DOLAR

34,5433$% 0.18

EURO

36,0051% -0.65

GRAM ALTIN

3.009,39%1,61

ÇEYREK ALTIN

5.119,00%1,13

TAM ALTIN

20.409,00%1,26

İmsak Vakti a 06:23
Şanlıurfa AÇIK 15°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

BİRİNCİ MEVKİ YOLCUSU-ANTON ÇEHOV

ad826x90
ad826x90

BİRİNCİ MEVKİ YOLCUSU-ANTON ÇEHOV

Trene binmeden önce garda yemek yiyip biraz kafayı bulan birinci mevki yolcusu vagonda kadife divan üzerine uzandı, uyumaya çalıştı. Aradan beş dakika geçti geçmedi, karşısında oturan yolcuya duygulu gözlerle baktı, alaylı alaylı gülümsedi.

—Ruhu şad olsun, babam yemekten sonra köylü kadınlarına ayak tabanlarını kaşıtmasını severdi. Ben de ona çekmişim, şu farkla ki, yemekten sonra tabanlarımı değil, dilimi, beynimi kaşımak hoşuma gider. Tok karınla çene çalmak en büyük zevkimdir. İzin verirseniz, biraz gevezelik edebilir miyiz?
Karşısındaki razı oldu:

—Eh, neden olmasın?

—İyi bir yemekten sonra önemli, şeytanca düşüncelerin beynimi kurcalaması için basil bir neden yeterlidir. Diyelim, biraz önce gar büfesinin önünde iki genç duruyordu; bunlardan biri öbürünü bir başarısından ötürü kutluyor ve diyordu ki: ”Kullarım sizi, arlık tanınmış bir insansınız, bundan böyle ününüz daha da yayılacak.” Kalıbımı basarım, bunlar ya tiyatro oyuncusudur ya da entipüften iki gazeteci… Ama asıl konu bu değil. Beni asıl düşündüren, şöhret, ün nasıl bir şeydir, onu tanımlamak. Siz bu konuda ne dersiniz? Puşkin şöhreti lime lime bir giysi üzerine vurulan gösterişli bir yama olarak adlandırmış, biz de aşağı yukarı aynı anlamda, yani öznel, kişiye göre değişen bir kavram olarak algılıyoruz. Bugüne dek bunun açık, mantıklı bir tanımını yapanı görmedim. Böyle bir tanım yapana neler vermezdim!

ad826x90

—Peki, ama şöhretin tanımı ne işinize yarayacak?

Birinci mevki yolcusu bir an düşündü.

—Öyle sanıyorum ki, şöhretin nasıl bir şey olduğunu anlasak onu elde ediş yöntemlerini de öğrenirdik. Her şeyden önce şunu belirteyim, beyefendi, ben gençliğimde üne kavuşmak için yapmadığım şey kalmadı. Tanınmak benim için çılgınlık derecesine varan bir tutkuydu. Öğrenimimi o uğurda yaptım, çok çalıştım, geceleri uyumadım, yemedim-içmedim, gitgide sağlığımı yitirdim… Tarafsız olarak hüküm verecek olursak üne kavuşmak için yeterli bir sürü nedenim vardı. Her şeyden önce mesleğim mühendislikti. Çalışmalarım sonunda Rusya’da yirmi kadar güzel köprü kurdum, üç kente su borusu döşedim, ülkemizin dışında İngiltere’de, Belçika’da çalıştım. İkincisi, kendi alanımda birçok önemli makale yazdım. Üçüncüsü, beyefendiciğim, çocukluğumdan beri kimyaya duyduğum ilgiden dolayı boş zamanlarımda bu bilimle uğraşırım, bazı organik asitlerin elde ediliş yollarını keşfettim, sonuçta bütün yabancı ülke kimya ders kitaplarına adım geçti. Bugüne dek hep devlet memurluğu yaptığımdan müsteşar rütbesine ulaştım, tertemiz bir sicilim vardır… Gördüğüm hizmetlerle, yürüttüğüm çalışmalarla daha fazla başınızı ağrıtacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim, herhangi bir tanınmış kişinin yaptığından çok daha fazlasını yaptım. Ama sonuç ne? Gördüğünüz gibi yaşım ilerledi, söylemek gerekirse bir ayağım mezarda sayılır, ancak tren yolu settinde koşan şu kara köpeklen daha fazla tanındığımı sanmam.

