DOLAR

40,2607$% 0.13

EURO

46,7252% 0.08

GRAM ALTIN

4.320,96%0,56

ÇEYREK ALTIN

7.017,00%0,27

TAM ALTIN

27.981,00%0,27

İmsak Vakti a 02:00
Şanlıurfa AÇIK 33°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Meltem Yalçın

Meltem Yalçın

09 Kasım 2025 Pazar

Gurbet Köprüsü ve İnci Sokak

Gurbet Köprüsü ve İnci Sokak
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Gurbet Köprüsü ve İnci Sokak

​Takvimler doksanları gösterdiğinde,

Kıtalar arasına gerilmiş bir nefes gibi,

Dönüp gelmiştik kendi vatanımıza.

​Almanya’da biriktirilen her kuruş,

Ankara’da İnci Sokak’tan bir kapı oldu.

Hanımım, memuriyetin düz çizgilerinden geliyordu;

Ben ise, toprağın zorluğunu bilirdim.

Ankara’da birkaç gün kalıp oradan Akdeniz’e geçip deniz kenarında geçirecektik tatilimizi.Hanım demişti,”güneş almamız lazım kemik erimesine iyi gelir.”

​Hanım bir yardımcı çağırtmış ilk gün 

Evin tozunu aldırmıştı. Yemekler hazırlatmıştı.

Kız kardeşimi ve yeğenlerimi de göreyim dedik gitmeden. 

Mamak’ tan iki minibüs değiştirerek gelmişler.

Ayakkabılarını en dış kapıya çıkardılar,içeri aldım.

Kardeşim,yeğenlerim üçü de koca koltukta yan yan sıkışmış oturdular sonra yemek masasına geçtik.Eşim özenle hazırladı sofrayı.Bir kız kardeşim kalmıştı ailemden hayatta.

En iyi tabaklar çıkarıldı, özenle dizildi sofra.

Yeğenlerim, utangaç bir fısıltıyla içtiler çorbayı,

Ekmek kırıntısından küçülterek yediler.

 Akşama kadar oturduk  sanki aramızdaki duvar kalksa eski ben olacaktım,sarılıp ağlaşacak  sonra da yine eski çocukluğumdaki yoksul ben olacaktım.

Ayrılma vakti geldiğinde onlara aşağı kadar eşlik ettim..

Bir taksi çağırdım,kardeşimin eline biraz para verdim.

Yok ben taksiye binmem dediyse de bu saatte onları minibüsle gönderemezdim.

Ama sonrasında içimde bir sızı belirdi.Kardeşimin ,yeğenlerimin o hayata ilişerek oturmaları utangaç,çekingen halleri…

​Bir pasta alamadım onlara.Bir hediye getiremedim.

Hanım “o yağlı, o şekerli,sağlıksız şeyleri yemesin çocuklar,sanki çok iyi bir şey gibi…” dedi.

Kardeşim de “ne getireceksin abi, o kadar yoldan yük mü taşıyacaksın” diye sordu.

​Duygusal çantam doluydu ama elim boştu.

Sanırım yükten kurtulunca başkasının taşıdığı yükü de pek düşünemez oluyorsun.

Memlekette bir sorun olsa,

Önce üzülür, sonra bir kahve içer, bir yürüyüşe çıkardım.

Onlar ise o acıya direk maruz kalıyorlardı,o duvarların arasına hapsolmuşlardı.

​Ertesi sabah, sessizce,

Hanıma “yürüyüşe çıkıyorum” dedim.

“İlaçlarını al,güneşte pek dolaşma”dedi.

Hemen bir taksiye atladım,

Bir saatçinin önünde durdum.

Oğlan yeğenime sağlam bir saat aldım.

Bir de pastaneye uğradım;

Bir kilo poğaça, çeşit çeşit tatlı pasta aldım.

​Taksi durdu, kardeşimin evinin önünde.

Yalın ayak çocukları bahçede annelerine su taşırken,

Önlerindeki plastik ayakkabı yığınına takıldı gözüm.

İçim daha da sızladı.

​Kardeşim “Hoş geldin, niye aramadın, gözleme yapardım” dedi.

