ama gene de seviyorum. Ona bir şey olursa intihar ederim.”
Ölümünden kısa bir süre önce hastaneye kaldırılışı da iki ayrı tanıklıkla verilir kitapta. Birsen Hanım’a söylendiğine göre, Süreya uykudan kalkıp rakı içmek ister. Memo gürültüye uyandığında, buzdolabının önünde yerde bulur babasını. Memo olay gecesini halası Ayten’e ise şöyle anlatır: “Bir tıkırtı duydum. Kalktım, babam buzdolabının önünde. İçki alacak zannettim, su içeceğim” dedi. Kitapta olay gecesinin devamı şöyle anlatılır, bundan sonrası Memo’nun anlatımında bulanık. Memo Emrah’ın, Süreya’yı döverek ölümüne yol açtığı iddiasına ise annesi Zuhal Tekkanat karşı çıkar. Süreya’nın ölümünden 7 ay 2 gün sonra, Memo Emrah av tüfeğinin bir arkadaşının elinde ateş alması sonucu hayatını kaybeder.
“Durakta üç kişi
Adam kadın ve çocuk
Adamın elleri ceplerinde
Kadın çocuğun elini tutmuş
Adam hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü
Kadın güzel
Güzel anılar gibi güzel
Çocuk
Güzel anılar gibi hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi güzel” (Fotoğraf)
12 Aralık 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Baba olmasıyla ilgili duygularını Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle anlatır:
“Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus cüzdanını cebimde taşıdım. Cebimdeki, sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu… Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”
Oğlu Filinta Önal’ın babası hakkında anlattıkları:
“Babam dedeme çok düşkündü. Hep erken kaybettim, derdi. Babamın gerçek adı Ahmet Hamdi Önal’dır. Mahlas olarak kullandığı Arif, dedemin adıdır.”
“Pek çok işi kendisi yapardı, yapmayı da severdi. Doğal olarak dışarıda, esnafla iç içeydi, bütün mahallenin Ahmet Abisi idi. “Ölürsem beni, cenazemi Hacı Bayram’dan kaldırın” demişti. Orası daha garibanların gittiği bir yer. Maltepe daha şehirli insanların gittiği bir yer. Fakat öldüğünde Hacı Bayram’da restorasyon vardı mümkün değildi. Maltepe’den kalktı.”
Parası yok, ev geçindirmek zor; bu nedenle, yaklaşık 40’lı yaşların başında evlenir. 45’inde de baba olur. 1967’de evlendiği Aynur Hanım “Güzel bir babaydı, güzel bir eşti. Güzelliklerle anıyoruz onu. Çok erken kaybettik.” der.
Ülkü Tamer’in, Ahmet Arif’le ilgili çok güzel bir anısı:
“Ahmed Arif en sevdiğim şairlerden biri. İnsan olarak da inanılmaz derecede sıcak bir dosttu. Muzaffer Erdost’la bazı geceler 12’den sonra bir karpuz alıp onu gece sekreteri olarak çalıştığı gazetede ziyarete gider, saatlerce çene çalardık. Kahkahalar atarak sık sık anlattığı bir olayı hiç unutmadım.
Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş. Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu. Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu. Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlarmış övünmeye. Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu. “Ne bilsin anam!” derdi Ahmed Arif. “Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanıyor.”
“Leylim, İngiltere’ye gittiğini gazetede okudum. Eski Sevgili’yi roman boyutlarında ele alabilirdin. Adını bana danışsaydın. Eski yerine ölümsüz ya da sonsuz olmasını isterdim. Neyse, bu konuda fırsat bulunca konuşuruz. Yahut yazışırız. Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk. Fatoş ablasını (Erbil’in kızı) ve seni öper. Ben de güzellik, sağlık ve mutluluğunun sonsuz olmasını dilerim. Fatoş’un gözlerinden öperim. Selam ve sevgiler.” (1977’de Leyla Erbil’e yazdığı son mektup)
Leyla Erbil de Eski Sevgili kitabındaki son öyküde Ahmed Arif’in dizelerine yer vermiş:
“Bu namustur
Künyemize yazılmış
Bu da sabır
Ağulardan süzülmüş
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü”
“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Varnadan,
işitiyor musun, Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan, deli hasret,
deli hasret oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun?