—Nereden biliyorsunuz? Belki siz de ünlü bir kişisinizdir.

—Ya? Deneyelim öyleyse… Söyleyin, bakayım, Krikunov diye bir soyadı işittiniz mi?
Karşısındaki kişi gözlerini tavana dikti, düşündü, güldü.

—Hayır, işitmedim…

—Benim soyadım budur. Okumuş bir kişisiniz, yaşınız da hayli geçkin, ama adımı henüz işitmemişsiniz. Bu yeterli bir kanıt değil mi? Anlaşılıyor ki, üne kavuşayım derken asıl yapılması gerekeni göz ardı etmişim. Gerçek yöntemleri uygulayacak yerde tümüyle değişik noktalardan yaklaşmışım.

—Gerçek yöntemler sizce neler olabilir?

—Ben nereden bileyim? “Bu bir yetenek işidir. Sıradan kişilerde bulunmayan deha işidir…” diyebilirsiniz. O da değil, beyefendiciğim! Benimle karşılaştırınca boş, değersiz, hatta ciğeri beş para etmez diyeceğiniz kişilerle birlikte mesleğe girdik. Benden bin kez daha az çalıştıkları, hiçbir varlık gösteremedikleri, bir yetenekleri, başarıları olmadığı halde bakın onların durumuna! Gazetelerde, konuşmalarda adlarını duyarsınız sık sık… Eğer sizi bıktırmadıysam örnek verebilirim. Birkaç yıl önce K. kentinde bir köprü yapmıştım. Tanrı’nın belası, berbat bir yerdir burası. Kadınlar, kâğıt oyunları olmasa çıldırabilirdim orada çalıştığım sürece. Hepsi geçmişte kaldı, ama bu kentte bulunduğum sıralar can sıkıntısından bir şarkıcı kızla ilişki kurdum. Bu baş belası kadın adım başı rastlayacağınız, sıradan bir şarkıcı olduğu halde nedense herkesin başını döndürürdü. Kafasının içi bomboş, üstelik aptal, kaprisli, aç gözlü bir yaratıktı… Habire tıkınmaktan, akşamın beşine dek uyumaktan başka bir özelliği yoktu. Bildiğimiz yosmalardan başkası değildi -mesleğiydi bu onun- ama kibar bir dille söylemek istediklerinde ona tiyatro oyuncusu, şarkıcı derlerdi. O zamanlar tiyatroya gönül vermiş bir kişi olarak bu şıllığa tiyatro oyuncusu demeleri beni çileden çıkarırdı. Bir türlü anlayamazdım, onun sanatçılıkla ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Ne böyle bir yeteneği vardı, ne de duygusal bir kadındı. Ona ancak acınabilirdi. Şarkıcılığına da akıl erdiremezdim, çünkü bunu da beceremez, bacaklarını oynatmaktan başka bir şey yapmazdı. Soyunma odasına erkeklerin girip çıkmasından utanıp sıkılmazdı bile. Yabancı dillerden çevrilmiş, içinde şarkılar bulunan vodvillerde oynamayı yeğler, bu piyeslerde erkekler gibi dar giysilerle caka satmayı severdi. İşte böyle gösteriş düşkünü bir zavallıydı. Ama şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyin!

