38,8590$% 0.14
43,7811€% 0.16
4.042,53%0,33
6.701,00%-0,28
26.723,00%-0,43
13 Mayıs 2025 Salı
Bir Tencere Pilavda Binlerce Yıllık Merak
Yemek sadece karın doyurmaz; hafızayı, kültürü ve duyguyu da besler.
Evdeki mutfakta bir bulgur pilavı yaparken bile farkında olmadan binlerce yıllık bir mirası yaşatıyoruz. Üç domatesi yıkadım, köyden gelen bir avuç bulguru ıslattım, iki yeşil biberi doğradım. Soğanı ince ince kıyıp tencereye attım. Kavrulacaklar hazırdı. Ama yalnızca bir yemek değil, tarihin derinliklerinden gelen bir hikâye pişecekti o tencerede.
Domatesleri doğrarken elim bir an durdu. İçimden şu soru geçti:
“Domates ilk kez nasıl keşfedildi?”
Belki binlerce yıl önce, Güney Amerika’da bir dağ yamacında bir insan açlıkla boğuşurken elini uzattı bu kırmızı meyveye. Önce kokladı, sonra temkinli bir ısırık aldı. Zehirlenmedi, hayatta kaldı. İşte o anda, domates yalnızca mutfaklara değil, insanlık tarihine girmiş oldu.
Yemek kültürü, aslında insanın doğayla olan sınavının, merakının ve sezgilerinin bir sonucu.
Bulgur, Mezopotamya’nın ilk çiftçileri tarafından buğdaydan yapılmaya başlandı.
Zeytinyağı, önce yaralara sürüldü; sonra ekmeğe, salataya, sofraya girdi.
Soğan, Eski Mısır’da piramit işçilerinin temel gıdasıydı.
Her malzemenin ardında bir hikâye, bir kıtlık, bir keşif, bir umut var.
Coğrafya yemek kültürünü şekillendirir
Bu yüzden Ege kıyılarında zeytinyağlılar, İç Anadolu’da etli yemekler, Karadeniz’de mısır ekmeği yaygındır. Deniz kıyısında yaşayanlar balıkla beslenirken, göç yollarındaki halklar daha çok kurutulmuş yiyeceklere yönelir. Zamanında çekirge, ot, kök yiyen toplumlar hâlâ o “her şeyi yeme” refleksini taşır. Çünkü kıtlık dönemleri damak tadını değil, hayatta kalma güdüsünü belirler.
Bir tencere pilav pişerken yalnızca bulgur değil;
sabır, alışkanlık, göç, savaşlar ve dayanışma da pişer.
Pilavı ocaktan aldıktan sonra kapağını hemen açmadım. Çünkü lezzet, sadece ateşte değil, beklemede gizlidir. Aynı hayat gibi. Bazı şeylerin demlenmesi gerekir.
Bellekte pişen tatlar
Çocukluğumda sobanın üstünde gevrekleşmiş yufkanın üzerine sürülen margarin, çökeleğin tuzu, bayram sabahlarının kokusu… Hepsi damakta değil, içimde bir yere kazınmış.
Yoksul ama sıcak bir soframız vardı.
Güzel günlerin anlamı yemekti;daha bayram gelmeden hazırlanan baklavalar,çörekler,sarmalar.Misafir için hazırlanan masa,yılbaşı sofraları,düğün yemekleri…Bu kokular hep güzel günleri çağrıştırır.
Kızartma misafir gelmeden yapılmazdı.
Bayramlarda haşlanmış yumurta, sucuk; belki bir dilim peynir olurdu.
Kümesimiz vardı, tavuklar… Yumurtayı kümesten almak bir heyecandı. Okuldan eve acıkarak geldiğimde anneme: ” Anne kümese bakayım mı,belki yumurtlamışlardır tavuklar?”derdim.
Sonra mahallede alanlar daralnınca ,belki de bakımı zorlaştığı için kümesimiz kapandı.
O tavukların sofraya gelişini fark edememişim.
Ama şimdi düşünüyorum:
Bağ kurduğun bir canlıyı yiyemezsin.
Çünkü sevdiğine kıyamaz insan.
Kışın koridora dizilen bal kabakları, közde pişen kestaneler, komşudan gelen tarhana kokusu…
Eskiden sıradan gelen her şey, şimdi bana göre zenginliğin tam karşılığı.
Yemekle duygu arasındaki bağ
Bazen tok olduğum halde,özellikle stres zamanlarında canım bir şeyler yemek ister ,belki de mutlu olmak,o stresi mutluluğu çağrıştıran yemekle kapatmak isterim.
