34,2801$% 0.02
37,4508€% -0.14
2.925,31%-0,09
4.945,00%0,28
19.720,00%0,28
Yeni doğan güneşi seyre dalmışlardı. Bir an karnında bebeğini taşıyan eşine baktı. Eşine dönerek “Çocuğumuz belki de bu kasabada büyümeli.” dedi. Her şey bu cümle ile başladı.
Bu kasaba çok fazla bilinmeyen ama bileninde gitmekte zorlandığı türden bir Anadolu toprağıydı. Ağaçlarıyla insana huzur veren, içinden geçen ırmağıyla insanı hayallere daldıran, hayvanların cıvıltısının eksik olmadığı bir diyardı. Sabahları doğan güneşi izleme zevki ise bambaşkaydı. Dışarıdan gelen insanlar sabah güneşini izlerken bütün kasabanın uyanık olmasına hayret ederlerdi. Kasaba için ise gün, güneş doğmadan başlardı. Sadece doğal güzelliklerinden sevilmezdi bu kasaba. İnsanlar arası ilişkiler de çok iyiydi. Herkes birbirini tanır, konuşur, muhabbetin eksik olmadığı bir yaşam sürerdi. Modern şehirlerden gelen insanlar kasabada dinlenirken aslında en çok bundan hoşlanır ama kendilerinden çok uzak olan bu yaşam tarzına hayranlıklarını ifade edemezlerdi.
Böyle bir kasabada yetişen Burak, herkes tarafından tanınırdı. Sadece yaşıtlarıyla değil kendinden büyük kişilerle bile muhabbet kurardı. Kasabaya yeni biri geldiğinde hemen gider tanışır, arkadaşlık kurardı. İkili ilişkilere çok önem verirdi. Kasabada yaşayan herkes bunu yapardı ama Burak hepsinden daha fazla önem verirdi. Ne olursa olsun bir yerde bir arkadaşı ile ilgili bir durum varsa o orada olmayı vazife bilirdi. Çocuk yaşlardan itibaren bunu yapmaya özen gösterirdi. Olayların kendisi için önemli olup olmadığına bakmaz, arkadaşı için önemine bakardı. Bir arkadaşının kedisi kaybolmuşsa tüm kasabayı onunla beraber gezerdi. Başka bir arkadaşını futbol oynamaya çağırdığında izin alamadı ise o da gitmezdi. Dinlemeyi çok severdi, küçük büyük herkesi dinlerdi. Bu yüzden onun bir ailesi olsa da, kasabanın her ailesinde ondan bir parça vardı.
Annesi Adile, oğluna sevgisini hep hissettirir, kasabadaki durumundan dolayı da istemsiz bir övünç duyardı. Adile’de kasabada kadınlar tarafından çok sevilirdi. Ama sevilmesi kendisinden mi, yoksa Burak’ın annesi olduğu için mi diye kendisi bile şüphe duyardı. Babası Yunus ‘un ise kasabada adı çok gezmedi. Herkese saygı gösterir fakat samimiyet kurmazdı. Çünkü sürekli işi ile ilgilenirdi. Haftada bir eve gelirdi. Ne iş yaptığı bilinmezdi. Dışarıdan bakıldığında oğluyla hiç ilgilenmeyen bu adamın oğlunun nasıl böyle herkes tarafından sevildiği ve insanlarla ilişkisinin iyi olduğu kafa karıştırırdı. O ise hiç bunları takmaksızın oğluna :
– “Yakalamış olduğun samimiyetlerin kıymetini bil, seni sevgisiz bırakacak sevgilere kapılma” diye nasihatte bulunurdu. Çocuk hiç bir zaman ne dediğini anlamazdı.
Bir gün tüm çocuklar oturmuş babalarının meslekleri ile ilgili konuşuyorlardı. Benim babam terzi, kasap, şoför… Kasaba da öyle çok para kazandıran meslekler olmazdı. Paradan gizliden gizli korkulurdu. O yüzden esnaf meslekleri fazla idi. Herkes babasından bahsederken sıra Burak’a gelmişti.Vurgulu bir ses tonuyla:
“Benim babam, benim için çalışıyor ne iş yaptığının önemi yok” dedi. Söylerken herkesin etkileneceğini düşünmüştü ama arkadaşlarının yüzüne baktığında kimsenin tam olarak anlamadığını hissetti. O yüz ifadesini çok iyi biliyordu. Çünkü babasına ne iş yaptığını sorduğunda aldığı cevapla kendisinde de aynı ifade oluşuyordu. İnsan yaşadığı duyguyu başkasının yüzünde görünce endişesi daha da artıyordu. Büyüdüğünde anlayacağını düşündü. Büyüyordu ama anlamak için beklemesi gerekecekti.