Memet! Memet!”
Şairin hayatında 2 Memet var. Bu şiiri yazdığı Nazım Hikmet’in Münevver Andaç’tan olan oğlu Memet Nazım, diğeri Piraye’nin oğlu Memet Fuat. Şair, Memet Fuat’ı oğlu gibi sevdiği için kendi oğlunun adını da Memet koyar. Henüz 3 aylıkken terk etmek zorunda kaldığı Memet Nazım, artık Memet Andaç Borzecki. Milliyet Gazetesi’nden Halit Çapın ve Orhan Türel’in 28 Mart 1970 tarihli röportajında Memet hayatı boyunca sadece 15 gün görebildiği babasından adeta nefret etmektedir.
“Ben bütün yaşantım boyunca onu sadece 15 gün görebildim. Hepsi o kadar. 15 gün için karşıma çıkan bir adam ve bana söylenilen bir laf: İşte baban… Olmaz öyle şey!” ve ekliyor “Benim babam ve herşeyim annemdir.”
Sanki babasına inat, röportajda “Benim ismim Memet değil, Mehmet’tir” diyor. 2010 yılında mezarının Türkiye’ye taşınması için uğraşan kişilere ise: “Babam, ruble karşılığında şiir yazan bir adamdı. Hasta annemi ve henüz 3 yaşında olan beni terk ederek yüzüstü bırakan ve başka kadınlara gitmiş bir adam için kılımı kıpırdatmam.” Kundaktayken terk edilmiş ve hayatı boyunca baba hasreti çekmiş bir çocuğun öfkesini anlamak mümkün. Ama tanınmış, topluma malolmuş kişilerin çocukları baba ya da annelerinin başarısının baskısı altında ezilebiliyor. Memet’in “Babamdan daha büyük bir şair olacağım, inanmadığım şeyleri de yazmayacağım, babam inanmadığı bir dolu şiir yazdı” ifadeleri de sanki buna işaret ediyor. Memed Nazım uzun yıllar Fransa’da yaşadıktan sonra Büyükada’ya yerleşir. Evinde babasına dair bir arşiv de bulundurmaz, ama Nazım Hikmet’in tüm eserlerinin telifleri Memet Nazım’a ödenir.
Nazım Hikmet’in Piraye’nin oğlu olan ve kendi oğlu gibi sevdiği Memet Fuat’a olan duygularını hapisteyken yazdığı şu mektup ne kadar da güzel anlatıyor:
“Oğlum, Mektubunu aldım. Bayram ettim. Sen daha o kadar gençsin ki hatıraları olmayan ve hatıralara değerlerini vermesini öğrenmemiş olansın. Halbuki ben artık hatıraları olan ve hatıralara değer verecek kadar ihtiyarlamışım. Bunun içindir ki, mektubunu alır almaz, doğrudan doğruya, senin kırmızı çocukluk başının etrafında halkalanan güzel yıllarım hemen canlanıverdiler. Senin çocukluğunu ve kendi gençliğini tekrar yaşadım. Dünyada en çok sevdiğim insanlardan biri anandır ve senin sevgin hemen bunun yanındadır ve ondan ayrılmaz. O kadar ki ne zaman ananı düşünsem derhal senin çocukluğundan çeşitli basamaklar gözümün önüne gelir. Seni Kadıköy’de apartmanda, bana kapıyı açarken ve boynuma sarılıken görürüm. Seni Erenköy’de ilk mektebe gittiğin zamanki önlüklü halinle görürüm. Velhasıl sen benim en güzel yıllarımın ve yüreğimin içinde dünyanın en güzel ve en iyi kadın başıyla yan yana ve ondan ayrılmaz bir haldesin. Sen benim oğlumsun. Sana oğlum derken içimin nasıl saadetle dolduğunu henüz kestiremeyecek kadar gençsin.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar, anneanne, teyzeler, dadılardan oluşan kadınlarla dolu bir evde büyüdüğü için onlardan nakış işlemeyi, dantel örmeyi, yemek yapmayı, müziğe, estetiğe derin bir sevgi beslemeyi öğrenmiş. Muhtemeldir ki romanlarında kadınları, onların iç dünyalarını bu kadar iyi anlatması çocukluğunda büyüdüğü bu ortamın eseridir.