“Dönmeden bir daha göreyim” dedim.

Saati verdim, sevindi. Pastaları verdim,

“Niye aldın abi” diye sordu.

​Sarılıp vedalaştık.

Taksiye bindim, arkamdan baktı kardeşim;

Önündeki o yığının, o plastik ayakkabılarla çevrili yalın ayakların ortasında.

O anlar, kalbime kazınmış bir hatıra olarak kaldı.

Devamını Oku

Zamanın Sonunda Bir Hayat: The Life of Chuck Üzerine

Zamanın Sonunda Bir Hayat: The Life of Chuck Üzerine
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın Sonunda Bir Hayat: The Life of Chuck Üzerine

Geçenlerde The Life of Chuck filmini izledim.

İlk bakışta sıradan bir yaşam öyküsü gibi başlıyor ama kısa sürede fark ediyorsun ki film, insanın varoluşuna, bilince ve zamanın doğasına dair derin bir sorgulama.

Stephen King’in aynı adlı öyküsünden uyarlanan bu film, “dünyanın sonu” ile “bir adamın hayatı”nı aynı çizgide anlatıyor — öyle ki sonunda bu ikisinin aslında aynı şey olduğunu fark ediyorsun.

Film üç bölümden oluşuyor:

Evrenin yavaş yavaş çöktüğü, şehirlerin karanlığa gömüldüğü bir dünyada, herkesin “Thank you, Chuck” (Teşekkürler Chuck) yazılı tabelalar gördüğü sahnelerle başlıyor.

Kimse Chuck’ın kim olduğunu bilmiyor, ama onunla birlikte her şeyin anlamı da kayboluyor.

Sonraki bölümler geriye dönüyor: Chuck’ın çocukluğu, sıradan anları, küçük sevinçleri, ölüm korkusu, bilincinin yavaşça çözülüşü…

Sonunda anlıyoruz ki “dünyanın sonu” aslında bir insan bilincinin kapanışı.

Evren, onun zihninde var olmuş ve onunla birlikte yok olmaktadır.

Bu noktada film büyüleyici bir felsefi düşünceye dokunuyor:

Evren, tıpkı bir insan gibi doğar, büyür, yaşar ve ölür.

Onun organları galaksilerdir, damarlarında akan şey yıldız tozudur.

Atar damarı Güneş’tir, nabzı ise zamanın kendisidir.

Büyük Patlama, evrenin ilk nefesidir;

her süpernova, onun kalp çarpıntısı;

ve nihai çöküş — kara deliklerin sessizliği — evrenin gözlerini kapattığı andır.

Eğer evren bir insansa, bizler de onun hücreleriyiz.

Kısa bir süre var olur, sonra yerimizi başkalarına bırakırız.

Ama bu küçüklük anlamsızlık değil — tam tersine, varoluşun dokusuna dokunan bir bilinçtir.

Bir hücre ne kadar küçük olursa olsun, bütünü yaşatır.

Biz de evrenin bilincini taşıyan minicik kıvılcımlarız.

Film bu evrensel döngüyü Chuck’ın hayatı üzerinden anlatır.

Çocukluğu bir sabahın aydınlığı gibidir,

gençliği öğle güneşi gibi parlak,

yaşlılığıysa gün batımı kadar dingin…

Ve sonunda, evrenin kendi ölümüyle eşzamanlı olarak Chuck gözlerini kapatır.

Tabelalarda yankılanan o cümle artık sadece bir teşekkür değil, bir vedadır.

Bu fikir filmin felsefi merkezini oluşturur:

Evren, gözleyen olmadan var olabilir mi?

Belki her şey bir bilincin içinde yaşanıyordur.

Chuck’ın ölümü, aslında evrenin kendi bilincini yitirmesidir.

Bu, hem kuantum fiziğinin “gözlemci etkisi” düşüncesine,

hem de Budist “her şey zihindedir” öğretisine dokunur.

Filmin altındaki asıl teori şudur:

Zaman, yalnızca bilincin var olduğu sürece anlamlıdır.

Bir yaşam sona erdiğinde, o kişi için geçmiş ve gelecek de yok olur.