Lise yaşlarına gelmişti. Artık ilişkilerin önemini daha iyi kavrıyordu. Eskiden çocukça değer verdiği arkadaşlıklara artık bilinçli bir şekilde önem veriyordu. Kasabada oturmaya devam eden arkadaşların bazılarıyla her gün, bazılarıyla haftada bir olsa buluşuyordu. Kasabadan ayrılan eski dostlarına mektup yazmayı hiç ihmal etmiyordu. Ve hala dinlemeyi çok seviyordu. Arkadaşları da onunla muhabbet etmekten, dertleşmekten çok mutlu oluyordu.
Arkadaşlarıyla muhabbeti kopmasın diye kasabadan hiç çıkmamıştı. Liseyi bitirdikten sonra ailesi ile de istişare ederek kasabada bir yer kiraladı. İnsanların gelip oturabileceği, sohbet edebileceği bir yer açtı. Bu tam ona göre idi. Böylece hem arkadaşlarından mahrum kalmayacaktı hem de ailesine yük olmadan geçinebilecekti. Gerçi dükkanı kiralamak ve açmak için gerekli parayı babasının nasıl bulduğunu tam anlayamıyordu. Fakat babası ona hep derdi :
“Ben senin için çalışıyorum.”
Yeni işyeri ile beraber artık kasabanın ortak noktası işyeri olmuştu. Kasaba, orada toplanır, tüm muhabbetler de burada yapılırdı. Sırlar burada paylaşılırdı. Burak’ın hayal ettiği gibi gerçekleşiyordu. Arkadaşları her akşam yanındaydı. İnsanlarla iç içeydi. Her güzel giden şey bir imtihana tabi olacağından bu güzel gidiş de çok sürmedi. Gelen bir haber ile her şey değişecekti. Telefonda bir ses:
“Burak Bey, anne ve babanız trafik kazasında hayatını kaybetti.”
Hayatında ilk defa kendisini bu kadar üzgün hissetti. Başkaları benim yüzümden üzülmesin diye düşünürken kendisini tutamadı. Hüngür hüngür ağladı. İş yerinde olanlar hemen ne oldu diye sorunca “Ann, annem ve, annem ve babam” diyebildi sadece. O gün sabaha kadar işyerinden ayrılmadı ve ağladı. T ve V arkadaşlarını bırakmadılar, onunla kaldılar. Hüznünü gidermesi için yanında olduklarını hissettirdiler.
Ertesi gün cenaze namazı kılınacaktı. Camiye gittiklerinde avlu tıklım tıklımdı. İnsanların birçoğu Burak için oradaydı. O ise her zaman gülen yüzle selam verdiği insanlara hüzünle bakarak geçti avludan. Anne babasının tabutunu gördü. Tekrar ağlamaya başladı. Avludaki kuşlar gözyaşlarıyla beraber ses çıkarıyordu sanki. Ölüm ne kadar gerçekti. Bir daha hissetti.
Camiden sonra mezarlığa doğru yola koyuldular. Kasabada tabutlar araba ile taşınmazdı, mezarlığa kadar el ile taşınırdı. Hayatında böyle ağır bir yük kaldırdığını hatırlamıyordu. Metafizik, fiziğin ötesinde idi. Bilime göre o tabut ağır değildi. Ancak Burak’a göre dünya daha hafifti. Mezarlıkta son görevini yaptıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte taziye evine gittiler.
Taziye evi, işyeri idi. Bu yaşa kadar tanıdığı arkadaşlarının bir çoğu taziyeye geldi. Gelmeyenler için çok üzüldü. Üzüntüsü gelmedikleri için değil, başlarına bir şey geldiğini düşündüğü içindi. Çünkü onun için dosta yetişmenin mazereti olamazdı.
Aradan bir süre geçmişti. Hayat devam ediyordu. İnsanlar, ölenleri ya çabuk unutuyordu ya da çabuk unutmak zorundaydı. Akşam eve gittiğinde sessizce ağlasa da gündüz eski Burak haline gelmişti. Bahattin ve Halil daima yanındaydı. Böyle arkadaşlara sahip olduğu için şükrediyordu.
Bir gün Burak, Bahattin ve Halil işyerinde otururken işyerine kravatlı, takım elbiseli bir adam girdi. Burak’ı aradığını belirtti. Ve konuşmaya başladılar.
-Burak Bey, ben babanızın avukatıyım. Öncelikle başınız sağ olsun. Babanızın mirası hakkında sizinle görüşmeye geldim.
Burak şaşkınlığını bitiremeden adam konuşmaya devam etti.
– Babanız tüm mal varlığını size bıraktı.
-Ne mirası, ne mal varlığı? diye sordu şaşkınlıkla.
-Babanızın sahip olduğu tüm şirketler artık sizin. Yönetim kurulu başkanlığına geçmeniz gerekiyor.