Hüseyin Rahmi’nin bir sürü eldiveni vardı. Sokağa, eldivensiz hiç çıkmazdı. Bunları, şık olmak düşüncesiyle değil, mikrop kapma korkusuyla giyerdi. Kapı kollarına mendilsiz dokunmazdı. Hiç kimseyle tokalaşmaz. Peçetesiz, kolonyasız evden çıkmazdı. Jestler yaparak konuşan, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturarak oturan ya da kısa kahkahalarla gülerek bitiştirdiği parmaklarıyla dudaklarını kapatan, kravat, papyon gibi aksesuarlara düşkün, kırmızı renge tutkun Hüseyin Rahmi zaman zaman da kendinden beklenmeyecek kadar sert üslupla yazılmış makaleleriyle kendisini şakacı, nazik biri olarak hatırlayanları şaşırtmıştır.
Heybeliada’lılar bisikleti ilk kez gördükleri için, bisikletle gezmeyi çok seven Hüseyin Rahmi’ye “şeytan arabalı“ derler.
Gürpınar’ın örgü ve dantel merakı, babaannesinin ve teyzesinin yanında büyüdüğü çocukluk yıllarına kadar uzanır. İleriki yaşlarında yalnızlığını gidermek, sıkıntılarını unutmak için hobiye dönüşür bu merak. Şimdi müze olan Heybeliada’daki evinde yatak odasındaki yatağın üzerindeki işlemeli pembe örtü, işlemeler de, mutfaktaki masanın örtüsündeki tığ işi motifler de bizzat yazarın kendisine ait. Duvarlarda asılı peyzajlar da Hüseyin Rahmi’nin yapıtları. Yemek yapmayı çok sever, özellikle reçel ve dondurma konusunda adeta uzmanlaşmıştır.
Heybeliada’daki köşkte yengesi Aliye Hanım, Aliye Hanım’ın kızı Safter Hanım, hayat arkadaşım dediği Miralay Hulusi Bey ve hizmetçisiyle yaşar. Hulusi Bey 1933’te vefat edince sıkıntıdan ve kederden kaçmak için Mısır’a gitmesi arkadaşına duyduğu sevgiyi anlatmaya yeter. Kitaplarını ilk önce okuttuğu, her sabah birlikte yürüyüşe çıktığı Hulusi Bey dışında yalnızlığını kimseyle paylaşmadığını söylemek yanlış olmaz. Müzmin bekardır ve ömür boyu evlenmez. Aşk onun için cinselliğin öne çıktığı gelip geçici bir durumdur. Refik Ahmet Sevengil, Gürpınar’ı anlattığı bir yazısında şöyle der: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam…”
“Dün küçük hanımlar seyre gittiler. Gördün mü? Beyoğlu’nda tiyatro varmış. Gördüm, gördüm. Sokağa bir sürü köpek gelmiş gibi harhar harhar bir gürültü oldu. Cumbaya koştum. Bir de bakayım ki konağın kapısının önüne otomobil gelmiş. İçerinden bakalım kim çıkacak diye bekledim. Beklerim beklerim kimse çıkmaz. Kuruyan erik ağacının kökünü söktük de hastalara biraz bulgur çorbası pişiriyordum. Çorba lapa olmasın diye bir ocağa koşarım, bir cumbaya koşarım. Bilmem Bulgurlu’ya gelin mi gidiyor, bu ne bitmez tükenmez süs, düzen… En sonunda çıktılar. Hacı’nın kızları Nermin, Narin, Hafız’ın gelini Sadiye, üçü beraber… Hanım, ne kılık, ne kıyafet… Kokona desem bunların yanında kokona da bir şey mi acaba?” (Hakka Sığındık)
Sait Faik şöyle betimlemiştir Orhan Veli’yi: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, denebilirse ergenlik bozuğu bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli.”
