34,5241$% 0.18
36,4934€% 0.37
2.961,33%0,90
5.071,00%0,35
20.193,00%0,36
Semih Gümüş’ün hazırladığı, Gençler Ne Okumalı isimli listeyi yayınlıyoruz. Semih Gümüş pek çok derginin kuruluşunda, yönetiminde yer aldı. 2006 Aralık ayında Notos Dergisi’nin yayın yönetmenliğini üstlendi. Eleştiri ve deneme kitaplarının yanı sıra öykü antolojileri hazırladı. Radikal Kitap’ta yazıyor.
Rilke, yanına militan yalnızlığım dediği yalnızlığından ve sanatından başka bir şey almamış, şiir başta olmak üzere roman, oyun, mektup ve anı gibi farklı yazın türlerinde kaleme aldığı metinlerin zenginliğinden de anlaşıldığı gibi, tam anlamıyla sanata adanmış bir yaşam sürdürmüştür. Behçet Necatigil’in Rilke’ye yaraşır bir dille Türkçe’ye çevirdiği Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda, genç bir yazar olan kahramanı aracılığıyla modern dünya insanının temel yaşamsal deneyim ve kaygılarını anlatır Rilke. Otobiyografik izler taşıyan bir günce-romandır.
“Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum. Bugün bir mektup yazdım, yazarken buraya geleli ancak üç hafta oldu, diye düşündüm. Başka bir yerde, diyelim kırda, köyde üç hafta bir gün gibi geçerdi, oysa yıllardır buradayım sanki. Mektup da yazmayacağım artık. Başkasına değiştiğimi söyleyip de ne olacak ki? Değişiyorsam, eski halimde kalmıyorum demektir; eski ben olmaktan çıkınca da belli ki tanıyanlar kalmamıştır beni. Yabancılara, beni tanımayanlara hiç yazabilir miyim?”
Dönüşüm’de Kafka kendi yaşamını, toplumun beklentileriyle bu yaşamın nasıl biçimlendiğini ve bu biçimlenmenin ruh dünyasındaki yansımalarını sade bir dille anlatır. Bu kısa hikayenin en belirgin özelliklerinden biri, endüstri toplumunda bireyin içinde bulunduğu ortamda kendinden nasıl uzaklaştığını ustaca ortaya koymasıdır. Hayatta değer verilen her şeyin bir görüntüden ibaret olması, önceki inançların, geleneklerin farkında olmadan gelişmesi, iyi olanın aslında kötü, güzelin çirkin, kuzeyin güney, siyahın beyaz, şeytanın aziz, azizin şeytan olduğu bu dönüşümün bireyde yansıması…
“Ama sonra şöyle dedi kendi kendine: “Saat yediyi çeyrek geçmeden kesinlikle yataktan çıkmış olmalıyım. Zaten o zamana değin mağazadan biri beni sormaya gelecektir, çünkü mağaza yedide açılıyor.” Ve bu kez gövdesini bütünüyle, her yanını aynı orantıyla yataktan çıkarmaya koyuldu. Kendini böylece yere attığı takdirde, düşerken iyice yukarı kaldırmak istediği başı büyük bir olasılıkla yaralanmayacaktı. Anladığı kadarıyla sırtı epey sertti, herhalde halının üstüne düşmekten bir zarar görmeyecekti. Kafasını en çok kurcalayan nokta, düştüğünde çıkacak olan, önlenmesi olanaksız büyük gürültüydü; bu gürültü tüm kapıların ardında korku değilse bile kaygı uyandıracaktı. Ama bunu göze alınması gerekiyordu.”
Çavdar Tarlasında Çocuklar, Amerikalı yazar J.D. Salinger’ın bazı ülkelerde ve Amerika’da bazı eyaletlerde yasaklanmış, bazılarında da okunması teşvik edilmiş bir kitap. J.D. Salinger tek romanı olan Çavdar Tarlasında Çocuklar yayımlandıktan sonra birkaç öykü kitabı daha yazar, ancak 1965’ten sonra hiç bir şey yazmaz, hiçbir gazete ve dergiye röportaj vermez. Salinger, New York’tan New Hampshire’a taşınır ve yalnız başına, münzevi bir hayat sürmeye başlar.