Yani her ölüm, küçük bir evrenin sessizce sönmesidir.

Bizler, sonsuz zamanın içinde birer küçük evren taşırız —

her biri kendi anlamını yaratan,

ama sonunda sessizce yokluğa karışan minik bilinç noktalarıyız.

Bu açıdan film “hiçlik” temasını korkutucu değil, şiirsel biçimde işler.

Hiçlik burada yokluk değil; bir dönüşümdür.

Tıpkı bir yıldızın sönüp enerjisini başka formlara bırakması gibi,

bir bilinç de yok olurken varlığın bütününe karışır.

Son sahnede Chuck’ın gülümsemesi bu yüzden bu kadar dokunaklıdır:

Çünkü o artık anlar —

yaşamın anlamı uzunluğunda değil, farkındalığındadır.

Bir insan evren kadar büyük olamaz belki,

ama evreni fark eden tek şey insandır.

Ve son bir kez evren fısıldar gibi söyler:

“Her şey güzeldi. Güneş, yıldızlar, dostluklar, aile…

Teşekkürler Chuck — teşekkürler hayat.”

#film

#filmönerisi

#bilimkurgu

#felsefi

#evren

#insan

#hayat

Devamını Oku

BİR AYRILIK HİKAYESİ

BİR AYRILIK HİKAYESİ
2

BEĞENDİM

ABONE OL

​ Bir Ayrılık Hikayesi

​Otobüse bineli birkaç saat olmuştu. Önümüzde hâlâ dört uzun saat vardı. Ankara’ya gidiyorduk.

​Kızım yanımda, uykunun en tatlı yerindeydi. Ayaklarını bana uzatmış, başını pencerenin önündeki ceketimin üzerine koymuştu. Küçücük bedeni, bütün dünyanın yorgunluğunu üzerimden alıyordu. Onun bu huzurlu hâli, içimde bir yerleri yaktı; acı bir sevinçti bu.

​Yapayalnızdı o. Ne ananesi, ne babası… sadece kendi karanlığının içinde kaybolmuş yetişkinler. Evin içinde hep kavga, hep gürültü. Zavallı çocuğum… Oysa hak ettiği tek şey, kimseden dilenmek zorunda kalmayacağı sessiz bir huzurdu.

​Biz yoksulduk ama kalabalıktık. Annem, babam, dedem, ninem… Hep birlikte, yoksulluğun içinde sıcak bir aileydik. Şimdiki yoksulluğum ise, bu sıcaklığın artık çok uzakta olmasıydı.

​Saatler ağır ilerliyordu. Biraz korku, biraz endişe… Gözlerimi kapadım. Kafamda Zafer’in omuzumdaki parmak izleri sızlıyordu. Beni dün sabah eve kilitlemişti. Ama ben artık her şeyi duyan, anlayan bir çocuğa sahip olmanın ağırlığını taşıyordum. O karanlıkta daha fazla kalamazdım.

​Bir Ankara sabahında vardık.

​Bagajdan zar zor küçük bavulumuzu aldım. Metro, minibüs, sonra ananemin o cumbalı penceresi… Kapıyı açtığında önce şaşırdı, sonra gülümsedi. “Kızım…” dedi, boynuma sarılırken. Onun kokusu, çocukluğumun paslı anahtarıydı.

​Kızım Esra hemen evi keşfe koyuldu. Mutfakta dolanıyor, televizyonu açıyor, tozlu raflardaki biblolarla konuşuyordu. Gözlerinin içindeki korku kırıntıları ilk kez yok olmuştu.

​Annem çay koydu. Elimi tuttu.

“Anne,” dedim, “Zafer evde yokken kızımı alıp kaçtım.”

Annem bir şey demedi. Sadece uzun uzun baktı, sonra yavaşça sordu:

“Ne zaman başladı bu, kızım? Ne zaman sustun?”

​Kahvaltı sofrası, sıcak ekmek kokusu ve annemin yaptığı o meşhur böğürtlen reçeliyle doldu. Kızım o kadar mutluydu ki… Sanki sessiz, içine kapanık çocuk gitmiş; yerine kahkahasıyla odayı dolduran, evin her köşesine neşe yayan küçük bir fırtına gelmişti.