Orhan Veli ise askerlik yaptığı yıllarda naif bir anlatımla hayatını şöyle dile getirmiştir: “1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.”
Orhan Veli, sonuncu aşkı Nahit Hanım’la bir sonbahar sabahında, Boğaziçi Vapuru’nda tanışır. Nahit Hanım’ın Zeynep Oral ile yaptığı röportajda Orhan Veli hakkında anlattıkları şöyledir:
“Onu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü… Mahzundu… Neden? Bence… Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün… Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından… Fiziğinden… Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da… Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. Şimdi gelirim, der; kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi. Örneğin, Mahzun Durmak şiiri, onun tavrına çok uygun bir şiirdir.”
“Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.”
“Neşesini hiç kaybetmez, çocuksu bir yanı vardı. Bir gün bana bir avuç bilye hediye etmişti. Ne severdi yürüyüşe çıkmayı. Ne çok yürürdük birlikte. Ama Melih Cevdet’le Çubuk Barajı’nda geçirdiği trafik kazasından sonra daha az sever oldu yürümeyi. “Vazgeç Nahit Hanım, yürümeyelim, gel şu salaş kahvede oturalım” derdi. Bedensel bir yorgunluk duyuyordu hep… At yarışlarına da gitmek büyük eğlenceydi bizim için. Ve hep kaybederdik.”
Kızkardeşi Firuzan Yolyapan’nın ağabeyi ile ilgili anlattıkları ise şöyle:
“Dürüst ve medeniydi. Kimseye kötü kelime konuştuğunu duymadım. Anneme, babama da itaatkardı. Aramızda 10 yaş vardı ama bana baba ve arkadaştı da. İyi olmamı, kişiliğimi ona borçluyum. Bana “Fırfırım” derdi. Çok şakacıydı. Maddi sıkıntı içindeydi. Buna rağmen çok neşeliydi. Küçükken arkadaşlarım geldiği zaman bize de Karagöz-Hacivat oynatırdı. Uçurtma yapma meraklısıydı. Futbol severdi. Koyu Galatasaraylıydı. Bir sürü sarı-kırmızı çorapları vardı. Şiirlerini oturup yazdığını hiç bilmem. “Yeni bir şiirim var” derdi, yazılmış olarak gösterirdi. Onları zihninde hazırlıyordu. Son şiiri Aşk Resmi Geçidi ise öldükten sonra cebinden bir kağıda diş fırçasına sarılı olarak çıktı.”
Ölüm hep yakınında olur Orhan Veli’nin. 1939 yılında, arkadaşı Melih Cevdet Anday’la birlikte araba kazası geçirir. Anday’ın kullandığı araba Çubuk Barajı’ndan aşağı yuvarlanır. Bu olayın sonucunda yirmi gün komada kalır. II.Dünya Savaşı’nın neden olduğu gerginlik nedeniyle uzatılan askerlik görevini, 1942’den 1945 yılına kadar Gelibolu’nun Kavak Köyü’nde yapar. Orada da önemli bir kaza geçirerek ölümden kıl payı kurtulur. Attan düşer, ama birkaç günlük istirahatla düzelir.