Kimileri onun bu davranışının kitabın ana kahramanı Holden Caulfield’a benzerliğinden kaynaklandığını iddia etmektedir. Türkçe’ye ilk olarak Gönülçelen ismiyle çevrilir. Kitapta bir anti-kahraman olan Holden Caulfield’ın üç gününü kendi ağzından anlatmaktadır. Holden 16 yaşında, lise çağında bir öğrencidir ve iyi bir okul olan Pencey’den kovulmuştur.
“Ne kadar param kaldığını tam olarak hatırlamıyorum, ama pek servet sayılmazdı. Önceki rezil hafta içinde bir kralın kurtulmalığı kadar para harcamıştım. Gerçekten de harcamıştım. Doğuştan savurgan bir herifim ben. Harcayamadığım parayı da mutlaka kaybederim bir yerlerde. Çoğu zaman, lokantalarda, gece kulüplerinde filan paramın üstünü bile almayı unuturum. Annem babam çok kızarlar bu huyuma. Onları ayıplayamazsınız ki. Babam epey varlıklıdır ama. Kaç para kazanıyor, hiç bilmiyorum -böyle şeyleri benimle asla konuşmaz ama sanırım, epey kazanıyordur. Şirket avukatlığı yapıyor. Bu işte iyi para var yani. İyi para kırdığını bilmemin bir başka nedeni; Broadway gösterilerine sürekli yatırım yapar. Ama bu işler hep batar, annem de babama kızar paraları batırdığı için. Allie öldüğünden beri, annemin sağlığı iyi değil. Çok sinirli. Annemin okuldan kovulduğumu öğrenmesinden felaket korkmamın bir nedeni de bu zaten.”
Nobel Edebiyat Ödüllü John Steinbeck’in Büyük Bunalım yıllarını anlattığı novella (uzun hikaye) türündeki Fareler ve İnsanlar, Amerika’nın yaşadığı sarsıntılar ve değişimleri anlatırken, aynı zamanda insan ruhuna da bir ayna tutar. Bu yıllarda iki gezgin çiftlik işçisinin yaşadıklarını anlatır Steinbeck. Georgie Milton ve Lennie Small, hem kendi ilişkileri hem de diğer çiftlik işçileriyle ilişkileri çerçevesinde anlatılır.
“George ona sert sert baktı: “Nedir o cebinden çıkardığın!” Lennie, kurnazlık etmek istedi, “Bir şey yok cebimde.” dedi. “Yalan söyleme… Elinde işte. Nedir o avucunda sakladığın?” “Bir şey yok, George. İnan ki yok.” “Ver onu bana bakayım!” Lennie, kapalı avucunu George’tan uzak tutmaya çalışıyordu. “Sadece bir fare George.” “Fare mi? Canlı fare mi?” “Şey, yok, ölü bir farecik, George. Ben öldürmedim, inan ki yerde buldum. Ölü buldum onu.” “Çabuk ver onu bana!” “Alma, George, ne olursun?” Lennie’nin kapalı eli yavaşça aralandı. George ölü fareyi aldı, derenin öbür tarafına, çalılar arasına attı.” “Ne yapıyordun ölmüş fareyi?” “Yürürken baş parmağımla okşuyordum.”
Golding, Sineklerin Tanrısı’nı Londra’daki yayınevine gönderdiğinde taslağı okuyan editör, saçma ve sıkıcı diyerek kitabı geri çevirmişti. Yeni göreve başlayan editör romanı çok beğendiğini ve yayınlayacağını söyler, roman bestseller olur. Alegorik ve sembollerle dolu kitap yaşları 7 ila 13 arasında değişen bir grup erkek öğrencinin bir uçak kazası sonucu ıssız bir mercan adasına düşmeleri ile başlar. İnsanın içindeki karanlığı anlatmayı seven bir diğer yazar Stephen King tarafından roman, neredeyse bir kutsal kitap gibi görülür. Amerikalı ünlü korku ve gerilim ustası King, yıllar boyunca Sineklerin Tanrısı’nın en sevdiği roman olduğunu ve kitabın kendisi için müthiş bir ilham kaynağı olduğunu hiçbir zaman saklamadı. Öyle ki kendi romanlarında da küçük referanslarla Sineklerin Tanrısı’na selam çakmayı hiç ihmal etmedi.
