34,4881$% 0.07
36,4150€% 0.16
2.959,93%0,86
5.047,00%0,20
20.126,00%-0,11
Stratejik konumunun önemi dolayısıyla Türkiye’nin bu savaşa katılması istenmiş, ancak “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini benimsemiş olan Türkiye Cumhuriyeti, toprak bütünlüğü tehdit edilmedikçe savaşa girmeyi reddetmiş, yapılan baskılara karşı koyarak fiilen bu savaşa katılmamayı başarmıştır. Ancak savaşa girilmese de, Türkiye bu yıllarda büyük sıkıntılara katlanmak durumunda kalmış, özellikle ekonomik açıdan son derece olumsuz bir tablo ortaya çıkmıştır.
Türk Edebiyatı’nın önemli yazarları, ülkeyi derinden etkileyen her siyasi ve sosyal olay gibi II. Dünya Savaşı’nı da edebiyat için bir malzeme olarak görüp ve bu tarihi dönemi sonraki nesillere aktarmayı kendilerine bir görev bilmişlerdir. II. Dünya Savaşı’ndan bahseden romanlarda bu savaşta sahnenin dışında kalmayı başaran Türkiye’nin durumunun yanı sıra savaşın içinde yer alan Polonya, Yugoslavya, İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre, Norveç, Rusya gibi devletlerin ve buralarda yaşayan etnik grupların durumları da ele alınmıştır.
Savaş dolayısıyla Türkiye’de ekonomik durum bozulur. Yoksulluk, satın alma gücünün azalması, açlık, sefalet dar ve sabit gelirli insanlar için adeta bir kader haline gelir. Bu durum, beraberinde salgın hastalıkları da getirir. Fakirliğin yol açtığı bir diğer olumsuz durum ahlaki yozlaşmanın başlamasıdır. Bütün bunlardan ilk olarak etkilenen, toplumun temelini teşkil eden aile kurumudur. Yoksulluk ailelerdeki huzuru alt üst eder; aile bireyleri arasındaki ilişki giderek bozulmaya başlar. Aile reisleri kendilerini çaresiz hissederler.
Savaştan çok kısa bir süre önce yazılan ve 1946 yılında Cumhuriyet Gazetesi’ndeki tefrikasından sonra aynı yıl kitaplaştırılan, Halide Edib Adıvar’ın Sonsuz Panayır’ındaki baba, bu çaresizlerden biridir. Çaresizlik onlara barış zamanında tenezzül etmeyecekleri işler yaptırır; ölen bir şahsa ait nüfus cüzdanıyla ekmek karnesi almak bunlardan biridir. Sonsuz Panayır, İkinci Dünya Savaşı yıllarında değişen Türkiye’nin bir panoraması gibidir.
Savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar, dönemin yazarlarını da etkisine alır. Refik Halit Karay şunları yazar: “(…) Harp başladıktan sonra içimizde şu korku vardır. Elimizdeki bitince yenisini bulacak mıyız? Bulsak da kaç misline alacağız? İstifçilik o korkudan doğmuştu. Geliri kıt olanlar bile, hiç değilse tıraş bıçağı stoku yapmaya kalkılıyorlar, on paketini bir araya getirmekten memnunluk duyuyorlardı. Her bozulan ampul canımızı yakıyordu; tarağın kırılan her dişi kendi dişimizcesine yüreğimizi sızlatıyordu. Kısacası eşya darlığına ve pahalılığına yürek darlığı da karışıyor, gönül azabı da katılıyordu.”
İkinci Dünya Savaşı döneminde piyasadaki her şeyin fiyatı artar. Temel gıda maddelerini satın alabilmek için değerlerinin çok üstünde para ödemek zorunda kalınır; çünkü bu maddeler gizlice alınıp satılır olmuştur. Peyami Safa, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda savaş dolayısıyla artan fiyatlar içinde gayrimenkullerin de yer aldığına işaret eder.
Attilâ İlhan’ın Sokaktaki Adam, Bıçağın Ucu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Panorama, Refik Halit Karay’ın Bugünün Saraylısı, Orhan Kemal’in 72’nci Koğuş, Faik Baysal’ın Rezil Dünya, Muzaffer Arabul’un Çakrazlar, Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri ve Sarı Yazma, Oktay Akbal’ın Düş Ekmeği, Yılmaz Karakoyunlu’nun Salkım Hanım’ın Taneleri, Ayla Kutlu’nun Emir Bey’in Kızları isimli romanlarında kıtlık, açlık ve piyasadaki fiyat artışına dikkat çekilir. Ekmek, şeker, et, zerzevat, giyecek fiyatları günden güne yükselir; vergiler fazlalaşır.
Yakup Kadri, Kurtuluş Savaşı ve sonrasının işlendiği Ankara romanının devamı sayılabilecek ve çok partili döneme geçişin çeşitli özelliklerini anlattığı Panorama adlı iki ciltlik romanında, İkinci Dünya Savaşı sırasında artan vergilerden en çok karaborsa sayesinde halkı sömürüp iyi para kazananların rahatsız olduklarını belirtir.
