40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
4.320,96%0,56
7.017,00%0,27
27.981,00%0,27
02:00
”Müstesna”
Saat 04.00’te perondaydım. Hâlâ dünkü kıyafetlerimle, uykusuz, yorgun, kaçak bir suçlu gibi. Nereye gittiğim önemli değildi; önemli olan, kendimden ve evimden uzaklaşmaktı. On üç yaşındaki kızımın kapıyı çarpıp babasının evine gidişini düşündükçe içim sızladı. O çığlık, o tartışma, kızımın benden adım adım uzaklaşması…
Son zamanlarda iyice uzaklaşmıştı benden. Henüz küçük bir çocuk olan kızıma doyamadan birden bire bana karşı gelmesi, kapıyı çarpıp gitmesi incitmişti beni.
O gece kızımsız uyuyamayacağımı anladım. Belki biraz uzaklaşmak iyi gelecekti ikimize de. Erkenden tren istasyonuna vardım, öylece, plansız…
Münih’ten sonra, bir dağ gölüne giden trenle bilinmezliğe doğru yol aldım. Dağlarda yürüdüm, çilek topladım, aşağıda minicik kalan dünyayı izledim. Göl kenarında, ayaklarımı suya sokmuş, sörfçüleri izlerken bir ses duydum:
— “Entschuldigung, könnten Sie mich fotografieren, bitte?”
— “Jaaa,” dedim gülümseyerek.
Uzun boylu, şapkalı, İtalyancayı andıran bir aksanla konuşan bir kadındı. Çantasından renkli eşarplar çıkarıp gölün kenarında bir model edasıyla poz verdi. İşi bitince teşekkür etti ve yanıma yaklaştı. “Nerelisin?” diye sordu.
“Türküm.”
Yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. “Ben de seni yabancı sanmıştım,” dedi.
Adının Müstesna olduğunu söyledi. “Ailem koymuş. Belki de bir gün bir istisna olacağımı hissetmişlerdir,” diye ekledi, gözlerinde bir anlık gölgeyle.
O göl, iki yabancıyı anında kardeşe dönüştürdü. Yalnız annelik, ayrılık acıları, ergen çocukların zorluğu… Müstesna cıvıl cıvıldı; herkese laf atıyor, gülüyor, anlatıyordu. Kendini sevdirmek için adeta çırpınıyordu. İkimiz de hayatımızda bir boşluğu doldurmuştuk. Haftalar, birbirimizin evlerinde kalmakla, şehirler arası trenlerde geçti. Onun depresyonunu dinliyor, saatlerce terapistlik yapıyordum. Benim sığınağım olmuştu. Onu arkadaşlarımla tanıştırıyor, her hafta sonu benim yaşadığım şehre gelip bende kalıyordu. “Eğer birer tane adam bulamazsak, beraber yaşlanırız,” deyip gülüyorduk.
Birkaç yıl olmuştu tanışalı, artık onsuz ne bir eğlenceye ne de bir toplantıya gidiyordum. İyice sızmıştı hayatıma. Onsuz bir yere gitsem, davet etmediğim için suçlu hissediyordum.
Ama yavaş yavaş, “Müstesna” isminin anlamı gibi, kuralların onun için geçerli olmadığı bir evrene doğru kaydık. Sınırlarım bulanıklaştı. Kendimi bir anda Müstesna’yı nasıl mutlu etsem diye düşünürken buldum. O, sanki aramıza mesafe giren kızımın yerine geçmişti; belki de artık o bendim. Bir anne gibi saatlerce ona akıl veriyor, motive ediyordum.
Hiç giymediğim elbiseleri giymesine izin veriyor, canı sıkıldığında onu hemen evime davet diyordum. Ben ise daha bir kere bile onun evinde kalmamıştım.
Bir gün bir rüya gördüm. Müstesna, bana ait olan şeyleri takmaya çalışıyor, hayatımı yaşamak istiyordu. Ben ise aileme ve arkadaşlarıma asıl benin kim olduğunu anlatamıyordum. Herkes Müstesna’yı ben sanıyordu. Benim yazı blogumun aynısını yapmış, hoşlandığım adamla yazışmaya başlamış, benim arkadaşlarımla arkadaş olmuştu çoktan.
Mesela, on yıllık arkadaşını sevgilisinden ayırmaya kalkmıştı. “O adam seni kullanıyor, ayrıl ondan,” diye günlerce ısrar etmişti. Kadın sonunda dayanamayıp Müstesna’yla arkadaşlıklarını bitirdi. Sonra özellikle arkadaşlarının sevgililerinden şikâyet ediyor, “Bu bana mesaj attı… şu bana gülümsedi…” diyerek ortalığı karıştırıyordu. İçimden kızıyordum. En mutlu çiftlerin olduğu ortamlarda bile tüm erkekleri potansiyel sevgili olarak görmesinden, herkesin ona ilgisi varmış gibi davranmasından sıkılmıştım.
İleride yaşanabilecek bir trajediyi düşündüm: Günün birinde bir sevgilim olsa, bu kadın binbir cilve ve nazla sevgilimi elimden almaya çalışırdı. Çünkü kendini değersiz görüyordu. Narsistti; değer görülmek, tercih edilmek istiyordu. Birileri beni değil de onu tercih etsin, sonra da bana dönüp, “Üzülme canım, o beni seçti. Hep böyle olur ama sen de değerlisin, ben yanındayım,” desin istiyordu.
Tercih edilmek… Bir obje gibi seçilmek istiyordu. Belki de çocukluktan gelen bir yaraydı bu. Belki de bugüne kadar hiç tercih edilmediği için, artık hayatını buna adamıştı.