​Balkona çıktım. Kızımın amcasını arayıp boşanacağımızı söyledim. Telefonu kapattığımda, annemin sesi hâlâ kulaklarımdaydı: “Şerefsiz, haysiyetsiz adam… seni böyle olasın diye yetiştirmedik kızım!”

​Günler geçiyordu. O kadar huzurluyduk ki, sanki eski hayatımız kâbusmuş gibi silinmişti. Ben evin camlarını siliyor, yerleri yıkıyor, ananemin yanında yeniden nefes almayı öğreniyordum. Anneme elimden geldigince yardım etmek ıstıyordum.Ama ister istemez içimi kemiren bır başka şey de işsizliğimdi.Nasıl geçinecek,kızımı yapayalnız nasıl büyütecektim?

Annem her akşam ballı sütümüzü getiriyor, “Ayaklarına patik giy!” diye söyleniyordu.

​Ta ki bir gün…

​Zafer’in babası ve kardeşleri, ellerinde çikolatalar, oyuncaklar ve Zafer’in yıpranmış bir özür notuyla çıkageldi. Kızım babasına koştu. Annem taş kesilmişti.

​Zafer, kapının eşiğinde diz çöktü. Gözyaşları samimi miydi, bilmiyordum, ama o an tekrar yalnız kalma korkum kalbime bir demir gibi saplandı.

“Kurban olayım cahilliğime ver. Evime dön karım. Bir daha asla yapmayacağım. Kızın bensiz büyüyemez.”

​O annemin evinde, o güvenli limanda bile kendi gücümü bulamadım. Gözlerim ananemi aradı; o ise başını çevirmişti. Onu bir kez daha hayal kırıklığına uğratmanın acısıyla, sadece fısıldayabildim: “Tamam.”

​Eve döndüm. Ama o nefes alamadığım, tartışmaların hiç bitmediği ev aynıydı. Sanki huzur, bavulumuzdan içeri girmeye izin vermemişti.

​Kızımın doğum günü yaklaşıyordu. Zafer, “Kutlayalım, her şeyi unutalım,” dedi. Ev süslendi.

​Ama o gece yine aynı karanlık…

​Kızımın doğum gününde bile, mutluluk bize uğramadı.

​Kızım yorgunluktan ağlarken Zafer masadan bağırdı:

“Evde misafirler varken ne uykusu? Bugün senin doğum günün, otur orada!”

“Zafer, o daha çocuk, uyusun,” dedim.

​Gözleri karardı. Misafirlerin ortasında, herkesin önünde kolumu tuttu, vurdu. Bardaklar sustu. Yemek kokusu ağırlaştı.

​Bir misafir tereddütle araya girmeye çalıştı: “Yapmayın çocuklar, olur mu böyle şey…”

Ama Zafer’in bakışları herkesi yerine çiviledi. O an, misafirlerin bakışlarında kendi acınası yalnızlığımı gördüm. Herkes biliyordu, herkes susuyordu.

​Artık ağlamıyordum. Gözyaşlarım tükenmişti.

​Bakışlarım, masanın üzerindeki doğum günü pastasına takıldı. Parlak renkli kremaların üzerinde, Zafer’in aldığı o büyük, gürültülü mum yanıyordu.

​Zafer, bu mumu söndürmeyecek.

​Ben de söndüremeyeceğim.

​O yanacak, eriyecek, etrafına ışık değil, sadece boğucu bir duman salacak.

​Tıpkı annemin evindeki huzur gibi, Zafer’den kaçışım da sadece bir mum aleviydi. Üflemeye bile gerek kalmadan, kendi kendine sönen bir umut.

​Yorgundum. Bu hayatta bir oyuncak değil, Zafer’in kendi karanlığını yansıttığı bir aynaydım. O an anladım: Benim tek görevim, bu evde yaşarken sessiz kalmaktı.

​Kızım Esra, masadaki pastaya, babası Zafer’e değil; yere düşen, yuvarlanıp tozlanan küçük, beyaz bir tüy parçasına bakıyordu.