“Henry büyülenmişti. Dalgaların kemirdiği ve beyazlaştırdığı sularda başıboş kalmış bir değnek parçasıyla şurasını burasını karıştırarak, çöp arayanların devinimini denetimi altına almak istedi. Suyun doldurduğu küçük kanallar açtı, yaratıkları oraya tıkmaya kalktı. Canlı bir şeyleri egemenliği altına alınca, mutluluğu aşan bir duyguya kapıldı. Bu küçük yaratıklarla konuşuyor, onları yüreklendiriyor, onlara buyruklar veriyordu.”
İşleneceğini herkesin bildiği, tuhaf bir şekilde engellenemeyen bir namus cinayetinin romanı Kırmızı Pazartesi. Gabriel García Márquez, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce işlenmiş bir cinayeti aktarıyor. Sadece cinayeti anlatmakla kalmıyor, arka planda toplum psikolojisini, halkın ortak davranışlarını bire bir aktarıyor. Santiago Nasar, bir gece önce tüm kasaba halkıyla beraber kutladıkları, içip eğlendikleri düğündeki gelinin, bakire olmamasının tek suçlusu olarak gösterildiğini bilmeden, her zamanki gibi sabah uyanıp, gündelik rutin işlerini sırasıyla yerine getirirken, peşinden ölümün gezdiğinden habersizdir.
“Onu öldürecekleri gün, annesi oğlunu beyazlar giymiş görünce günlerini şaşırdığını sanmıştı. “O günün pazartesi olduğunu hatırlattım ona,” dedi bana. Ama oğlu, olur ki piskoposun yüzüğünü öpme fırsatını bulur diye böyle şık giyindiğini söylemişti. Annesiyse en küçük bir ilgi belirtisi göstermemişti. “Piskopos, gemiden inmeyecektir bile,” demişti ona. “Her zamanki gibi görev gereği hayır dua edecek, geldiği gibi dönüp gidecektir. Bu kasabadan nefret eder o.” Santiago Nasar da öyle olacağını biliyordu, ama kilisenin debdebesi karşı konulmaz derecede büyülüyordu onu. “Tıpkı sinema gibi,” demişti bir defasında bana. Oysa piskoposun gelişinin annesini tek ilgilendiren yanı, oğlunun yağmur altında ıslanabilecek olmasıydı, çünkü uykusunun arasında aksırdığını duymuştu. Yanına şemsiyesini almasını tembih etmiş, ama oğlu ona eliyle bir veda işareti yaptıktan sonra odadan çıkıp gitmişti. Bu onu son görüşü olmuştu.”
2010 yılında Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği Şilili genç yazar Alejandro Zambra, üçüncü romanı Eve Dönmenin Yolları’nda belleğimizdeki lekeleri kazırken geçmiş ve şimdi arasında bocalayan insana kendine dönüş yolunu gösteriyor. Romandaki yazar adayı anlatıcı tek başına yaşıyor, bolca sigara içiyor, kadınlarla birlikte oluyor, romanını yazmaya çalışıyor. Bu sırada da geçmişin izini sürüyor. Anlatıcıyla birlikte okur da Pinochet diktatörlüğünde yaşanan zor zamanlara, büyük 1985 depreminin acı kayıplarına, çocukluk aşklarına, hayal kırıklıklarına dönüyor.
“Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım, ümitsizlik içinde beni arıyorlardı. Ama bence o akşamüstü esas onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum, ama onlar bilmiyordu.”
Nazım Hikmet’in son şiirleri, 1959- 1963 yılları arasında yazdığı tüm şiirlerdir. Yaşar Kemal, Nazım Hikmet’e ithaf edilen En Büyük Şairimiz adlı makalesinde şunları yazıyor: “Nazım Hikmet, büyük halk ozanlarının son büyük halkasıdır. Türk dili var oldukça Nazım Hikmet de var olacaktır… Onun dil anlayışı, -halkın dili ile şiir dilini inanılmaz bir zenginliğe ulaştırması- kendisinden sonra gelen nesiller için bir okul olmuştur. Bizim şiirimizde olduğu kadar, hikayemizde ve romanımızda da Nazım Hikmet’in büyük etkisi vardır. Eğer Nazım Hikmet gibi büyük bir yol gösterici gelmeseydi, bizim edebiyatımız bu seviyeye çıkamazdı. Onun büyük şairliği kadar edebiyatımızda açtığı yeni yol da önemlidir…”
Koynumda çırılçıplaksınız
Şehir, akşam ve sen
Aydınlığınız yüzüme vuruyor
Bir de saçlarınızın kokusu.