Evet, onu anlamaya başlamıştım. Ve aramıza mesafe koymaya karar verdim. Artık dayanamıyordum; onunla vakit geçirmek beni mutlu etmiyordu. “Ona zamanım yok,” diyordum, “Hiç dışarı çıkmıyorum şu sıralar.”
Bir gün bazı arkadaşlarımla eğlenmeye gittik. Ortak bir arkadaşımızın hesabından gördü tüm fotoğrafları.
Aylar sonra yazdı:
“Zamanın yok mu? Bana mı yok? Hiç sormuyorsun, kaç aydır aramıyorsun da merak da etmiyorsun. Ben kapalı psikiyatri kliniğinde yattım altı ay!”
“Kusura bakma, geçmiş olsun,” dedim kısa kesecek şekilde. “Biraz oturduk arkadaşlarla. Gelecek sefer beraber de gideriz.”
Ama bilmiyorum neden, korkuyordum artık ondan. Çok rahatsız ediciydi. Ne kestirip atabiliyor, ne bağırıp çağırabiliyor, ne de arkadaşlığıma devam edebiliyordum. Sınırlarımı korumakta zorlanıyordum.
Hâlâ beni manipüle etmeye çalışıyordu. “Git tabii, düşünme beni. Ben de hâlâ yazıyorum sana, ne yüzsüzmüşüm demeye! Neyse, sen mutlu ol yeter,” deyip kapattı. Cevap vermedim.
Mesafemi koymaya çalıştım. Ama Müstesna, sosyal medyadan, ortak arkadaşlardan ulaşmayı sürdürdü. “Hepinizi Oktoberfest’e davet ediyorum,” ya da “Benim orada bir işim var, uğrayabilir miyim?” gibi… Neden onun bu hallerini hiç fark etmemiştim daha öncesinde? Oysa apaçık ortadaydı: Hastaydı, saplantılıydı, hayırdan anlamayan bir kadındı.
Sonunda, bir akşam işten döndüğümde, onu evimin içinde buldum.
“Sürpriz!” dedi, elinde yedek anahtarımla. “Geçen gelişimde unutmuşsun.”
Yüreğim ağzıma geldi. “Selam,” diyebildim güçlükle. Ya kızım eve benden önce gelseydi ve karşısında bir yabancıyı görseydi?
“Yabancı mıyım?” Omzuma dokundu. Dokunuşu artık sıcak değil, elektrikli ve tehditkârdı. İçimdeki alarm zilleri çalıyordu. Balkona çıktım nefes almak için. O da peşimden geldi.
“Beni neden dışlıyorsun?” diye fısıldadı. Sesinde bir çocuk kırgınlığı vardı ama gözleri cin gibi parlıyordu. “Sen benim Müstesna’msın. Kurallar bizim için geçerli değil.”
Kolumu tuttu. Parmakları demir gibi sıktı.
“Bırak beni!” diye bağırdım.
“Sen iyi değilsin Müstesna, gel konuşalım, seni evine götüreyim. İlaçlarını aldın mı?”
O an her şey bir kaosa dönüştü. Beni sarsmaya başladı. Balkonun korkuluğuna doğru itiyordu. “Müstesna olmak bu kadar zor olmamalı!” diye hıçkırıyordu, ama yüzü bir nefret maskesiydi. Onu ittim. Kazağıma yapışmıştı. Bir çekiştirme, bir sendeleme… ve sonra bir boşluk hissi.
Müstesna, adına yakışır bir şekilde, istisnai bir biçimde, on dördüncü kattan aşağı düştü.
Aşağıya, siren seslerine koştum. Polis, ambulans…
Yoktu artık. Kamera kayıtları, beni incitmesi, yedek anahtarıyla girmesi, kendi ölümüne kendisinin sebep olması…
Sorun bu değildi. Elbette suçsuzdum, yani öyle tahmin ediyorum. Ama içimde bir vicdan azabı, bir eksiklik, bir “acaba?” vardı. Onu dışladım mı? Onun bana ihtiyacı vardı, ben sevgisine, ben mi onu iyileştirebilirdim? Neden korktum? Ben olmaya çalışmasından mı, benden daha iyi olmasından mı? Ne oldu yani… Bir daha asla silinmeyecek suçluluk hissi ve bir daha hayatıma kolayca kimseyi almamam gerektiğine dair bir ders çıkardım.
O günden sonra hep o ilk tanıştığımız güne döndüm. O gülen, şapkalı kadına. Akşamları bira içip şarkı söyleyerek aşkı bulamadığımız için ağladığımız, çocuklarımız için endişelendiğimiz o günlere…
Acaba içinde, on üç yaşında tacize uğramış, sevgisiz kalmış, büyüyememiş bir kız mı saklıydı? “Müstesna” olmak için verdiği çılgın savaş, aslında sıradan bir sevgiyi bile hak etmediğine inanan o kızın haykırışı mıydı?
“Bazen düşünüyorum… Müstesna’ya verdiğim sabrı, sevgiyi, ilgiyi kendi kızıma verebilseydim, belki o kapıyı çarpıp gitmezdi. Belki hâlâ yanımda olurdu. O günden sonra kızımın gözlerine daha dikkatle bakmaya başladım. Çünkü orada, Müstesna’nın hiç büyüyemeyen o on üç yaşındaki hali saklıydı. Ve ben artık onu kaybetmek istemiyorum.”
Huzur içinde uyu, Müstesna. Ve keşke, hep on üç yaşında kalabilseydin.
Bir mum yaktım onun için. İstisnai, ve bir o kadar trajik arkadaşım için.
Meltem Yalçın
#hikaye#almanya#munıh#arkadaslık#toksik#manipülasyon#ergenlik
KÖRLER DÜELLOSU