Ama asıl mesele şu:
Bir domatesin tadı, sadece doğasından mı gelir?
Yoksa çocukluğumuzdan, annemizin elinden, bir bayram sabahından mı?
Cevap belki de ikisidir.
Çünkü yemek dediğimiz şey, yalnızca karın doyurmaz.
Yemek bir hatıradır, bir anıdır.
Bazen bir annenin sesi, bazen bir köy sabahının buğusudur.
Bir tencere pilavda sadece bulgur değil,
geçmişimiz, göç hikâyelerimiz, yoksulluğumuz, sabrımız ve sevgimiz de pişer.
Ve biz her kaşıkta biraz kendimizi yeriz.
Meltem Yalçın
#geleneksel yemek tarifleri
#Anadolu mutfağı
#bulgur pilavı tarifi
#domatesin tarihi
#yemek kültürü nedir
#hafıza ve yemek ilişkisi
#kültürel yemek mirası
#zeytinyağlı tarifler
#yemekle duygu bağı
#kıtlık ve mutfak tarihi
Hayatın Anlamı Yoksa, Onu Sen Yaratırsın
Albert Camus’nün Absürd Felsefesiyle Modern Hayatın Anlamsızlığına Bakış
Bir gün oturdum ve kendi kendime sordum:
“Bu hayat gerçekten de çok saçma değil mi?”
Karanlığın içinde minicik bir gezegende yaşıyoruz.
Neredeyiz? Kimiz? Neden buradayız?
Cevap yok.
Ama biz hâlâ faturalar ödüyoruz, pazara gidiyoruz, bildirim bekliyoruz.
Evren sessiz.
Ve biz bu sessizliğe anlam yüklemeye çalışıyoruz.
Küçükken bize hep aynı şeyler öğretildi:
“İyi olursan, iyilikle karşılaşırsın.
Yalan söylemezsen, başın derde girmez.
Çok çalışırsan, başarırsın.
Aşık olursan, sonsuza kadar sürer.”
İnandık.
Ama sonra büyüdük.
Ve anladık ki…
Hayat bu kadar adil değil.
İyilik her zaman karşılık bulmaz.
Dürüstlük yalnız bırakabilir.
Çok çalışmak bazen sadece daha çok yorar.
Ve aşk… bir sabah uyanırsın, bir zamanlar onsuz yapamam dediğin kişiye artık tahammül bile edemezsin.
İşte burada Albert Camus devreye girer.
Ve hayatı “absürd” olarak tanımlar:
Evrenin sessizliğine karşı insanın anlam arayışı.
Biz mantık isteriz. Düzen, adalet, netlik ararız.
Ama hayat karmaşık, tutarsız ve çoğu zaman cevapsızdır.
Tam “her şey yoluna girdi” dersin,
bir telefon gelir, bir kayıp yaşanır,
bir plan suya düşer, bir hayal yarım kalır…
Ve sorarsın:
“Peki şimdi ne olacak?”
Camus’nün yanıtı nettir:
“Hayatın anlamı yoksa, onu yaratmak sana düşer.”
Bilinçli yaşamak.
Tutkuyla var olmak.
Absürdü kabullenip ona başkaldırmak.
Hayat anlamsız olabilir…
Ama sen hâlâ sabah kahveni yapıyorsan,
pencereden gökyüzüne bakıyorsan,
bir çocuğun gülümsemesine durup izliyorsan,
sevgiye hâlâ inancın varsa…
Sen yaşıyorsun.
Ve bu bile başlı başına bir anlamdır.
Bugün elimizde küçücük cihazlarla dünyanın öbür ucuna ulaşabiliyoruz.
Bir “görüldü” bile bazen tüm duygularımızı altüst edebiliyor.
Mantıklı mı? Hayır.
Ama gerçek.
Hayat böyle:
Bir yanda saçma, bir yanda acımasız…
Ama hâlâ bizim.
Tutunduğumuz, düşüp kalktığımız, sevdiklerimizi kaybettiğimiz ama yine de bırakamadığımız bir hikâye.
Bir market sırasındasın mesela. Önündeki yaşlı kadın bozuklukları tek tek sayıyor.
Sinirlenmek mi kolay, anlayış göstermek mi?
İşte bu, senin hayatla kurduğun ilişkinin bir yansıması.
Hayatın anlamı üzerine düşünmek, insan olmanın en derin ihtiyaçlarından biri.
Camus bize diyor ki:
“İnsan anlam arayan bir yaratıktır. Ama evren sessizdir.”
Ve biz yine de devam ederiz.
