34,5923$% 0.08
36,4156€% 0.21
2.913,99%-0,12
4.951,00%-0,04
19.744,00%-0,05
Hiç bilir misiniz kışın yataktan kalkmanın ne kadar zor olduğunu? Yaşamadıysanız bilemezsiniz. Gece zorlukla ısıttığınız yataktan kalkmak deveye hendek atlatmak kadar zordur. Hele işin gücün yoksa o iş bir ağırlaşır ki sanki omuzlarında dünyayı taşıyorsundur.
Şimdi diyeceksiniz ki sende abarttın! Yok vallahi abartmadım. Bizim buralarda kış pek çetin geçer. Ben diyeyim altı ay siz deyin dokuz ay kar yerde kalır. Evliya Çelebi bile demiş;” On bir ay yirmi dokuz gün kaldım yaz görmedim” diye… Keşke kar sadece yerde kalsa… Kardan kapılar kapanır, sular dona. Hele sağlam değilse pencereler, rüzgâr oradan bir yoklar. Ev sıcak ve sobanın başındaysan rüzgârın sesi sana ninni gelir. Yok ev sıcak değil, soba yanmıyorsa vay haline…
Soba demişken sobanın işi de zordur. Bizim evde üç oda yedi nüfus… Üstündekileri mi pişirsin etrafındakileri mi ısıtsın bilemez. Zaten salon diye adlandırdığımız odayı kiler olarak kullanırız. Kışın odanın girişine turşuyu falan koyarız. O odaya gidip bir şey getirmek buzullarda iki tur atmış gibi hissettirir ama girince de o beyaz koltuklarda oturmak vitrindeki gümüşler ve hacdan gelen zemzem takımları ile oynamak ister ama ne mümkün… Salondan pardon kilerden toplamda beş dakika kalabilirsin sonra kendini sobanın başında çözülmeye bırakırsın. Çok söylenirdik soğuktan dolayı ama sobanın keyfi de bir başkaydı. Odunun çatırdayan sesi, emaye güğümden damlayan suyun cısss sesi, üzerine konan portakal kabukları, fırına atılan patatesleri tereyağı ile buluşturup tatlı çay ile yemek inanın dünyalara bedeldir.
Ama o küçük odadan dışarıya çıktığımızda her şey değişir. Donan sulardan dolayı biriken bulaşıklar ve çamaşırlarla yüzleşirdik. Bulaşıklar mutfak tezgahının üzerinde yarışa girer, ellerimizi ovalayarak bir şekilde bulaşıkları hallederdik. Ama çamaşırlar o kadar kolay değildi. Çamaşırları yıkamak için yürek yemek gerekirdi. İşte annelerimiz o yüreği bal yiyenlerdendi.
Neyse söz buralara nereden geldi? Haaa kışın soğuğundan işte. Soğuk bir kış gününün sabahı tık tık seslerine uyandım. Sadece ses gelmiyor, burnuma güzel kokularda geliyordu. Ama ne olduğunu anlamadım. Yataktan dışarı çıkmak çok zor geldiğinden tekrar yorganın altına girmeye çalışıyordum ki annemin sesini duydum: “Mutfağa gel” diye. Odadan dışarıya çıktığımda mutfağın sıcaklığı eve yayılmıştı. Annem her zamanki gibi helva kavuruyordu. Bizim buralarda hanımlar kahvaltılara ve ikindi çaylarına helva yaparlardı. Başka zamanlarda yapılırmış da ben onu sonradan öğrendim.
Babaannem de tuzlusunu yapardı. Tandır yanınca ateşin alevli kısmını değerlendirmek için alırdı eline bakır tencere ile tahta kaşığı geçerdi tandırın başına. Dakikalarca kavururdu. Sabırla koruk helva dut yaprağı, atlas misali… Ne akıcı olacak ne katı, rengi ne açık olacak ne koyu… Kıvamında olması için elinden geleni yapardı. El içine çıkacak iyi olsun diye. Hem terini siler hem de söylenirdi. O usta edasını takınırken ben de soğumasını bekler hem de peyniri ince salkımlar haline getirirdim. Kavrulduktan sonra soğumaya bırakılırdı. Ama helva ne sıcak olacak ne soğuk… Peyniri içine atınca hemen erimeliydi. İşte çırak olarak görev buradaydı. Hemen bir parmak alıp ağzıma atardım. Ağzıma attığım şeyin aslında pek bir tadı yoktu içine peynir girmediğinden ama ağzımda bal gezdiriyormuşum gibi lezzet alırdım. Babaannem çakır gözleriyle bana bakıp tamam olmuş cevabını beklerdi. Tuzlu helvanın yapılması kadar yemesi de zordur. Sıcakken yersen boğulma tehlikesi yaşayabilirsin. Allah muhafaza öbür dünyayı görüp gelebilirsin.
Ama tatlı helva öyle değildir, yapması da kolaydır yemesi de. Tabi bu da emek ister. Herkescikler yapamaz, tuzlu helva kadar yormaz insanı. Fakat ince ayrıntıları vardır. Hatta komşular, annemin yaptığı helvada bir sır olduğunu iddia ederlerdi. Çünkü hiç kimse annem kadar lezzetli yapamazdı. Yapacakları zaman annemi çağırıp annemin başında beklerlerdi ki o püf noktalarını görsünler.
İşte annemde helvaya şekeri katmam için mutfağa çağırmıştı. İşimiz aceleyse kavurduğumuz kadar soğuması için karıştırırdık. Soğutma işi kışın kolay olurdu, karın üzerine koyduğumuzdan birkaç dakika içinde soğurdu. Soğutma sırasında hiç annemin ellerine bakmadım nasıl kavurdu, rengi nasıl oldu, ne kadar şeker koydu hiç bilemedim. Komşuların söylediği gibi helvanın bir sırrı yok. Marifet annemin ellerindeydi ama benim gözlerim kör, kulaklarım sağır olmuştu.
Ben sandım ki bizim evimiz hep helva kokacak, tahta kaşık sesi ile uyanacağız. Ama olmadı. Hani başta söyledim ya bizim buralarda üç yerde helva kavrulur diye. İkisini gördüm, üçüncüyü bilmem diye. İşte onu da öğrendim.
Ne zaman mı öğrendim? Bizimkiler diğer dünyaya göç ettiklerinde. Adettendir diye ölünün arkasından kavurdukları helva, bizimkilerin tadına hiç benzemiyordu. Ne tadı aynı tat ne de rengi aynı renkti.
Acı başka bir şey, açlık başka bir şeydir. Şundan bir lokma ye dediklerinde babaannemin sıcak tuzlu helvasını yerken boğulmadım ama annem için kavrulan tatlı helvanın bir lokması gözyaşlarımın boğazımı düğümlemesine yetti.
Bazen kokular, tatlar damağımızı şenlendirirken bazen genzimizi yakar. Her sabah aldığım koku damağımı şenlendiren anne kokusuydu. Helva kokusu değil. Çünkü sonradan kavrulan helva genzimi yaktı, yüreğimi oydu.
EĞRİ İĞNE – Remziye Acemoğlu