“Biraderzadelerinize baksanıza,” dedi. “Yenişehir’de banyosuyla, garajıyla betondan koskoca bir ev yaptırdılar.” Hüseyin Efendi, oturduğu yerden bir hindi gibi boynunu uzatarak: “Yaptırdılar, yaptırdılar emme, içinde oturamadılar ki,” dedi. “Aha; bir hafta öncek, yine eski evlerine taşındılar. Kırk beş elli bin lirayı kirece ver, kuma ver. Üstelik başına bir de emlak vergisi belasını çıkar. Akıl mı şimdi bu? He, he, he! Akıl mı şimdi bu? Diyeceksin ki, kiraya versinler. Onlar da bunu isteyip duruyorlar. Hatta gazeteye ilan bile vermişler. Ayda iki yüz, iki yüz elli liraya kıyıp hangi babayiğit tutabilir evi? Vekil, mebus, müsteşar, müdürü umumi hep ev bark sahibi oldu. Kala kala bir ecnebi diplomatlar kaldı. Onlar da bizim gibilere düşmez ki!” (Panaroma)
Faik Baysal’ın 1957 tarihinde yayımlanan ikinci romanı Rezil Dünya, taşıdığı otobiyografik özellikler ve yazarın gerçekçi roman anlayışı, ana karakter Rafet’in II. Dünya Savaşı yıllarında açlık-yoksulluk-işsizlik üçgeninde yaşadıklarını konu etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın toplum üzerindeki olumsuz etkileri, artan yoksulluk ve karaborsacılık, Çerkeş depremi, çok partili hayata geçişin sancıları romanın arka planında okura sunulur.
“Yarına güvenle bakamayan çoğunluk giderek artan bir umutsuzluk içindeydi. Bu arada tozu dumana katan ve parsayı toplayan fırsat düşkünleriydi. Birdenbire türeyen şalvarlı, poturlu, çember sakallı, eli tespihli, randevu evlerinde bir gecede binlerce lira savuran, savaşın yarattığı Hacı Ağa da bu hayvanlardan biriydi. Amaç kısa yoldan köşeyi dönmek ve orospuların göbeğinde fındık kırmaktı. Erdem de neydi? Namus da, kadın da, onur da, Allah da paraydı. Bu rezillerden oluşan karaborsa bir örümcek ya da ökse, halk da bir sinekti. Bu sineğin ayakları yönetimin yarım yamalak aldığı yasaklardı. Et, yumurta, şeker ve zeytinyağı ahlaksızların tezgâhındaydı. Karanlık ve karmaşık dönemlerde her zaman ortaya çıkan bu çetenin şatafatlı yaşamı yanında yükselen yoksullar dünyası korkunçtu. Ekmekler çamurdu, şeker artık bir zengin yiyeceğiydi. Artan intiharlar ve cinayetlerin yanı sıra Amerika donu bile burnu büyüyenler arasında başı çekenlerden biriydi.” (Rezil Dünya)
Attila İlhan’ın, modernist edebiyatın özelliklerini taşıyan ilk romanı Sokaktaki Adam 1953 tarihinde yayımlandığında, İkinci Dünya Savaşı biteli 7 yıl olsa da, İstanbul savaşın ve karmaşanın içinden çıkamamıştır. Böylesi bir dönemin karamsarlığına ve umutsuzluğuna kapılan, yazarın deyimiyle, “Ne istemediğini bilen ancak ne istediğini bir türlü kestiremeyen” kitabın ana kahramanı Kamarot Hasan, varoluşsal acılar çeker, kurtulmak için aklına gelen her yolu dener.
“Sonra, zamanlar kötü. Bütün bunlar nasıl oluyor, nasıl geçiyor anlamıyorum. İşler daima aksıyor. Neden böyle oluyor? Her geçen gün ekmeği daha pahalı alıyoruz. Ev kiraları daha pahalılanıyor. Vergiler biniyor. Harp bitsin her şey ucuzlayacak diyoruz. Harp bitiyor, bir yenisi başlıyor, hiçbir şey ucuzlamıyor. Kimisi, çocukken işler daha iyi gidiyordu galiba diye düşünür. Kırk paraya bir cep leblebi. Şimdi? Şimdi kırk paranın, beş kuruşun lafı mı olur? Para peynir gibi eriyor. Peki ama, bunun sonu nereye varır? Bunu ben bilemem. Başımızdaki büyük adamlar düşünmeli. Muhakkak düşünüyorlar. Gazeteler, radyolar, her gün onların düşündüklerini söylüyorlar. Diğer bazıları onlarla uğraşmaya kalkışmışlar. Muhalefet yapıyorlar. Bir gürültüdür gidiyor. Ben bazen hükümetten yana, bazen muhalifim, bazen gerici diye, bazen komünist diye, evimi polisler basar, beni alır götürürler. Bazen evimde oturur, kanarya beslerim. Gazeteye, radyoya elimi sürmem. Ekmek yine ucuzlamaz. Aksine bozulur, esmerleşir, bir kuruş da üste koyar.” (Atilla İlhan, Sokaktaki Adam)
Orhan Kemal, 1954 yılında yazdığı 72. Koğuş’ta, kendi gözlemlerinden ve anılarından beslenerek hapishane içerisindeki hiyerarşik düzeni ve insan ilişkilerini samimi, gerçekçi ve yalın bir üslupla dillendirir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yılların ve savaşın ülkeye getirdiği yoksulluğun etkisi hapishane yaşamına da yansır. Zor koşullar insanları değiştirir, insafsız, çıkarcı ve zalim hale getirerek insani değerlerini yitirmelerine sebep olur.