Kırık kalplerle sevmeye,
Yorgun bedenlerle yürümeye,
Boşlukta bile anlam aramaya…
İşte bu yüzden:
Hayat saçma olabilir, ama yine de yaşamaya değer.
Meltem Yalçın
#HayatınAnlamı #CamusFelsefesi #AbsürdDüşünce #BilinçliYaşam #ModernHayat #Felsefe #AlbertCamus #İnatlaYaşamak #DuygusalYazılar #AnlamArayışı
#Saçma#Teslimolmak
Anneler Günü İçin Duygusal Bir Yazı: Zamana Kök Salan Kadınlar
Anneler Günü, Doğadaki Tüm anneler, Engelli Çocukların Anneleri İçin İçten Bir Yazı
Anne Olmak: Sadece Bir Nesil Değil, Bir Ruh Taşımaktır
İlk kez anne olacağımı öğrendiğimde, çok şaşırdım. Artık başrol oyunculuğumu çocuğuma devredecektim. Ve artık ben bu saatten sonra sadece çocuğumun anılarında olacak birisiydim.
Dışarıdan bakınca hiçbir şey yapmıyor gibiydim ama aslında tüm üretkenliğim o küçük kalbe akıyordu.
Bir Belgeselde Ağladım: Çünkü Annelik Görünmeyen Bağdır
Hamileliğimin son günleri kışa denk gelmişti.Gün boyu koltukta uzanıyor ve televizyon izliyordum. Tesadüfen izlediğim bir belgeselde, bir annenin bebeğiyle kurduğu bağı gördüm.
Bir bebeğin oluşumunu, kafasını, kalbini,parmaklarını…
Henüz doğmamıştı, ama her şeyi hissediyordu.
Hepimiz bebektik; annesini arayan,bakıma ihtiyacı olan… Ve büyüdükçe şekillendik. Çeşitli karakterlere sahip olduk.
İlk nefes, ilk sarılış, ilk çığlık…
Ve o anda anladım: Bu, sadece bir doğum değil.
Bu, ruhların aktarımıydı.
Bu, bir kadın hafızasıydı.
Ve ben artık o zincirin yeni bir halkasıydım.
Annelik Nedir? Zamana Sessizce Eşlik Etmektir
Bir çocuğun büyümesini izlersin…
Sonra o çocuğun çocuk büyüttüğünü.
Arka plandasındır, ama oradasındır.
Bir çorba tarifinde, yün bir battaniyenin köşesinde, zamanında söylenen bir cümlede…
Ve çocuk kaç yaşına gelirse gelsin, dizinin dibinde küçülür yeniden.
O görünmeyen ip hiç kopmaz.
Bir Kış Günü: Terk Edilmiş Bir At ve Annelik
Bir videoda, terkedilmiş bir at gördüm.
Bir dağ başında günlerce aç susuz kalmış.
Soğuktan ve açlıktan donmak üzereydi. Ama hâlâ yaşıyordu…
Çünkü karnında bir yavrusu vardı.
Sadece kendisi için değil, doğacak olan için yaşıyordu.
İşte bu, anneliğin ta kendisiydi:
Sevginin başkasına taşınması…
Hayatın bir sonraki kuşağa adanması.
Benim Anneannem: Savaş, Yoksulluk, Ama Ocak Hep Yandı
Anneannem oğullarını toprağa verdi.
Ama yine de sofrayı kurdu, ocağı yaktı,dua etmeyi bırakmadı.
Ve ben bugün hâlâ rüyalarımda onun pişirdiği yoğurt çorbasını duyumsuyorum.
Sormak istiyorum:
Nasıl dayanabildin?
Ama cevap zaten içimde:
“Dayanır insan, yaşamak için bir nedeni olan”
Bazı Anneler Hiç Yaşlanamaz: Çünkü Çocukları Hep Bebek Kalır
Engelli çocukların anneleri…
Onlar bir ömür boyu “anne” kalmak zorundadır.
Yorulamazlar. Bırakamazlar.
Çünkü bilirler:
“Ben olmazsam, kimse olmaz.”
Ve bu dünya, o çocuk için yalnızca annesinin ellerinde güvendedir.
Bu annelik sessizdir.
Ama o sessizlik bir dağ gibidir.
Yıkılmaz. Yorulmaz.
Sadece sever.
Ve hep kalır.
Anne Olmak: Bazen Sadece Bir Bakıştır
Annelik, sadece doğurmak değildir.
Bazen bir kelimedir: Sarılır.
Bazen bir bardak sudur, gece başucuna bırakılan.
Bazen hiç doğmamış bir çocuğa duyulan özlem…
Bazen hiç tanımadığın bir annenin eksikliğinde hissettiğin sıcaklık.