Avukat modern çağın emrettiği bir hızla konuşuyordu. Burak ise baba dedikçe yıkılıyordu. Başkasına göre miras, şirket önemli iken ona baba kelimesi hüznü tekrar getiriyordu. Olayları anlamaya ve emin durmaya çalışırken hızlı avukat bir kağıt uzatarak:
– Yarın saat 9’da burada olmalısınız. dedi.
Bahattin ve Halil’e bakan Burak anlamsız bir şekilde “Tamam” dedi.
O gün ilk defa işyeri açılmadı. Belirtilen saatte şirkete geldi arkadaşlarıyla. İlk başta üzerlerinde takım elbise bulunmayan bu 3 kişiyi gören güvenlikçi sorgular şekilde “Ne istiyorsunuz” dedi. Burak avukatın verdiği kağıdı gösterdi. Yüz ifadesi değişen güvenlikçi “Efendim, özür dilerim” dedi. Hiç alışık olmadığı bu nida avukatın yanına gidinceye kadar kafasını kurcaladı.
Sonunda odaya girdi. Avukat evrakları gösterdi. Babasının şirketi ve şirketinin altında kurulan kuruluşlardan bahsetti. Arkadaşlarıyla beraber hayret ediyordu. En sonunda avukat ilk defa resmi konuşmayı bırakıp babacan bir tavırla şöyle ekledi:
-Ben babanızın yıllardır avukatıyım. Babanız bir gün sizin şu an yaşadığınız kasabaya seyahat etti. O Anadolu samimiyetinden o kadar etkilendi ki annenize dönerek çocuğumuz burada doğmalı ve büyümeli dedi. Kasabaya yerleştiler. Siz orada doğdunuz. Kasabanın doğasını bozmamak adına babanız ve anneniz işlerden hiç bahsetmediler. Babanızın hafta da bir kez eve uğraması da bu yüzdendi. Babanız sizin kasabanızdaki arkadaşlık ilişkilerinizden, samimiyetlerinizden öylesine mutluydu ki sizi böyle bir iş hayatına sürüklemek hiç istemedi. Sizden gizli bir şekilde bu iş hayatını sürdürdü. Bunu size söylemeyi planlıyordu. Ama o kadar mutluydunuz ki hiç yapamadı. Kaza olabileceğini düşünemezdi.
İnsan hiç öleceğini düşünmüyor ki diye içinden geçirdi, Avukat ama söylemedi. İçeriye asistanların gelmesiyle babacan tavrı bırakarak konuştu:
– Artık yeni bir hayata başlıyorsunuz. Asistanlarımız ile sizi tanıştırayım Erkan , Aslı ve Kaan. Size yeni işinizde yardımcı olacaklar.
Yapmacık bir “Memnun oldum efendim” ifadesi geldi asistanlardan. Bir tanesi hemen göze girmek istercesine:
-Efendim, gitmeden sormak istiyorum. Hala o kasabada mı oturacaksınız?
-Tabiki de!
Yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Yeni insanlar ve ortamlar. Asistanlar sürekli kendisini yönlendiriyordu.
-İşyerini kapatmalısınız. Buraya yerleşmelisiniz.
-Elbiselerini değiştirmelisiniz. Siz artık yönetim kurulu başkanısınız.
-Daha profesyonel davranmalısınız. Merak etmeyin biz size yardımcı olacağız.
İlk başta sadece söz olarak söylenen bu cümleler sonrasında gerekçeli olarak açıklanmaya başlandı. Bir ara keşke ilk gün hiç gelmeseydim diye düşündü. Fakat artık bir çıkmaza girmişti. Aradan zaman geçiyor. Zaman geçiyor ve kendisi değişiyordu. İnsan değişimin farkında olmasına rağmen durduramadığında hata payı artıyordu. Asistanların her dediğini yaptı. Dostlarını hiç unutmadı ama eskisi gibi ne görüşüyor ne de önemsiyordu. İş vardı çünkü asistanlar ikna etmişti patronlarını. Eskiden etrafında Z ve T var, onların dostu idi. Şimdi ise patrondu. Patron olmak dost olmaya yetmiyordu bunun farkında bile değildi.
Bir gün kasabada oturan Bahattin ve Halil, eski dostlarını hatırladılar. Hiç unutmamışlardı. Fakat Burak, onları unuttuğu için gurur yapıyorlardı. “Her şeye rağmen o bizi unutsa da son kez bir yanına gidelim” dediler. Ve şirkete geldiler. Burak geldiklerini duyunca sevindi ama toplantıya yetişmesi gerekiyordu. Yanlarına gitti, ayaküstü çok da önemsemeyerek:
-“Toplantıya gitmem gerekiyor, sizi gördüğüme sevindim ama mecburum gitmeye. Kızmazsınız değil mi”
Halil yüksek bir sesle “Baban” dedi ve ekledi :
-“Yakalamış olduğun samimiyetlerin kıymetini bil, seni sevgisiz bırakacak sevgilere kapılma” demişti sana. Ne kadar da nankörsün.”