“72. koğuş bütün cezaevlerinde olduğu gibi cezaevlerinin en yoksul, yoksul olduğu için de en pis koğuşuydu. Buranın insanları ayağa kalkmış birer solucandılar. Devlet baba her hükümlü gibi onlara da günde kara birer tayın veriyordu. Bazen kupkuru, bazen fırından yeni çıkmış, ama her zaman çamurdan farksız. Sabahları pis çuvallarda getirilip koğuş ortasında teker teker dağıtılan bu tayınlar yirmi dört saatlik besinleriydi. Sabah kahvaltısı, öğle akşam yemekleri bu tayından ibaret olduğu gibi hamam, tıraş, cıgara paraları da bu kara tayının içindeydi, ister yesin ister satsınlar!” (72. Koğuş)
Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri, İkinci Dünya Savaşı’nın sınırlarımıza dayandığı 1944 yılında yayımlanır. Ülkede, ekmek, şeker, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış, dışarıdan gelebilecek ani baskınları önlemek amacıyla geceleri her yerde karartma uygulaması başlamıştır. Şairlere, yazarlara, düşünürlere baskı uygulanan bir dönemdir aynı zamanda. Bu sıkıntılı günlerde, bir aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural yazdığı ve toplatılan şiir kitabı nedeniyle aranmaktadır. Sağlık problemleri vardır ve hemen teslim olmak istemez. İstanbul’un soğuk ve karartılmış sokaklarına, eş dost evlerine sığınır. Tutuklandığı zaman savaş bitmiştir, ama savaş yıllarının Türkiye’de bıraktığı izler daha uzun süre silinemeyecektir.
“Dünya savaşıyor hiç durmadan, sıkıntısını biz çekiyoruz. Çay yok, kahve yok! Haydi Seylan çayını gene onlara bırakalım, gözümüz yok ama… Bizim ekmeğimize dokunmasınlar hiç olmazsa!”
“- Aylığımız kaç lira bugün?
– Seksen üç lira seksen bir kuruş!
– Şurada, tramvay deposunun karşısında karnesiz ekmek satıyorlar, torbalar içinde. Tanesi…
– Bir lira! Aldım geçen gün!
– Demek seksen dört ekmeğe öğretmenlik yapıyoruz.
– Buğdayımızı Almanlara veriyoruz, savaşa katılmamak için…
– Savaşa girmemek için haraç! Ama Hitler’i bize savaş açmaktan bu buğday alıkoyamaz.” (Karartma Geceleri)
Muzaffer Arabul’un tek romanı Çakrazlar, Çakraz ailesinin II. Dünya Savaşı yıllarında çektiği geçim sıkıntılarını tasvir eder. Kitap iki cilt olarak tasarlandığı halde ikinci cildi basılamaz.
“Kamil, karnının doyduğunu hiç duymazdı. Bu ekmek kıtlığında, midesini şişirmek için, aramadığı çare yoktu. Kaba leblebi, keçiboynuzu, iğde yiyip, üzerlerine bol bol su içmekle, boşluk duyusunun önünü almaya çalışır, ağzı hiç durmadan oynayıp dururdu. Ama kıtlık öyle yayılıyordu ki, bu gidişle sade suya kalacağından korkmaya başlamıştı. İki su bir ekmek yerini tutmadıktan başka üstelik bir de bulantı yapıyordu. İçinde kurt vardı hem, kurtlar sudan doymazdı. Aldığı paralar dişinin kovuğunu dolduracak kadar bile değildi. Cumartesi, Pazar günleri hepsi eriyiveriyordu. Sonra bütün hafta borç para, borç öteberi peşinde canı çıkardı. Parası bol olsa karaborsadan bey gibi yaşayacaktı. Aşağıdaki, eşek gibi iri alman oğlanı Hans’ın ekmek karnesi filan salladığı mı vardı? “Veririm papeli, alırım kız gibi ekmeği.” diyordu gavur. Her sabah kocaman bir süt şişesi götürüyordu işe giderken. Almanya’ya habire ipek çorap gönderiyordu ayrıca. Ağabeyi onlarla kız tavlıyormuş orada.” (Çakrazlar)
Önemli Şairlerin İstanbul Temalı Şiirleri