34,5467$% 0.18
36,0147€% -0.62
3.005,41%1,48
5.110,00%0,95
20.381,00%1,12
Eserleriyle okurlarının kalbinde taht kuran, kurmaca kahramanlarıyla okurlarını duygular, düşünceler, mekanlar ve zamanlar arasında büyülü yolculuklara çıkaran Türk ve dünya edebiyatının en ünlü isimlerinin nelere takıntılı olduklarını, neleri kendilerine dert edindiklerini bilseniz şaşar kalırsınız.
Yazarlar da insandır sonuçta. Kurmaca kişilere, unutulmaz hikayelere ve hayal dünyalarının genişliğine rağmen içinden çıkamadıkları basit, gündelik, hatta garip sıkıntıları olması bizi şaşırtmamalı aslında. Yine de roman sanatının sözcüklerle bezeli muhteşem dünyasına böyle etkili ve unutulmaz imzalar atan yazarların kusursuz olmasını bekliyoruz herhalde.
Oysa kimse kusursuz değildir ve kimse göründüğü kadardan ibaret değildir. BKM Kitap Blog’un eğlenceli olduğu kadar sizi hayrete sürükleyecek yeni yazısına hazır mısınız?
Sabahattin Ali’nin bir dönem Aziz Nesin ile birlikte çıkardığı Marko Paşa Dergisi’nde iki ünlü yazarın birbiriyle hiç anlaşamadığını biliyor muydunuz? Onlarınki tatlı kavgalardı elbette. Yoksa bir döneme damgasını vurmuş, çok okunan yazıları ve iddialı içeriğiyle dönemin idarecilerinin dikkatini çekip toplatılmasına ve her iki yazarın da farklı cezalar almasına neden olan nitelikli bir matbaa ortaya çıkamazdı. Yine de söylentilere göre Sabahattin Ali’nin sanılanın aksine son derece girişken, dış referanslı ve hareketli bir hayatı olması, nispeten daha içedönük, gereksiz masraf sevmeyen ve sakin bir yaşamı olan Aziz Nesin’i sinirlendiriyormuş. Bu da fikir ayrılığından daha çok karakter farklılıkları nedeniyle tatlı ve çetin münakaşalara neden oluyormuş.
Türk edebiyatının en değerli isimlerinin bugün bile halen büyük bir hayranlıkla okunan sayısız yapıtına, aldıkları üstün eğitime, entelektüel birikimlerine rağmen sıradan kompleksleri olabiliyor ne yazık ki. Çalıkuşu gibi bir eserin yazarı Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Haşim gibi bir şair, Cahit Sıtkı Tarancı gibi güçlü bir kalem, kendilerini aynada görünce çirkin olarak nitelendirip yaşamları boyunca bunu kendilerine dert edebiliyorlar işte. Şiirleriyle nice ezberlerde mısra mısra halen anılan Haşim, kafasının gövdesine göre büyüklüğüne takıntılı olabiliyor örneğin. Üstüne üstlük “cehennemde yetişmiş bu kafa” diye söz edebiliyor kendinden!
Tamam şair insanın duyguları da, duygularını ifadesi de, bu duyguları yaşayışı da hepimizden farklı ve yoğun olabilir. Hatta şıpsevdilik bile şairliğin şanındandır diye düşünebiliriz. Peki ya çapkınlık! Kendi de yakınları gibi bunu kabul ediyor olsa da Garip Akımı’nın öncülerinden Orhan Veli Kanık’ın kadınlara olan ilgisi dönemin entelektüel yaşamında pek konuşulan bir konuymuş. Tüm bunlar da gösteriyor ki ünlü şair kadınlardan yana çok dertliymiş.