​İşte o an, kendi ruhumun o tüy kadar hafifçe yere düştüğünü hissettim.

Meltem Yalçın

Devamını Oku

“Müstesna”

“Müstesna”
2

BEĞENDİM

ABONE OL

​”Müstesna”

​Saat 04.00’te perondaydım. Hâlâ dünkü kıyafetlerimle, uykusuz, yorgun, kaçak bir suçlu gibi. Nereye gittiğim önemli değildi; önemli olan, kendimden ve evimden uzaklaşmaktı. On üç yaşındaki kızımın kapıyı çarpıp babasının evine gidişini düşündükçe içim sızladı. O çığlık, o tartışma, kızımın benden adım adım uzaklaşması…

​Son zamanlarda iyice uzaklaşmıştı benden. Henüz küçük bir çocuk olan kızıma doyamadan birden bire bana karşı gelmesi, kapıyı çarpıp gitmesi incitmişti beni.

​O gece kızımsız uyuyamayacağımı anladım. Belki biraz uzaklaşmak iyi gelecekti ikimize de. Erkenden tren istasyonuna vardım, öylece, plansız…

​Münih’ten sonra, bir dağ gölüne giden trenle bilinmezliğe doğru yol aldım. Dağlarda yürüdüm, çilek topladım, aşağıda minicik kalan dünyayı izledim. Göl kenarında, ayaklarımı suya sokmuş, sörfçüleri izlerken bir ses duydum:

​— “Entschuldigung, könnten Sie mich fotografieren, bitte?”

​— “Jaaa,” dedim gülümseyerek.

​Uzun boylu, şapkalı, İtalyancayı andıran bir aksanla konuşan bir kadındı. Çantasından renkli eşarplar çıkarıp gölün kenarında bir model edasıyla poz verdi. İşi bitince teşekkür etti ve yanıma yaklaştı. “Nerelisin?” diye sordu.

​“Türküm.”

​Yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. “Ben de seni yabancı sanmıştım,” dedi.

​Adının Müstesna olduğunu söyledi. “Ailem koymuş. Belki de bir gün bir istisna olacağımı hissetmişlerdir,” diye ekledi, gözlerinde bir anlık gölgeyle.

​O göl, iki yabancıyı anında kardeşe dönüştürdü. Yalnız annelik, ayrılık acıları, ergen çocukların zorluğu… Müstesna cıvıl cıvıldı; herkese laf atıyor, gülüyor, anlatıyordu. Kendini sevdirmek için adeta çırpınıyordu. İkimiz de hayatımızda bir boşluğu doldurmuştuk. Haftalar, birbirimizin evlerinde kalmakla, şehirler arası trenlerde geçti. Onun depresyonunu dinliyor, saatlerce terapistlik yapıyordum. Benim sığınağım olmuştu. Onu arkadaşlarımla tanıştırıyor, her hafta sonu benim yaşadığım şehre gelip bende kalıyordu. “Eğer birer tane adam bulamazsak, beraber yaşlanırız,” deyip gülüyorduk.

​Birkaç yıl olmuştu tanışalı, artık onsuz ne bir eğlenceye ne de bir toplantıya gidiyordum. İyice sızmıştı hayatıma. Onsuz bir yere gitsem, davet etmediğim için suçlu hissediyordum.

​Ama yavaş yavaş, “Müstesna” isminin anlamı gibi, kuralların onun için geçerli olmadığı bir evrene doğru kaydık. Sınırlarım bulanıklaştı. Kendimi bir anda Müstesna’yı nasıl mutlu etsem diye düşünürken buldum. O, sanki aramıza mesafe giren kızımın yerine geçmişti; belki de artık o bendim. Bir anne gibi saatlerce ona akıl veriyor, motive ediyordum.

​Hiç giymediğim elbiseleri giymesine izin veriyor, canı sıkıldığında onu hemen evime davet diyordum. Ben ise daha bir kere bile onun evinde kalmamıştım.

​Bir gün bir rüya gördüm. Müstesna, bana ait olan şeyleri takmaya çalışıyor, hayatımı yaşamak istiyordu. Ben ise aileme ve arkadaşlarıma asıl benin kim olduğunu anlatamıyordum. Herkes Müstesna’yı ben sanıyordu. Benim yazı blogumun aynısını yapmış, hoşlandığım adamla yazışmaya başlamış, benim arkadaşlarımla arkadaş olmuştu çoktan.