10 Kasım 1950’de bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve başından hafifçe yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a döner. Orhan Veli’nin biyografilerinin neredeyse hepsinin son paragrafında, bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi, hastahaneye kaldırıldı yazar. Orhan Veli, 14 Kasım 1950 Salı günü, Avukat Muzaffer Gençay Hanım’ın, kızkardeşi Nejat ile beraber yaşadığı evinde fenalaşır. Muzaffer Gençay, Zeliha Tuna’ya Orhan Veli’nin evinde geçirdiği son saatleri şöyle anlatır: “Önceki akşam kalabalık bir yemek vardı. Şiirler okundu, sohbet edildi. Orhan o gece bizde kaldı. Kanepede yatarken uyuyor zannettik. Bir terslik olduğunu anlayınca Nejat’ın ödü koptu, ortalığı velveleye verdi.
Cenazesi Beyazıt Camii’nden kalkar. “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizelerinin şairinin tabutu, Beyazıt’tan Çemberlitaş’a, Sultanahmet’e yaklaşınca Bab-ı Ali Yokuşu’na sapıp Sirkeci’ye eller üstünde taşınır… Sonra arabayla da olsa Haliç, Karaköy, Tophane, Kabataş, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Rumeli Hisarı… Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli’nin ölümünden iki gün sonra Mahmut Dikerdem’e yazdığı mektupta şunları yazar :
“Biraz evvel Pertev Boratav’la morgda öğrendik. Ölüm nedeni kronik alkolizmden mütevellit beyin kanaması. Üç gündür dört-beş arkadaş ne korkunç bir ölüm kırtasiyesiyle uğraştığımızı tasavvur edemezsin. Elalem Orhan’ın şiirini nihayet anlamaya çalışırken, biz cesedini gömebilmek için akla karayı seçiyoruz. Korkunç iftiraların önlenmesi için, bir bulut kadar temiz olan Orhan’ın didik didik edilmesi icap etti.”
İlk kocası dönemin matematik dehası Salih Zeki 40 yaşında, Halide Edip 17 yaşında iken birbirlerine aşık olurlar, aralarındaki ilişkiyi de “Onun kölesiydim, zihninin kölesi” diye tanımlar. Evlendikten sonra tam anlamıyla Salih Zeki’nin kulu kölesi olur, anne olmak için de paralar kendini.
Eşini çalıştığı yerde ziyarete gittiğinde yüzündeki yaşmaktan kim olduğunu anlayamayan görevlinin, “Hanım sen az önce burada değil miydin” demesinden eşinin kendisini aldattığını, daha sonra da evlendiğini anlamasıyla boşanır. Salih Zeki’den boşandığı yıllarda kadının boşanma hakkı yoktur aslında. Ama o kocasının yeni bir eş getirmesini asla kabul etmez. Sanki intikam almak için romanlarını yazar. Seviyye Talip romanındaki kadın kahramanı, sevdiği adamla nikahsız yaşayan bir kadın. O yıllar için çok ileri bir şey bu. Bir başka kahraman, Handan ise cinselliğini açık açık anlatan bir kahraman. Kimse ona “Sen nasıl böyle şeyler yazarsın?” türünden eleştiriler getirmez, tam tersine, “Romandaki Handan, Halide Hanım’ın ta kendisi” derler. Anlattıkları, hayal gücü değil, yaşadıklarıdır.
İlk ve bir daha unutamadığı sevgilisi, birinci eşi Salih Zeki. Bunu sonradan Mina Urgan’a itiraf eder. Ama ikinci eşi Adnan Adıvar’la da arasında müthiş bir bağlılık var. Halide Edip’in flörtöz bir kadın olduğu söylenir. Hüseyin Cahit ve Yusuf Akçura flörtlerinden sadece ikisi. Yaşadığı yıllarda erkek ve kadının arkadaş olabilmesi zor, buna rağmen erkek arkadaşlarını evine davet eden, onlarla konuşacak şeyleri olan bir kadın.
Feminist bir yazardır. İlk romanlarında bile bu görülür, ama öbür yanıyla da bazı romanlarında da (Sinekli Bakkal, Akile Hanım Sokağı) halkının muhafazakar değerlerini de anlamaya çalışmıştır. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl, 1908’de Halide Edip gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başlar. Yazıları, muhafazakar çevrelerin tepkisini çeker. Ölümle tehdit edilir.