Sevgiyi içinde büyüten herkes biraz annedir.
Bugün Anneler Günü: Ama Aynı Zamanda Hatırlama Günü
Eğer hâlâ yanındaysa, elini tut.
Yanında değilse, kalbine dokun.
Çünkü o hâlâ orada.
Ve sen, onun devamısın.
Meltem Yalçın
#AnanelerGünü
#AnnelerGünüYazısı
#AnnelikBirYolculuktur
#EngelliÇocukAnneleri
#KadınınGörünmeyenEmeği
#BirKadınYeter
#AnnelikFelsefesi
#DuygusalYazılar
#İçtenPaylaşımlar
#ZamanaKökSalanKadınlar
#HayatAnnelerleGüzel
#KalptenYazılar
#RuhlaYazmak
#KadınlarınSessizGücü
TAŞLAR HATIRLAR: Hattuşa Yolunda Bir Gün, Bin Yıl
Giriş: Rutinden Tarihe Açılan Kapı
Bazen insan, hayatın tekdüzeliğinde kaybolur.
“Aman kötü bir şey olmasın da, bu rutine razıyız,” der geçer.
İşte öyle bir yaz günüydü. Hava sıcaktı, gün sıradan görünüyordu.
Ama o sıradanlığın içinden beni çağıran bir şey vardı.
Bir belge lazımdı Çorum’dan.
“Ben gidip alayım,” dedim.
Hem yol yapmış olurum, hem de uzun zamandır gitmediğim yerlere uğrarım.
Bilmiyordum ki; bu yolculuk beni binlerce yıllık Hattuşa’nın kapısına götürecekti.
Anadolu Topraklarında Bir Sabah
Erken kalktım. Sessiz bir çay içtim, bardağımı masada bıraktım.
Gün doğmadan yola çıktım. Samsun Asfaltı’nda ağır ağır yükseliyordu güneş.
Bir Neşet Ertaş türküsü yakıştı bu ana:
“Az mı çektim, az mı çektim oy…”
Yol daralıyordu, inceliyordu.
İki geniş tarla arasında uzanan o uzun, ince asfalt…
Saat daha dokuz olmadan Alaca’ya vardım.
Belgemi aldım. Ama gün daha yeni başlıyordu.
Alaca pazarı kurulmuştu, içine daldım.
Tahta kaşıklar, renkli pazen kumaşlar, çökelek peynir, ot satan kadınlar…
Bir kilo koy elması, biraz üzüm…
Sıcak Trabzon Ekmeği ve taze kavrulmuş leblebi aldım.
Arabaya bindim, ama dönmek istemedim.
Bir Çorumlu olarak hiç gitmediğim o yere gitmeye karar verdim:
Hattuşa – Hititlerin başkenti.
Zamanın Kapısını Aralayan Antik Kent: Hattuşa
Yolda traktörler, tarlada çalışan insanlar,
Yol kenarında kavun-karpuz tezgahları…
Her şey başka bir ritimdeydi.
Derken müzenin yanından bir inek sürüsü geçti.
Çan sesleri, boyunlardaki boncukların tınısı…
Bu toprakların sesiydi bu.
Biletimi alıp yavaş yavaş Hattuşa Antik Kenti’ne girdim.
Bozkırın ortasında kurulmuş binlerce yıllık bir uygarlık…
Hititler burada yemiş, içmiş, dua etmiş, yıldızları gözlemiş.
Doğayı okumuş, kadına değer vermiş, barışı yazıya dökmüş.
Mısır’la aralarında ilişki kurmuşlar. Kadeş Anlaşması’nı imzalamışlar sonunda . Ve bu barışı pekiştirmek için Mısır Firavunu Ramses’ i Hitit Prensesi’yle evlendirmişler.
Tarihte ilk yazılı barış bu topraklarda hayat bulmuş.
O anda gözümde bir sahne canlandı:
Rüzgârda saçları savrulan bir Hitit kızı, güneşe doğru yürüyordu.
Güneşin Kızı: Bir Hitit Prensesinin Güncesi
Ben, Hattuşa’nın taşlarına doğmuş bir kızım.
Aslanlı Kapı’nın gölgesinde büyüdüm.
Annem saçlarımı örerken tanrıçaların hikâyelerini anlatırdı.
Babam devlet işleriyle meşguldü, ben yıldızlara adaklar adardım.
Sonra bir gün dediler ki:
“Barış için seni Mısır Firavunu’na eş olarak gönderecekler.”
O an içimde bir şey sustu.
Kadın değil, artık bir barış sembolü olacaktım.
Hazırlıklar başladı.
