34,5252$% 0.18
36,4805€% 0.33
2.959,58%0,84
5.065,00%0,21
20.176,00%0,25
Halide Edip, henüz 17 yaşındayken matematikçi, bilim adamı Salih Zeki Bey’le 1901 yılında evlendi. Bu evlilikten 2 oğlu oldu. 1910 yılında Salih Zeki’nin çapkınlıkları nedeniyle boşandı. Ve bu mutsuz günlerini roman karakterleri üzerinden okurlarıyla paylaşacaktı.
Handan romanı 1912 yılında tefrika edildi. Büyük sükse yapan roman kızıl saçlı, gri gözlü bir kadının mutsuz aşklarının hikayesidir. Bu cesur aşk romanındaki Hüsnü Paşa, Salih Zeki’ye, Handan ise Halide Edip’e benziyordu. Romanda Hüsnü Paşa karısını sürekli aldatıyor, evliyken başka bir kadına evlenme teklif ediyordu. Halide Edip romanda Handan’ı yeğeninin kocası Refik’e, daha sonra felsefi sohbetlerle Fikret’ten okuduğu satırlarla sosyalist Nazım’a aşık eder.
Halide Edip bir kadının cinsel arzu ve buhranlarını en açık haliyle yazarak okurları şaşırtmıştır. Nazım’ın evlenme teklifini reddedecek kadar da isyankar bir karakter yaratmıştır. O yıllarda Yakup Kadri “Bu romandan ziyade otobiyografiye benziyor” der. Yıllarca Halide Edip bunu kabul etmese de, çok sonra bir aile dostunun kızının sorusuna “Sus a canım!” diyerek gülerek yanıt verir.
“(…) Kibirden büyük acı var. (…) Vücudum o kadar senindi ki. Şimdi senin arkandan bakarken bütün bu korkunç, sonsuz bir toplam gibi birikmiş benliğimin seninle beraber gittiğini görüyorum. Sanmıyorum ki mezarda, seninle beraber yatacağımız mezarda bile sen benim, sonsuzluğa kadar benim oldun diye o ebedi huzur ve dinginliği duyayım!”
(Yeni evlendiklerinde Halide Edip ve Salih Zeki mezarda bile birlikte yatmak istediklerini söylemişlerdi.)
Sevgi Soysal’ın sıradışı kimlik ve kişiliğe sahip kadın karakteri Tante Rosa… Bir kadının hayalperestliğini, yalnızlaşmasını, yabancılaşmasını, başkaldırısını, yerleşik düzene uymayışını feminist bir tutumla verir. 14 öyküden oluşur kitap, hepsi Tante Rosa’nın öyküsüdür. Anneannesinin, kendisinin, teyzesinin kadınsal sorunlarını ele almakla beraber, bu sorunları evrenselleştiren, bir kadının ince ve keskin duyarlılığını veren bir romandır Tante Rosa.
Kendisi “Tante Rosa ne büyükannem, ne teyzemin yaşantılarını anlatır. O büyükannemden başlayıp bende biten bir çizgidir” der. Soysal’ın romanda bazen kah anlayışlı davranıp, kah acımasızca dalga geçtiği Rosa ile kurduğu yoğun ilişki Tante Rosa kadar Sevgi Soysal’ı da tanıtır okura. Rosa’yla Soysal arasındaki en belirgin benzerlik ikisinin de eşlerini bırakmayı bilmesidir. Roman otobiyografik öğeler taşır.
“Bir elmanın bir meyve olduğu, bir babanın baba, bir savaşın savaş olduğu, bir gerçeğin gerçek olduğu, bir yalanın yalan olduğu, bir aşkın aşk olduğu, bir bıkmanın bıkma olduğu, bir başkaldırmanın bir başkaldırma olduğu, bir sessizliğin bir sessizlik olduğu, bir haksızlığın bir haksızlık olduğu, bir düzenin bir düzen ve bir evliliğin bir evlilik olduğu, olacağı günler gelecekti, inanıyordu Tante Rosa.”