Burak hatırladı bu cümleyi tam geri adım atacak gibi oldu. Arabaya bindi. Toplantıya gitti. Toplantıda aklı hep o cümlede idi. Hemen toplantının bitmesini istiyordu. İlk defa toplantı sonrası işyerine değil eve gitti.
Babası ve annesinin ölümünden sonra ilk defa gözünden yaş geldi. Eski dostlarını o güzel günleri hatırladı. Ne yapıyorum ben diye düşündü. Hatasını daha net fark ediyordu. Bir yandan dostlarını düşünüyor, şirket ise tam olarak aklından çıkmıyordu. Bu düşüncelerle uyudu. Rüyasında kendisini bir labirentte buldu. Bir adam kendisine “Hatalarını anlamak için bu labirentten çıkmalısın, bu birinci dersin.” dedi. Adama seslendi ama karşılık bulamadı. Labirent simsiyahtı. Ne yapacağını bilemedi. Koşmaya başladı. Öylesine koşuyordu ki hiç bir şey görmüyordu. Koştu, koştu, koştu… Gücü tükendiğinde durmaya başladı. Ümitsizlik içinde yavaş adımlar atmaya başladı. Yavaş adımlar atınca labirentin duvarında işaretleri fark etti. İşaretleri takip etmeye başladı. Bir ara işaretlerin sevinci ile koşmaya başladı. Koşunca tekrar işaretleri kaybetti. Yavaş gitmesi gerektiğini anladı. Yavaş giderek işaretleri takip etti. Ve çıkış kapısını gördü. Tam kapıdan çıkarken ilk girdiğinde işittiği sesi tekrar duydu.
-Hayatı hızlı yaşamaya çalışırken, önemli şeyleri göremez ve sadece yorulursun.
Bu sözün kıymetini anlamıştı. Unuttuğu işaretler aslında dostlarıydı. O işten o işe giderken aslında dostlarını unutuyordu. Halbuki bir dosta yetişememek onun için ölüm gibiydi. Bu düşüncelerle ikinci kapıya girdi. Aynalarla dolu bir yerdi burası. Her tarafta ayna vardı. Ve her aynada kendi resmi bulunuyordu. 2 tanesi dikkatini çok çekti. Bir tanede çocuk halinde ki kendisi vardı. Diğerinde ise şimdiki hali takım elbiseli hali vardı. Takım elbiseli halindeki aynaya elini götürdü. Aynalar kapı gibiydi. Kapı açılınca karşısında daha heybetli bir kendini buldu. Bir ayna daha açtı. Binaların içinde ihtişamlı biriydi artık. Bir tane daha açtı, arabalarla dolu bir diyarda buldu kendisini. Bu zenginlik hoşuna gidiyordu. Daha heyecanla diğer aynayı araladı. Altın bir taht üzerinden otururken buldu aynada kendini. Kral gibiydi. Bir daha aynaya elini uzattı. Ve bir mezarlık gördü. Mezarlıkta sevimsiz bir suratla kendisini görünce koşarak geri döndü. Ne kadar kazanırsa kazansın sonunda ölüm olacağını hatırladı.
Çocuk hali olan aynaya yöneldi, elini vurdu açıldı. Dostlarını gördü. Her aynada başka bir dostu vardı. Araba, altın, bina görürken heyecanlanıyordu şimdi dostlarını görünce ise mutlu oluyordu. Heyecan ile mutluluk aynı şey değildi. Tek tek tüm aynaları açtı. Unuttuğu dostları aynada ona gülümsüyorlardı.. Son aynayı açtığında yine bir mezar gördü. Ama bu kez daha huzurluydu. Kasaba mezarlığında üstünde çiçekler, etrafında dostları vardı. İnsanlar nasıl yaşarsa öyle ölecekti.
Uyandı, saat sabaha karşı 5 gibiydi. Babasını kaybettiği günü hatırladı, abdest aldı. Sabah namazı için aynı camiye gitti. Namazdan sonra eski işyerine gitti. Avukatı aradı ve yanına çağırdı. Tüm şirketleri ve hisselerini vakfettiğini bildirdi. İlgili işlemleri yapmasının onun son görevi olacağını belirtti. Bahattin ve Halil’i işyerine çağırdı.
-Babamın sözünü anladım, dedi. Tekrar toprağına kavuşmanın mutluluğunu yaşarken “Bu topraklarda ölmeliyim” diye içinden geçirdi.
Mustafa Kürşat Ateş
Hülya ALPTEKİN – ÖYKÜ
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.