Altın kuşaklar, Anadolu buğdayı, dualar…
Nine uğurlarken şöyle dedi:
“Git kızım. Ama toprağını kalbinde taşı.”
Yollara düştük.
Kızılırmak kıyılarından, Kapadokya’nın taşlı yollarından, Toroslar’ın gölgelerinden geçtik.
Her gece başka bir dua, her sabah başka bir gökyüzü…
Sonunda Nil’in kokusu çarptı yüzüme.
Firavun bana baktı.
Ben başımı eğdim, toprağımı yüreğimde tutarak.
Artık sadece bir eş değilim.
Ben, iki medeniyetin arasında kurulmuş bir köprüyüm.
Gökyüzüne yazılmış bir sözüm ben.
Dönüş: Taşların Hatırladığı Sessizlik
Yeşil Dilek Taşı’na dokundum.
Frekans tünelinden geçtim. Belki başka bir boyuta ulaşırım diye…
Duvarlardaki figürler bir sır fısıldıyordu.
Anlamadığım ama kalbimde hissettiğim bir bilgelik vardı.
Taşlar konuşuyordu.
Vedalaştım Hattuşa’yla. Arabaya bindim.
İçimde tarif edemediğim bir sessizlik.
Binlerce yıl önce insanlar bu topraklardaydı.
Şimdi biz varız.
Sonra başkaları olacak.
Ama taşlar…
Taşlar her şeyi hatırlayacak.
#Hattuşa #Hititler #ÇorumGezisi #TarihKokusu #AntikŞehirler #AnadoluTarihi #KadeşAntlaşması #TarihleYolculuk #KültürMirası
#Seyehat #astroloji #yol
Hıdırellez Sabahı – Çorum, 1925
Mayısın ilk sabahı, güneş daha doğmamışken, köyün kızları çiçekli entarilerini giyip dere kenarına doğru yola koyuldular. Ellerinde hasır sepetler, saçlarında mavi yemeniler… Her biri gülümseyerek, usul usul ıslıkla birbirine uyanan kuş seslerini bastırmadan türküler mırıldanıyordu.
Sabah çiyi otlara düşmüş, toprak nemliydi. Kızlar kır çiçeklerini özenle topladı: mor sümbüller, gelincikler, kekikler… Sepetler dolunca, içlerinden biri su dolu bir küp getirdi. Her biri bir nişanesini attı içine: kimi gümüş bir yüzük, kimi eski bir küpe, kimi minik bir tarak…
Küp, üç gece boyunca gül ağacının altına gömüldü. Hıdırellez dilekleriyle…
Üçüncü gece dolunca, sabahın serinliğinde yeniden toplandılar. Küpü açmadan önce yere bir kilim serildi. En ince bilekli, en sessiz kız seçildi. Gözleri bağlandı. Kız, elini usulca suya daldırdı.
O küpten her bir eşya çıktığında, bir mani söylendi. Biri başladı:
Sepet sepet arım var,
Günden güne zarım var,
Şu tepenin ardında,
Ela gözlü yarım var.
Kızlar kıkırdayarak güldü. Gözleri parlıyordu. Bir diğeri aldı sözü:
Marıyım, Maralıyım,
Yürekten yaralıyım.
Ağaçlar donun giymiş,
Daha ben karalıyım.
Gülüşmelerin ardından, biraz utanarak başka biri fısıldadı:
Manı manı üç manı,
Üşümüşüm, ısıt beni.
Koynunda terlemişim,
Sinesinde kurut beni.
Kahkahalar, kızarmış yanaklara karıştı. O çocuklukla genç kızlık arasında duran hallerin tatlı utancı sardı ortalığı.
Bir başkası son maniyi çekti:
Mavine maraz derler,
Güzele kiraz derler,
Her kime derdimi yansam,
Bu da sana az derler.
Son maniyle birlikte küpten çıkan yüzüğün sahibi heyecanla sıçradı. Diğer kızlar ona dokunarak dileğini sordular. O ise gözlerini yere indirip sadece gülümsedi.
Gün iyice yükselmişti. Sepetlerinde kır çiçekleri, yüreklerinde yeni hayallerle, elleri birbirine değerek evlerinin yolunu tuttular.
Ve köyün üzerinden rüzgar hafifçe esti… Belki de Hızır uğramıştı bu neşeli topluluğa, kim bilir?
Meltem Yalçın
(Bir Bilge Kadından)
#hıdırellez #anadolu #kültürelmiras #kadınlar #maniler #çorum #türkkültürü #gelenek #kırçiçeği #eskitürkiye #baharşenliği #hikayelerleyaşat #dilektut #nostalji
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.