Reşat Nuri’nin popüler klasiğe dönüşen romanı Çalıkuşu’nun ana karakteri Feride yeni kurulan Cumhuriyet’in yaratmak istediği ideal öğretmen, aşkından ölse bile gidebilme cesareti gösteren, batı eğitimi almış, ayakları üzerinde durabilen, tek başına Anadolu’ya gidip, öğretmenlik yapabilen hem hayatla hem taşrayla mücadele edecek cesarette bir kadındır. Feride, modernleşme sürecinde örnek bir kadın figür olmasının yanı sıra, Anadolu’da yalnız bir kadın olmasıyla özellikle o dönem içerisinde hem kamusal hem de özel alanda var olmasıyla önem arzeder.
Reşat Nuri, Cumhuriyet’e geçiş dönemini, Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış, çocukluğunda babasının görevi nedeniyle, daha sonra da bir eğitimci olarak Anadolu’yu gezmiş. Bu nedenle roman, yazarın hayatından esintiler de taşır. Reşat Nuri bir erkeğin kalemiyle ama bir kadının gözünden olanları resmetmiştir. Roman 1922’de Vakit Gazetesi’nde tefrika edildi.
“Binde bir içimde bir sevgi dalgası kabaracak olursa bu da ayrı bir felaketti. İnsan gibi sevmeyi, sevdiğimi güzel güzel okşamayı öğrenmemiştim. Sevdiğim insanın üstüne bir canavar yavrusu gibi atılır, kulaklarını ısırır, yüzünü tırmalar, tartaklaya tartaklaya şaşkına çevirirdim.”
“İstanbul da kalmama imkan yok efendim, mutlaka vilayetlerden birine gitmek mecburiyetindeyim.”
Edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak kabul edilir. Yoğun ruh tahlilleri, doğa betimlemeleri yapılır. Fethi Naci, Cevdet Kudret’ten alıntılayarak roman karakterlerinden Necib’in duyguları ve hayatı ile Mehmet Rauf’un hayatı arasında büyük benzerlikler olduğunu ifade etse de Mehmet Rauf kendisiyle yapılan bir röportajda romanı Halit Ziya’nın başından geçen bir olaydan esinlenerek yazdığını söyler.
Roman aşk teması üzerine kuruludur. Süreyya ve Suad 5 yıllık evlidir. Süreyya’nın bir akrabası olan Necib’in Suad’a aşık olması ve bu aşkın Suad tarafından karşılık bulmasıyla dönülmez bir yola girer. Suad bağlı olduğu eşini düşünerek aşktan vazgeçme noktasına gelir, bu Süreyya’dan çekindiği için değil ince ruhu, iyi yüreğindendir. Suad aslında Necib’in aşkının mutluluğunu yaşamasına rağmen sadakatsizliği kendi kişiliğine ve yaşam algısına yakıştırmayan Suad, hiçbir zaman kocasına ihanet etmeyi düşünmez. Kitap 1901 yılında kitap halinde basılmıştır.
Halit Ziya da Rauf için “Mehmet Rauf roman ve öykülerinde kendi kişiliğini soyutlamamıştır” der.
“Buna sonbahar demişler…(…) Malum ya Eylül hüzün ve yas ayıdır. Bu söz üzerine Suad’a, hayatının bu çağı, ömrünün, kadınlığının eylülü gibi geldi. Eylül! (…) Bir senedir onu harap eden endişelerin, acıların ne olduğunu artık iyice anlıyordu: ‘İşte benim Eylül’üm! diyordu.’ (…) Artık uyanmış tabiatın ruhunu görüyordu; yaprakların nasıl sararmış, birçoğunun düşüp çamurlarda çürümüş olduğunu görüyordu.”
Roman 1899’da tefrika edilmiş, 1923’te kitap olarak basılmıştır. Uzun süre, unutulmuş bir kitaptır. Sahaflarda bile bulmak zordur. Ta ki ilk kez televizyonda dizi yapılana dek.
Romanın ön plandaki kadın karakteri Bihter, sınıfsal ve maddi kaygıların etkisiyle yaptığı evlilikte bir süre sonra gerçek bir mutsuzluğun ve duygusal boşluğun içine düşer. Bu ruh haline bir de aynı çatı altında yasak aşk eklenince karşımıza acıları, hırsları, gelgitleriyle yalnız başına mücadele eden öfkeli ve öfkeli olduğu kadar kederli bir kadın çıkar.