​Mesela, on yıllık arkadaşını sevgilisinden ayırmaya kalkmıştı. “O adam seni kullanıyor, ayrıl ondan,” diye günlerce ısrar etmişti. Kadın sonunda dayanamayıp Müstesna’yla arkadaşlıklarını bitirdi. Sonra özellikle arkadaşlarının sevgililerinden şikâyet ediyor, “Bu bana mesaj attı… şu bana gülümsedi…” diyerek ortalığı karıştırıyordu. İçimden kızıyordum. En mutlu çiftlerin olduğu ortamlarda bile tüm erkekleri potansiyel sevgili olarak görmesinden, herkesin ona ilgisi varmış gibi davranmasından sıkılmıştım.

​İleride yaşanabilecek bir trajediyi düşündüm: Günün birinde bir sevgilim olsa, bu kadın binbir cilve ve nazla sevgilimi elimden almaya çalışırdı. Çünkü kendini değersiz görüyordu. Narsistti; değer görülmek, tercih edilmek istiyordu. Birileri beni değil de onu tercih etsin, sonra da bana dönüp, “Üzülme canım, o beni seçti. Hep böyle olur ama sen de değerlisin, ben yanındayım,” desin istiyordu.

​Tercih edilmek… Bir obje gibi seçilmek istiyordu. Belki de çocukluktan gelen bir yaraydı bu. Belki de bugüne kadar hiç tercih edilmediği için, artık hayatını buna adamıştı.

​Evet, onu anlamaya başlamıştım. Ve aramıza mesafe koymaya karar verdim. Artık dayanamıyordum; onunla vakit geçirmek beni mutlu etmiyordu. “Ona zamanım yok,” diyordum, “Hiç dışarı çıkmıyorum şu sıralar.”

​Bir gün bazı arkadaşlarımla eğlenmeye gittik. Ortak bir arkadaşımızın hesabından gördü tüm fotoğrafları.

​Aylar sonra yazdı:

​“Zamanın yok mu? Bana mı yok? Hiç sormuyorsun, kaç aydır aramıyorsun da merak da etmiyorsun. Ben kapalı psikiyatri kliniğinde yattım altı ay!”

​“Kusura bakma, geçmiş olsun,” dedim kısa kesecek şekilde. “Biraz oturduk arkadaşlarla. Gelecek sefer beraber de gideriz.”

​Ama bilmiyorum neden, korkuyordum artık ondan. Çok rahatsız ediciydi. Ne kestirip atabiliyor, ne bağırıp çağırabiliyor, ne de arkadaşlığıma devam edebiliyordum. Sınırlarımı korumakta zorlanıyordum.

​Hâlâ beni manipüle etmeye çalışıyordu. “Git tabii, düşünme beni. Ben de hâlâ yazıyorum sana, ne yüzsüzmüşüm demeye! Neyse, sen mutlu ol yeter,” deyip kapattı. Cevap vermedim.

​Mesafemi koymaya çalıştım. Ama Müstesna, sosyal medyadan, ortak arkadaşlardan ulaşmayı sürdürdü. “Hepinizi Oktoberfest’e davet ediyorum,” ya da “Benim orada bir işim var, uğrayabilir miyim?” gibi… Neden onun bu hallerini hiç fark etmemiştim daha öncesinde? Oysa apaçık ortadaydı: Hastaydı, saplantılıydı, hayırdan anlamayan bir kadındı.

​Sonunda, bir akşam işten döndüğümde, onu evimin içinde buldum.

​“Sürpriz!” dedi, elinde yedek anahtarımla. “Geçen gelişimde unutmuşsun.”

​Yüreğim ağzıma geldi. “Selam,” diyebildim güçlükle. Ya kızım eve benden önce gelseydi ve karşısında bir yabancıyı görseydi?

​“Yabancı mıyım?” Omzuma dokundu. Dokunuşu artık sıcak değil, elektrikli ve tehditkârdı. İçimdeki alarm zilleri çalıyordu. Balkona çıktım nefes almak için. O da peşimden geldi.