Hiç unutmam, yeni yaptığım köprülerden birinin açılış töreni vardı. Dinsel ayinden sonra konuşmalar yapıldı, kutlamalar okundu, vb… Köprüye kendi çocuğum gözüyle bakıyordum, o yüzden ne kadar heyecanlandığımı anlarsınız. Heyecandan neredeyse yüreğim duracaktı. Şimdi her şey geçmişte kaldı, o nedenle alçakgönüllü davranmaksızın güzel bir köprü yaptığımı söyleyeceğim. Sanki köprü değil, insanı coşturan bir tabloydu karşımızdaki. Ayrıca bütün kent halkı açılışa gelmişti. Köprüyü kuran kişi olarak, “Şimdi herkes gözlerini bana dikecek. Nasıl yapsam da bakışlardan kaçınsam?” diye düşünüyordum. Boşuna kaygılanmışım. Resmi sıfatı olan kişiler dışında kimse beni fark etmedi. Koskoca kalabalık ırmak kıyısında dikilmiş, köprüye koyun sürüsü gibi bakarken onu yapan kişiye aldırdığı bile yoklu, işte bu yüzden o günden beri kalabalıklardan nefret ederim. Neyse biz konumuza dönelim… Ben can sıkıntısı içinde beklerken birden törene gelenlerde bir canlanma oldu. Herkes fıs fıs bir şeyler fısıldıyordu. “Herhalde beni yeni gördüler.” diye düşündüm. Gene boşuna heyecanlanmışım. Baktım, benim şarkıcı kadın kalabalığı yararak ilerliyor. Birkaç hayta da arkasında. Bütün gözler o yana çevrildi. Dört bir yandan fısıltılar yükseldi: “Ah, şu gelen kadını tanıyor musunuz? Tanrım bu ne güzellik! İnsanın başını döndürüyor!…” falan filan… Sahne sanatının yerli amatörlerinden olsalar gerek, iki çaylak bana baktılar, aralarında şöyle fısıldaştılar: “Kadının sevgilisi de burada!” Söyleyin şimdi, beğendiniz mi durumu?

Suratı haylidir tıraş görmemiş, silindir şapkalı, çelimsiz bir adam çevremde bir süre dolandıktan sonra bana şunları söyledi:

—Şu karşıda yürüyen kadını tanıyor musunuz? Şunun şunun şusudur… Sesinde bir şey yoktur ama onu öyle bir kullanır ki, şaşırırsınız!
Adama döndüm.

—Bu köprüyü kimin yaptığını biliyor musunuz?

—Nereden bileyim! Mühendislerden biri olmalı.

—Peki, bu kentin katedralini kuran adam kim?

—Onu da bilmiyorum.

Daha sonra K. kentinin en iyi öğretmeninin, en tanınmış mimarının adlarını sordum, hepsine olumsuz yanıt verdi.

—Söyler misiniz? dedim dayanamayıp. Demin konuştuğumuz şarkıcı kadın kiminle yaşıyor?

—Krikunov adında bir mühendisle, demez mi?

Pes doğrusu! Neyse, bırakalım bunları… Çağımızda âşıklar, saz şairleri kalmadığına göre ünlenme yolu gazetelerden geçer, bunu biliyoruz. Ben de köprünün kutsanma töreninin ertesi günü yerel “Haber” gazetesini alarak adımı görmek için sayfaları hızla gözden geçirdim. Dört sayfayı taradıktan sonra bir köşede sevinçle şu yazıyı okumaya başladım: “Yeni köprümüzün kutsanma törenine ilimiz valisi beyefendi bilmem kim ile il yöneticileri ve büyük bir kalabalık katılmıştır…” Sonunda da şunlar yazılıydı: “Göz kamaştırıcı güzelliğiyle halkın sevgilisi, değerli sanatçı falanca da törene gelmiştir. Yetenekli şarkıcının halk arasında büyük sansasyon uyandırması doğaldır. Yıldızın giydiği giysiler…” diye sürüp gidiyordu yazı. Benim hakkımda tek sözcük olsa canım yanmaz! O da yok! Belki önemsiz bir şey, ama inanır mısınız, hıncımdan oracıkta hüngür hüngür ağladım.