Bihter bir kadının olabilecek en gerçek hallerinden biriyle çok katmanlı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Bihter’in en büyük korkusu annesine benzemektir. Ama Oeidipus gibi kaderden kaçarken kadere daha da yaklaşmıştır. Halit Ziya bir söyleşisinde “Hiç şüphe yok ki hayat romanları değil, romanlar hayatları yapıyor” der.
Selim İleri, Kırık Deniz Kabukları kitabında Halit Ziya’nın intihar eden oğlu Halil Vedat’ın, Aşk-ı Memnu roman kahramanlarıyla nasıl benzer bir hayat yaşadığına dikkat çeker. Kimi zaman onu Beşir’e, kimi zaman da Behlül’e benzetir. Halit Ziya’nın Mai ve Siyah adlı romanındaki Ahmet Cemil ile oğlu Halil Vedat’ın kaderlerinin paralelliği dikkat çekicidir.
“Kendisine, kendi güzelliğine gülüyor ve böyle istifade olunmamaya mahkum bu güzelliğe gülerken ağlamak istiyordu. Demek bundan sonra, evet bu gece, nihayet bir senelik saldırıdan sonra artık üstün olunamayan vücudunun gençlik isyanı her vakit böyle karşısına çıkacak, sevmek, kucaklamalar içinde mest olmak isteyen mustarip ruhu onu böyle hırpalayacak, ezecek ve bu güzellikler boş emeller içinde çırpına çırpına mahvolacaktı…”
İnci Aral’ın bu kitabı 1991 yılında yayımlanan ilk romanıdır. 1992 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alır. Güçlü bir gözlem yeteneği olan Aral, gerçek hayattan beslenen romanlarıyla dış dünyadaki olay ya da kişileri aynen anlatmaz. Bunları yorumlar. Bu nedenle roman figürlerinin hiçbiri gerçek yaşamda tek bir insanın karşılığı değildir.
İnci Aral bir röportajında “Ölü Erkek Kuşlar bir ölçüde otobiyografik. İlk romanlarda görülen bir özellik. Ancak sonraki romanlarımda kendimden değil, yarattığım karakterlerden yola çıkmayı seviyorum” der.
Roman kadınların olduğu kadar erkeklerin de dünyasını aydınlattığı gibi, her iki cinse de eleştiriler vardır. Ölü Erkek Kuşlar kabaca bilinen aşk üçgenini anlatır. Suna evli olduğu Ayhan’ı sevmekle beraber, Onur’a da aşıktır. Her ikisini de kaybetmek istemez. Entellektüel olduğu halde düşüncelerini, hislerini, davranışlarını bir türlü dengeleyemez, yetiştirilme biçiminin etkisinden kurtulamaz. Suna içinde Su ve Na diye iki ayrı ruhun mücadelesiyle yıpranır. Su hayatını özveri üzerine kuran, kurulu düzen yanlısı, evcil, uysaldır. Na ise tutkulu, isyankar, hayalperest, bağımsız, bencil, başkaldırmaya hazır, romantiktir. Romanda Ayhan ve Suna’nın ilişkisi irdelenerek evlilik kurumu da sorgulanır.
“Bana sevecenlikle karışık bir saygı ile yaklaşıyor, aramızdaki uzaklığı kim bilir nasıl bir önseziyle korumaya çalışırken zaman zaman yapay, abartılmış bir kayıtsızlığa düşüyordu. Anlıyordum ki, bana duyduğu ilgiden kendisi de ürküyor. Bunu bilinçle, yaşamına girmekte bunca gecikmiş birine sunabileceği tek duygu olan dostlukla perdelemeye çalışıyordu. Dostluğun tatlı ve avutucu güzelliğinin bir süre sonra Ayhan, ben ve kendisi için yürek yakan bir acıya dönüşmesine çok az bir zaman kalmıştı oysa.”