Bu çarpan yürek kimin
Sesleri soluklarımızın üstünde küt küt atan
Senin mi şehrin mi akşamın mı yoksa benimkisi mi?
Akşam nerde bitiyor nerde başlıyor şehir
Şehir nerde bitiyor sen nerde başlıyorsun
Ben nerde bitip nerde başlıyorum?
(Şehir Akşam ve Sen, 1959)
Edebiyatımızın büyük ustası Yaşar Kemal “İnsanların içindeki yaşama sevinci ölümsüzdür. Ben ışığın, sevincin türkücüsü olmak istedim her zaman. İstedim ki benim romanlarımı okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya.” der.
Kuşlar da Gitti romanının eksenini taşradan kente göç eden kişilerin çektikleri sıkıntılar, kentte tutunma çabaları, dışlanmaları, sınıfsal çatışmalar ve taşrayla kent kültürü arasındaki uyumsuzluklar oluşturur. Roman kilise, cami ve sinagog önlerinde azat buzatlık satmak için kuş avlayan gençlerin satamayıp sonunda çaresizlikten kuşları yemek zorunda kalmalarına kadar olan süreci betimler.
“Eskiden, eskiden Mahmut, yalnız Yeni Cami önünde altı yüz kuşu birkaç saat içinde havaya gökyüzüne salıvermiş, Eminönü alanını, İstanbul şehrini sevinçle, sevgiyle mutlulukla, dostlukla, bir acımanın güzelliğiyle doldurmuştu. Kuş salıvermenin, bir can kurtarmanın mutluluğuyla… Mahmut, bir kuş salıverip de, avucu boş kalan, uzun bir süre bıraktığı kuşun, yitip gidinceye kadar ardından bakan insanın yüzündeki çocukça sevgiyi, mutluluğu, güzelliği unutamıyor. Bazı çok yaşlı, beli bükülmüşler kuşlar avuçlarından uçup gidince sevinerek çocuklar gibi zıplayıp el çırparlardı, kuşun ardından da ağız dolusu bir sevinç kahkahası fırlatırlardı. Şimdi, şu İstanbul’da herhangi bir güzellik, iyilik, sevinç verecek bir olay üstüne böylesine ağız dolusu bir sevinçle gülecek bir kişi var mı?”
Ferit Edgü, edebiyat dışındaki bütün kaygıları bir tarafa bırakıp, kelimelerin gücüne ve kudretine yaslanan, paragrafları aşan cümleleri bir kenara bırakan, daha az kelimelerle üreten bir kelime avcısıdır. Gerçekliği hikayenin sonuna kadar da anlaşılamayan bir deniz kazasından sonra (ya da sürgün) kendini karla kaplı kayaların üzerine kurulmuş, bütün dünyadan uzak düşmüş ve mecburen kendine bir dünya yaratmış Hakkari’nin Pirkanis köyünde bulur öğretmen-anlatıcı.
“Düğümü çözdüm. Kağıt kıvrılıp toparlanmasın diye, bir yanına kitapları, bir yanına da mührü koydum. Tam incelemek için üstüne eğilmiştim ki kapı açıldı. Ve içeri bir yabancı girdi. Vali Bey sizi istiyor, dedi. Vali mi? dedim. Olur gelirim. Adam yerinden kımıldamadı. Söyleyin kendisine birazdan gelirim, dedim. Adam yerinden kımıldamadı. Sesimi yükselterek, “Sen git, ben gelirim” dedim. Adam yerinden kımıldamadı. Belli ki beni almadan gitmeyecekti. Sesimi yükselterek, “Sen git, ben gelirim” dedim. “Vali Bey sizi alıp gelmemi istedi” dedi. Kitapları ve mührü kaldırdım. Haritayı sardım. Valinin habercisi önde, ben arkada, çıktık.”
Kaynak
Rilke’nin Şiirlerinde Ölüm Sorunsalı, Modern Örgütlerde Yabancılaşma ve Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü
Haftanın Türk Klasikleri Kitap Önerileri
Güzel öneriler