Sonunda kendi kendimi şöyle avuttum: Taşra kentleri ne de olsa aptallar yatağıdır, oralardan fazla bir şey beklenmez; ünlenmek istiyorsan bilim merkezlerine, başkente gitmelisin… Rastlantıya bakın ki, tam o sırada Petersburg’da bir yarışmaya katılmak üzere verdiğim projenin süresi doluyordu. K. kentinden ayrıldım, ver elini Petersburg!
K. dan Petersburg arası uzun yoldur. Canım sıkılmasın diye trende özel kompartıman tuttum, yanıma da doğal olarak benim şarkıcı kızı aldım. Yol boyunca şampanyalar içildi, en güzel yemekler yendi, keyfimize diyecek yok! Sonunda bilim, düşün merkezimize geldik. Tam o gün yarışma süresi doluyordu. Beyefendiciğim, başkente geldiğimiz gün aynı zamanda utkumu kutladığım gün oldu, çünkü projem birincilik kazanmıştı. ”Yaşasın!” diyerek sevincimden havaya zıpladım! Hemen Neva caddesine çıkıp tüm gazeteleri aldım. Otele döndüm, kanepeye uzandım, heyecandan ellerimin titremesine zor karşı koyarak gazeteleri gözden geçirmeye koyuldum. Birinci gazetede bir şey yoktu, İkincide gene öyle… Sonunda dördüncü gazetede şöyle bir habere rastladım: “Dün ekspresle başkentimize ünlü taşra tiyatro oyuncularından falanca gelmiştir. Sevinçle belirtelim ki güney iklimi yakından tanıdığımız bu sanatçıya olumlu etkide bulunmuş, güzelimizin sahne görünüşü… falan filan” Bu haberin altında bir yerde de “Açılan bilmem hangi proje yarışmasını mühendis bilmem kim kazanmıştır…” diye kısa bir haber var. Hepsi o kadar! Üstelik adım Krikunov yerine, Kirkunov olmuş, işte size bilim, düşün merkezi Piter! Hepsi bu kadarla bitse gene iyi. Bir ay sonra başkentten ayrılırken bütün gazeteler birbiriyle yarışırcasına ”Tanrısal güzellikte, eşsiz sanatçı, büyük yeteneklerimizden” diyerek metresimden söz ediyorlar; saygı gösterisi olarak yalnız soyadıyla değil, adı, baba adıyla anıyorlardı.

Birkaç yıl sonra Moskova’ya yolum düştü. Beni oraya belediye başkanı özel bir mektupla çağırmıştı, en azından yüzyıldan beri gazetelerin çözümü için çarşaf çarşaf yazı yazdıkları bir konuyu görüşecektik. Oraya gitmişken müzelerden birinde halka açık beş konferans verdim. Böyle bir olay üç günlüğüne de olsa bir kentte tanınmak için yeterlidir, değil mi? Ama ne yazık ki öyle olmadı. Hiçbir Moskova gazetesinde adım geçmedi. Çıkan yangınlardan, operet temsillerinden, uyuyan belediye meclisi üyelerinden, sarhoş tüccarlardan haberler vardı da benim çözüm tasarımdan, verdiğim konferanslardan hiç söz edilmiyordu. Bu kadar da olur mu, diyeceksiniz! Oluyor işte…

Hıncahınç dolu giden bir atlı tramvaya bindim. Kimler yoktu ki tramvayda? Kadınlar, subaylar, öğrenciler, kadın kursiyerler… Sanki çift çift alınmış Nuh’un gemisi yolcuları… Yanımda duran bir baya herkes işitsin d iye yüksek sesle;

—Falan konuyu danışmak amacıyla kent meclisiniz bir mühendis çağırmış. Mühendisin adını biliyor musunuz? diye sordum.

Adam başını iki yana salladı. Beni duyanlar da boş gözlerle baktılar bana. Belli ki hiçbiri bilmiyordu mühendisin adını. Aramızda konuşma bağlansın diye ben kalabalığa laf atıyorum hep:

—Bilmem hangi müzede biri konferans veriyormuş. Konferanslar ilginç diyorlar, duydunuz mu?