​“Beni neden dışlıyorsun?” diye fısıldadı. Sesinde bir çocuk kırgınlığı vardı ama gözleri cin gibi parlıyordu. “Sen benim Müstesna’msın. Kurallar bizim için geçerli değil.”

​Kolumu tuttu. Parmakları demir gibi sıktı.

​“Bırak beni!” diye bağırdım.

​“Sen iyi değilsin Müstesna, gel konuşalım, seni evine götüreyim. İlaçlarını aldın mı?”

​O an her şey bir kaosa dönüştü. Beni sarsmaya başladı. Balkonun korkuluğuna doğru itiyordu. “Müstesna olmak bu kadar zor olmamalı!” diye hıçkırıyordu, ama yüzü bir nefret maskesiydi. Onu ittim. Kazağıma yapışmıştı. Bir çekiştirme, bir sendeleme… ve sonra bir boşluk hissi.

​Müstesna, adına yakışır bir şekilde, istisnai bir biçimde, on dördüncü kattan aşağı düştü.

​Aşağıya, siren seslerine koştum. Polis, ambulans…

​Yoktu artık. Kamera kayıtları, beni incitmesi, yedek anahtarıyla girmesi, kendi ölümüne kendisinin sebep olması…

​Sorun bu değildi. Elbette suçsuzdum, yani öyle tahmin ediyorum. Ama içimde bir vicdan azabı, bir eksiklik, bir “acaba?” vardı. Onu dışladım mı? Onun bana ihtiyacı vardı, ben sevgisine, ben mi onu iyileştirebilirdim? Neden korktum? Ben olmaya çalışmasından mı, benden daha iyi olmasından mı? Ne oldu yani… Bir daha asla silinmeyecek suçluluk hissi ve bir daha hayatıma kolayca kimseyi almamam gerektiğine dair bir ders çıkardım.

​O günden sonra hep o ilk tanıştığımız güne döndüm. O gülen, şapkalı kadına. Akşamları bira içip şarkı söyleyerek aşkı bulamadığımız için ağladığımız, çocuklarımız için endişelendiğimiz o günlere…

​Acaba içinde, on üç yaşında tacize uğramış, sevgisiz kalmış, büyüyememiş bir kız mı saklıydı? “Müstesna” olmak için verdiği çılgın savaş, aslında sıradan bir sevgiyi bile hak etmediğine inanan o kızın haykırışı mıydı?

​“Bazen düşünüyorum… Müstesna’ya verdiğim sabrı, sevgiyi, ilgiyi kendi kızıma verebilseydim, belki o kapıyı çarpıp gitmezdi. Belki hâlâ yanımda olurdu. O günden sonra kızımın gözlerine daha dikkatle bakmaya başladım. Çünkü orada, Müstesna’nın hiç büyüyemeyen o on üç yaşındaki hali saklıydı. Ve ben artık onu kaybetmek istemiyorum.”

​Huzur içinde uyu, Müstesna. Ve keşke, hep on üç yaşında kalabilseydin.

​Bir mum yaktım onun için. İstisnai, ve bir o kadar trajik arkadaşım için.

Meltem Yalçın

#hikaye#almanya#munıh#arkadaslık#toksik#manipülasyon#ergenlik

Devamını Oku

Layık Olamama ve Değersizlik Üzerine Bir Yazı

Layık Olamama ve Değersizlik Üzerine Bir Yazı
5

BEĞENDİM

ABONE OL

Layık Olamama

Her şey en baştan başlıyor belki de, daha biz dünyada bile yokken… Annemizin, babamızın çocukluğundan, belki de daha onlar doğmadan… Öyle ya, onlar da yaşadı aynı şeyleri. Sonra da bildiklerini bize yaşattılar.

​Kaç misafir geldiğinde başköşeden kaldırdılar bizi;“kalk,falanca amcan otursun,”dediler.