Elbette 18. yüzyılın kadınları kadar erkekleri de son derece şık giyimli insanlardı. Tarihi fotoğraflara hayranlıkla bakmamız boşuna değil. Ama bu konu ünlü Fransız romancı Victor Hugo için bir başka önem taşıyordu. Üstelik takıntıya varacak kadar. E tabii Fransız kültürü, iyi yemek yemeği, güzel sohbetler etmeyi ve çok şık giyinmeyi gerektiriyor; 18. yüzyılda da 21. yüzyılda da. Sonuçta “Fransız gustosu” diye bir şey var, kabul tabii ki. Ama Victor Hugo, genç görünmeye ve karşısındakini etkileyecek kadar iyi ve temiz giyinmeye o kadar önem veriyormuş ki onun için kötü bir takım elbise, iyi yazılmamış bir roman kadar can sıkıcıymış.
İrlandalı oyun yazarı, romancı, kısa öykücü ve şair Oscar Wilde… Onlarca değerli metinin yazarı Wilde’ın eserleri bugün hale okunmakta. Özlü sözleri herkesçe halen kullanılmakta ama gelin görün ki bu başarılı yazın hayatının arkasında son derece zorlu bir karaktere sahip anne figürü var. Evet, Oscar Wilde’ın annesi psikolojik sorunları nedeniyle ünlü yazarın çocukluğu kadar ilk gençliğini de olumsuz etkilemiş. Bu da Wilde’ı zor karakterli bir insan yapmış. Seçici, eleştirel ve takıntılı… Çoğu zamanda gereksiz yere dertlenen biri… Diğer taraftan onun metinlerini okuyanlar, yazarak kendini ifade etmenin bir yol olduğunu düşündüğünü ve bu nedenle annesiyle olan çıkmazlarını iyi metinler ortaya koyarak yenmeye çalıştığını anlayacaklar. Ne diyelim, karakterimiz yendiklerimiz kadar yenemediklerimizle de şekillenmekte demek ki.
Her takıntı üzüntülü ya da itici değildir elbette. Bazı takıntılar, o kişiyi sevimli de yapabilir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın takıntısı da böyle bir takıntı.Yazar, Büyükada’daki evinde örgü örmeyi, reçel yapmayı ve dondurma hazırlamayı öyle takıntı haline getirmiş ki yazmaya ara verdiği zamanlarda bu işlere dalar, sonra da bu işlere ara vermek için yazmaya koyulurmuş. Keşke her takıntı reçel tadında olsa.
Aslında buna takıntı demek ya da bundan kendine dert çıkardığını söylemek ne kadar doğru bilemiyoruz. Zira böyle minik prensipler hemen hemen hepimizin yaşamında olabilir. Türlü türlü adetlerimiz var sonuçta. İngiliz edebiyatının ünlü yazarı Charles Dickens’ın ile Ulysses gibi devasa bir eserin yazarı İrlandalı James Joyce’un da benzer ortaklıkta takıntıları var. Her iki yazar da yatış prensiplerine sahip. Dickens, kafasını illa kuzey kutbuna doğru uzatarak yatabiliyor ancak. Joyce ise yazmadan uyuyamadığı için illa mavi mürekkepli kalemini eline alarak ve yüzüstü uzanarak yatabiliyor. Çağdaş Türk edebiyatının güçlü yazarlarından Hasan Ali Toptaş’ın da yüzüstü uzanarak yazdığını nadir yaptığı söyleşilerinden bir ayrıntı olarak söz etmesiyle biliyoruz.
Biri dünyadan diğeri de Türkiye’den iki ünlü yazar… Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll ile “Ne Kedisiz Ne Kitapsız” diyen felsefeci ve yazar Bilge Karasu’nun ortak özelliği ne derseniz, kelimelere olan takıntıları diyebiliriz. Her iki yazar da kendi dillerinde kelimeler üretmeyi seven, bunu adeta bir oyun gibi gören ve dilimize yerleşen kelimelerin mucitleri olarak edebiyat tarihine isimlerini yazdırmışlardır. İşte en güzel takıntı bu olsa gerek, kelimeler ve onların mucitleri, yazarları, anlatıcıları iyi ki var. Yoksa bu kadar değerli eseri okumadan hayat eminiz ki daha zor ve daha tatsız olurdu.
Yazarların enteresan alışkanlıkları