Salih Zeki’den olan 2 oğluna çok ilgili bir anne olamaz, ama ablası Mahmure’den çok destek alır. Çünkü çok meşguldür, Milli Mücadele için cepheye gider, müfettiş olarak okullara gider, romanlar yazar.
Halide Edib Adıvar’la 13 yıl beraber yaşayan torunu Ömer Sayar şöyle der: “En baştaki özelliği de dominant oluşuydu. Şimdi bilgisayarlarda solitaire dediğimiz oyunu iskambille oynardı, hiç düşürmezdi elinden. Bir yandan oynardı, ama bir yandan da fikirlerini söylerdi. Hep kendi dediği olsun diye düşünürdü. Yüzü asıktı ama hissi biriydi. Oğlu yani babam ABD’ye gitti, uzun süre kaldı. ABD’nin herhangi bir yerinde bir uçak düştüğü zaman “Acaba oğlum içinde midir” diye gözyaşı dökerdi. Böyle de içli tarafı vardı. Benim Halide Edip’le müşterek hayatım, süre itibarıyla çocuklarıyla olan müşterek hayatından daha fazladır. Bana İngilizce öğretirdi. Bir kitap tercüme ettirdi. Disiplinliydi. Galatasaray Lisesi’nin hazırlık sınıfına giderken, 1 lira harçlık verirdi, 75 kuruşunu kumbaraya at derdi. Niye 25 kuruş. Çünkü simit 5 kuruştu o zaman. “Beş gün, her gün bir simit alırsın” derdi. Yaramazlık yaptığımda, paylardı.”
Çocukluğundan beri erkek çocuğu gibi davranılır, öyle ki babası ona Halit diye hitap eder, kendine güveninin altında yatan neden bu olabilir. Mustafa Kemal’le çatışması hayatının dönüm noktası olur. Halide Edip “Önce reformları yapalım, demokrasi olsa da olur, olmasa da olur” eğilimi içerisinde, yanı sıra mandanın (I. Dünya Savaşı’ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya bazı büyük devletlere verilen yetkidir) iyi bir çözüm olacağına inanır. Bu, onun zayıf noktası olarak aleyhine kullanılmıştır. Aslında mandayı düşünmek, Halide Edip için bir arayıştır. O yıllarda aydınlar arasında mütareke Türkiye’sinin kurtuluşunda farklı düşünceler veya pasif kalmak çok yaygındır.
Mina Urgan, Bir Dinazor’un Anıları kitabında üvey babası Falih Rıfkı Atay’ın fikrini şöyle aktarır: “Halide Edip, öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemeyi, ona da egemen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in, Halide Hanım’a gelip, evinde bir acı kahve içerken, “Hanımefendi ne dersiniz, acaba Cumhuriyeti ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi?” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da, ona düşman kesilmişti.”
“1910’da benim aile hayatımda büyük bir değişme olmuştu. Salih Zeki Bey ikinci defa evlenmeye karar vermişti. Taaddüdi zevcât aleyhine hiçbir zaman değişmeyen ve taassup derecesini bulan bir kanaatim vardı. O zaman Yanya’da bulunan babamı çocuklarımla beraber ziyarete gittim. Salih Zeki Bey’e karar vermeden evvel düşünebilmesi için zaman vermek istedim. Döndüğüm zaman, bu meselenin kapanmasının mümkün olmadığını görerek ayrıldım. Yani dokuz senelik hayat arkadaşlığımız sona erdi.” (Mor Salkımlı Ev)
Kaynak:
K Dergisi, Radikal Kitap, Vatan Kitap, İpek Çalışlar Röportajları, Mehmet Birkiye
Dünya Edebiyatı’nda İz Bırakan Tutkulu Aşk Mektupları