Adalet Ağaoğlu’nun ilk romanıdır. 1973 yılında yayınlandı. Dar Zamanlar Üçlemesi’nin (Bir Düğün Gecesi, Hayır) ilk kitabıdır. Anlatı zamanı, akademisyen Aysel’in 1 saat 27 dakikalık süresini kapsar. Aysel’in bir otel odasında ölmeye yatışı ve geri dönüşlerle ölmeye yatıran süreç anlatılır.
Aysel, ailesi, toplumsal çevre arasında kalmışlığı, bunun ortaya çıkardığı sorunların ve çelişkilerin ardından Aysel’in içine düştüğü yalnızlık ve ilerleyen süreçte ise bir anlam arayışı içerisine girişi ile bireyin yabancılaşması anlatılır. Aslında roman Aysel’in şahsi bunalımlarının yanında bir neslin hikayesidir. Aysel gelenek ve dayatılan yenilik arasında sıkışıp kalmıştır. Bir dönem aydınının yaşadığı sıkıntı Aysel içinde geçerlidir. Aysel ömrü boyunca varlık mücadelesi vermekten kendini insan olarak kabul ettirme savaşı verdiğinden benliğinin derinliğine uzanamamıştır.
Adalet Ağaoğlu bu ilk romanı için “Hayatımın bir evresini anlattım” der.
“Her birimiz çekip gitmeden bir odada ölümle tokalaşmadan önce, kim hesabımızı kimden soracak? Vatana yararlı bir evlat olmak için onca iyi niyetin, inanmışlığın, saflığın sonunda bolca sol yayınlar biraz da masa altlarında kadın bacağı sıkıştırmaya gelinmişse, günü birliği pırıltılarla avunulmak için donatılmışsa her şeyler, bizim soracağımız ve bize de sorulacak sorular olmalı. En azından bir soru kalmalı geride. Bir soru deyip geçmemeli. Kişiyi düşünmeye zorlayan bir şeydir küçük bir soru.”
Suat Derviş, yeni kuşaklarımızın maalesef ismini hatırlamadığı bir edebiyatçımızdır. Kendisini Reşat Fuat’ın karısı diye takdim edenlere “Ben Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak yad edilmem” diyerek dönemine göre çok ileri bir bakış açısına sahiptir.
Suat Derviş, duygularını dışarı yansıtmayan bu güçlü yanını romanlarındaki kadın karakterlere de giydirmiştir. Nazım Hikmet’le arkadaşlıkları sırasında Nazım’ın aşkına karşılık vermese de, Nazım Hikmet’le dostlukları hep sürdü. Hatta Gölgesi şiirini, Nazım Hikmet, Suat Derviş’e yazmıştır:
Ağlasada gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Cevriye Galata’da yaşayan bir fahişedir. Öteki olarak konumlandırılan kadınlardandır. Kimsesizdir, gizemli bir adama aşıktır. Çünkü onu hastayken evine götürmüş, şefkatle davranıp, hiçbir şey beklemeden, insan gibi davranmıştır. Bu adam polisten kaçar, saklanmak zorundadır. Eser boyunca adı açıklanmaz. Bu adamın, Nazım Hikmet olduğu söylense de Zihni Anadol “Nazım değil, son eşi Reşat Nuri Baraner. Suat Abla söyledi demiştir”.
Suat Derviş’in diğer romanlarında da kendi karakterinden izler vardır, çünkü çoğu yaşamlarını değiştirecek cesarete sahip güçlü kadınlardır.
“Cevriye’nin bütün hayatı esasen, tanınmayan, uzak, yabancı ve meçhul insanların, hüviyetleri bilinmeyen kimselerin arasında geçmişti. (…) yolunun üstüne çıkanlar sadece insanlardı. Ve sadece insan olmaları Cevriye için yeterdi.”
“Cevriye, insanları ve yaşamı sever, dünyaya yıldızlardan geldiğine inanır. Bu güzel yıldızları görünce (…) onlardan inmiş olmak hoşafıma gidiyor. Değil mi ama abi?…Mantar değilim ki yerden biteyim.”
Roman, 1974 yılında yayınlandı. Yazarın ilk romanıdır. 1974 Milliyet Roman Ödülü’nü, 1975 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldı. Roman İstanbul’da 1959 sonbaharında başlayıp 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden bir gün önce biter.