Başını sallayan tek kişi çıkmadı. Bırakın müzede konferans verildiğini, böyle bir müzenin varlığını bilmeyen bayanlar vardı. Diyelim, bunun da önemi yok, ama kalabalığın sokakta benim tanımadığım birini görüp pencerelere atılarak deli gibi bakmalarına ne demeli? Neymiş, efendim, caddeden ünlü biri geçiyormuş! Yanımdaki adam:

—Bakın, bakın! dedi beni dürterek. Şu arabayla giden esmer adamı görüyor musunuz? Yürüme şampiyonu King’dir.

O günlerde Moskovalıların dilinden düşmeyen yürüme şampiyonundan konuşmaya başladılar.

Size daha bir sürü örnek verebilirim, ancak bu kadarı yeter, sanıyorum. Diyelim, ben kendimi dev aynasında görüyorum, övüngeç herifin biriyim. Peki, ama benim dışımda yetenekli, çalışkan birçok tanıdığımın adı-sanı duyulmadan ölüp gitmesine ne buyurulur? Bütün o büyük Rus denizcileri, kimyacıları, fizikçileri, makine mühendisleri, tarım işletmecileri yeterince tanınmışlar mıdır! Rus ressamlarından, yontucularından, yazın adamlarından kaçı bırakın halkı, aydınlarımızca bilinir? Yaşlı bir yazın emekçisi yıllarca dirsek çürütmüş, hamaratlığıyla, yeteneğiyle yaratıp kırk yıl yayımcıların eşiğini aşındırmış, binlerce sayfa yazı karalamış, rezillerin foyasını meydana çıkardığı için en az yirmi kez yargılanmıştır; gene de adı bilinmez. Yazınımızın ustalarından hangisi düelloda öldürülmeden, aklını oynatmadan, sürgüne gönderilmeden, hileli kâğıt oyununda yakayı ele vermeden önce üne kavuşmuştur, söyler misiniz?

Birinci mevki yolcusu kendini konuşmaya öylesine kaptırmıştı ki, bir ara purosunu ağzından düşürdü. Puroyu eğilip yerden aldı.

—Durum böyle yürekler acısıyken başkaları kolayca üne kavuşur! Alın şu sürü sepet şarkıcı bozuntularını, ip cambazlarını, bebeklerin bile tanıdığı soytarıları!

Tam o sırada vagonun kapısı açıldı, serin bir hava esti; asık suratlı, pelerinli, silindir şapkalı, mavi gözlüklü biri girdi içeriye. Adam daha bir somurtarak oturacak yerlere bakındı, ileriye doğru yürüdü. Vagonun uzak bir köşesinden;

—Tanıyor musunuz, kim bu? diyen ürkek bir ses duyuldu. X. bankasındaki dolandırıcılığından ötürü mahkemeye verilen ünlü N.N. nin ta kendisi!

Birinci mevki yolcusu gülerek;

—Gördünüz mü? dedi. Herkes banka soyguncusu N. N. yi yakından tanıyor, ama Semiradski, Çaykovski ya da filozof Solovyov hakkında bir şey sorsanız kimse bilmez.
Birkaç dakika sessizlik içinde geçti. Birinci mevki yolcusunun karşısında oturan adam çekingen bir tavırla öksürdükten sonra;

—Şimdi ben size bir soru sorayım! dedi. Puşkov soyadını işittiğiniz oldu mu hiç?

—Puşkov mu dediniz? Hımın… Puşkov… Hayır, işitmedim.

—Bu da benim soyadımdır. Demek ki, işitmediniz adımı, beni tanımıyorsunuz? Oysa tam otuz beş yıldır bir Rus üniversitesinde ders veren bir profesörüm, Bilimler Akademisi üyesiyim. Yayımlanmış pek çok makalem vardır…

Birinci mevki yolcusu ile karşısındaki kişi bakıştılar, kahkahayı bastılar.

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Emrah Korkmaz – SEV(E)MEMEK

HIZLI YORUM YAP