​…

​Bir gün annem babama söyledi, “Öğretmen boya kalemi istemiş.” O gün geçti, ödev günü geldi. Ne kalem var, ne defter ne de makas.Almayacaklarından değil, alamayacaklarından. Nasıl alsınlar? Her hafta annem babamdan yoğurt, sebze parası isterken bile para çıkmıyordu babamın cebinden. Bana mı, benim defterime, boya kalemime mi para vereceklerdi?

​ Ödev günü güzel bir resim yapılacak, herkesin her şeyi hazır. Bir Tembel Tarık’ın yok bir de benim resim kalemlerim. Tembel Tarık boş vermiş her şeyi, her gün evdekilerden dayak yiyor. Öğretmen şikâyet ediyor.Tarık artık alışmış bu duruma sınıfın en tembeli olması onu incitmiyor. Her gün bir azar işitiyor.Ama ben henüz ellerine cetvel değdirmedim, utanmadım o kadar.”

​İşte bu yüzden yalvarıyordum arkadaşlarıma, “Ne olur, şu pembeyi bir kere daha kullanayım? Ne olur şu maviyi bir kere kullanabilir miyim? Yalvarıyorum sana.”

“Olmaz dedi diğer arkadaşım, “annem kalemlerini kimseye verme dedi.”

​Yarım yamalak bir şey çıkıyordu ortaya. Yeter ki göze batmayayım, kötü olsun, bir de evdekilere kıyamıyorum. Almasalar bile annem babama söz ettirmem ben. “Unuttum, kalem alın demeyi,” derim öğretmen niye kalem getirmedin derse…

Başka Bir Hayat Başlıyor: Saklanan Şekerler

​Sonra saklananlar: bizden köşe bucak saklanan bayramlık şekerler, alışverişten alınan helvalar. Sonra başımın çaresine bakmayı öğrendim. Onlar vermese bile almayı öğrendim. Gece kalkıp her şeyin yerini bulmayı… Büyük, kullanılmayan kazanların içine saklanan helvaları ben bitirdim önce. İşte böyle böyle büyüdük.

​Büyüdükçe de geriden gelen bu duyguları unuttuk ama en önemli zamanlarda hep yanımdalardı: değersizlik duygusu, layık olmama, layık görülmeme, sahip olamama. “Öğretmen haklı, ses çıkarma, komşu haklı,diğer arkadaş haklı,seni aldatan haklı,seni sevmeyen haklı diyordum kendime, “Herkes haklı, benden başka herkes haklı ve değerli. Sen kimsin ki?”

Yıllar Sonra Gelen Farkındalık ve Kendine Değer Verme

​Bir gün bir farkındalık geldi. Öyle tecrübeler ediniyoruz ki hayatta, bir kerede anlamadım bunu, defalarca yaşanan tecrübelerden sonra anladım. Kimi üstün gördüysem beni zedeledi, zarar verdi. Kendimden çok değer verdiğim beni ezdi geçti. Kimden koruma talep ettiysem, kime sığınıp kimi üstat olarak gördüysem, bana çamurlu yüzünü gösterdi.

​Şunu duydum, “Kitap okuyandan zarar gelmezmiş,” yok, “türkü söyleyip saz çalandan zarar gelmezmiş,” yok “şundan zarar gelmezmiş,” yok “bundan zarar gelmezmiş.” Hayır. Herkesten zarar gelebilir. Her mezhepten, her meslek grubundan, aydınlanmak,iyi hissetmek için sığındığınız spiritüel liderlerden, psikologlardan,tarikatlardan, en iyi arkadaşlardan,bu dünyadaki herkesten…

​İşte bu yüzden yazıyorum bunu: Önce kendine saygı duy. Önce kendine değer ver. Önce kendini önemse ve her zaman tek gözünü açık tut. Güvensen bile, ki öylece afallayıp kalmayasın dünyada birisi sana çelme takınca, hayal kırıklığına uğrayınca.

Meltem Yalçın

  • ​Ankara
  • ​gecekondu
  • ​çocukluk anıları
  • ​değersizlik
  • ​kişisel gelişim
  • ​kendine değer verme
  • ​duygusal yara
  • ​1980ler Türkiye
  • ​sosyoloji
  • ​Meltem Yalçın
Devamını Oku

casino siteleri

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.