O yılların buhranını, siyasal, kültürel çelişki ve çıkmazlarını bir aşk hikayesi ile sunuyor. Kenan Nerminle evli ve çocuğu vardır. Günsel ile tanışır, aşık olur, bu aşk vazgeçilmez bir tutkuya dönüşür. Günsel devrimci, cesur, atılgan, mücadeleci, ödün vermeyen bir üniversite öğrencisidir. Ağabeyinin yaşadıkları ve inandıklarıyla büyümüş, inandıkları uğrunda yılmayacak bir ruha sahiptir. Birbirleri için imkansız olduklarını bilse de Kenan’dan vazgeçemez. Kenan, kitap boyunca Günsel’e duyduğu aşktan, Nermin’e duyduğu arzudan vazgeçemez. 68 ruhu her ikisinde de vardır. Ama Günsel ne kadar cesursa, Kenan da o kadar korkaktır.
Romanın Nazım Hikmet’in Benerci Niçin Kendini Öldürdü şiiri ile benzerlikleri bir hayli fazladır. Her ikisinin de temel sorusu şudur: Mücadelenin içinde mi kalmak mı, yoksa dışında mı olmak mı daha çekilmez, daha ölümcüldür?
Zaten Vedat Türkali, “Nazım Hikmet’in şiirde yaptığını ben romanda yapmak istedim” demiştir.
“… Mutluluk da yorar insanı. Pırıl pırıl bir ırmakta yüzüyorsun, mutluluk dediğin bu. Bir kıyıda, bir dönemeçte arada bir ortaya çıkıveren pis bulanık akıntılardan uzaklaşacaksın, güçlü kulaçlar atman gerek. Sık sık oldu mu yoruluyor insan. Timsahlar, su aygırları, ağulu yılanlar da var ırmakta. Ne çok düşmanı var mutluluğun…”
1923 yılında basılan roman yazarın ilk romanları arasındadır. Mütareke yıllarında toplumun üst kesiminin yaşadığı ahlaki çöküşü anlatmaktadır.
Mebrure, iyi eğitim görmüş, sevgi dolu, milli duyguları yoğun, muhafazakar bir genç kızdır. Anadolu’dan İstanbul’a babasını aramak için gelmiştir, ama tekrar Anadolu’ya dönüp orada yaşamak ister. Çünkü İstanbul’daki, lüks, eğreti hayatı sevmemiştir. Romanlardaki karakterler o dönemin koşullarına uygun olarak yaratılırlar. Peyami Safa’nın tüm romanlarında yanlış batılılaşma, bunun sonunda değişen insanları görürüz.
Bu romanında da kadın karakterler çok sayıdadır. Bunların bir kısmı olmaması gereken karakterlerdir, olması gereken kadın karakter ise Mebrure’dir. Oysa Peyami Safa bohem bir hayatın içindeydi ki, Bir Tereddüdün Romanı adlı eserinde daldığı bu bohem hayatı anlattı. Roman kahramanı bir yazardı yani kendisi. Fikret Adil de Asmalımescit 74 kitabında, takma isimle de olsa kokain kullandığı arkadaşlarını, bohem hayatlarını anlatır. Kimler mi, Peyami Safa, İbrahim Çallı, Necip Fazıl, Elif Naci, Mesut Cemil…
“Behiç’in tasavvur ettiği tatlı istikbal vaadi şöyle bir şeydi: Mebrure’ye servetinin yarısını verecek, evlenecekler, hemen Anadolu’ya gidecekler, en güzel şehirde, en güzel çiftliği satın alacaklar, genç kızın babasını da arayıp bulacaklar, çiftliğe getirecekler, senelerce yahut Mebrure ne kadar isterse orada yaşayacaklar ve bu mütereddi ahlaksız düşkün İstanbul muhitlerinden uzaklaşacaklar…”
Kaynak
turkoloji.edu.com, İpek Çalışlar – Halide 93, Ayrıntı Dergisi, Ğ kadın karakterler, jasstudies.com
Ateş-i suzan-Sude Özkan Suzan