DOLAR

34,5467$% 0.18

EURO

36,0147% -0.62

GRAM ALTIN

3.005,41%1,48

ÇEYREK ALTIN

5.110,00%0,95

TAM ALTIN

20.381,00%1,12

İmsak Vakti a 06:23
Şanlıurfa AÇIK 15°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

CAHİT ZARİFOĞLU’NUN ŞİİRE DAİR DÜŞÜNCELERİ

ad826x90
ad826x90

Cahit Zarifoğlu’nun şiire dair düşünceleri derli toplu değildir. Günlükleri, gazete ve dergi yazıları ile Mavera dergisinde yayımlanan “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları arasında dağınık vaziyettedir. Dağınıklık onda hem biçim hem de içerikle ilgilidir. Onun yazıları ve şiirini bir kalıba sokmak mümkün değildir. Geldiği gibi yazar ve savruk görünür. İlginçtir, bütün bunlar onun düşünce ve şiirinde müspet bir durumdur. Ondaki görünür dağınıklık, derindeki değişmez ve sabit temel kaygıya durup durup kement atmaya benzer. Farklı zamanlarda ve çeşitli açılardan ele alınan ve anlatılmak istenen konu hep aynıdır: İnsanın derin yalnızlığı!

Cahit Zarifoğlu’nun günlüklerinden oluşan Yaşamak adlı kitabı en az şiirleri kadar önemlidir. Bu kitapla sadece günlük türüne çarpıcı yenilikler getirmekle kalmaz, nesirle şiir arası inşa ettiği kendine özgü dille yeni bir anlatı türünün temellerini atar. Yaşamak, somutla soyutun, enfüsî ile afakînin birbiriyle kaynaştığı geleneksel irfan ve hikmet dilinin çağdaş bir versiyonudur. Cahit Zarifoğlu’nun dili, postmodern akımların denemeye çalıştığı, ancak geleneğe ve hayata uzak düşen dil gibi değil, tamamen içeriden ve yerlidir. O, dil tutumunda geleneğe ve hayata karşı ne eklektik ne de yabancıdır. İslâm tasavvufunun özlü ve hikmetli söyleyişinden beslenerek kendine zengin çağrışımlı bir dil havzası oluşturmayı başarmıştır. Bu yüzden Yaşamak, onun şiiri için âdeta bir arka bahçe hükmündedir ve Yaşamak’taki üslûbu ile şiiri arasında çok özel bir yakınlık vardır.

Cahit Zarifoğlu müthiş bir gözlemcidir ve gözlemlerini büyük bir ustalıkla aktarır. Nesneleri, mekânları, olayları, ilişkileri hiçbir incelik ve ayrıntıyı atlamadan ve yeni anlamlar yükleyerek anlatır. Anlattığı kelebek, bildiğimiz kelebekten çok başkadır. Bir ardıcı, yöresinin tarihine ve kültürüne tanıklık eden büyük bir kahraman olarak destanlaştırır. Açlık duygusunu Knut Hamsun dâhil, ondan daha etkili hiç kimse anlatmamıştır sanırım. (1) Yere düşen bir çocuğa annesinin müdahalesi, onun anlatımıyla muhayyilemizde ölümsüz bir tabloya dönüşür. Sonra askerlik anıları, Avrupa seyahatleri, babasından aldığı mektuplar, teyzesinde gördüğü öte dünya inancı, Fethi Gemuhluoğlu ve Necip Fazıl’la ilgili hatıralar, İsmet Özel’le ilginç bir şekilde tanışması… Daha birçok konu Yaşamak’ta ele alınır.

Cahit Zarifoğlu, Yaşamak’ta yer alan bir günlüğünde “Varlığımın derinliklerinde taşıdığım ‘olmak’ hevesimi düşünüp korkuyorum.” der. Bu, yaratılışın sırrını anlamaya çalışmaktır ve şiire buradan başlar. Şiiri bazen inancının, dünya görüşünün terazisine koyar ve bununla bir çeşit öz eleştiri havasına girer. Ancak bu konuda düşünceden daha çok duyguyla hareket eder: “Şeriata uygun sanat ve şeriata uygun eleştiridir asıl olan. Henüz hiçbir detayı üzerinde bilinçle durmadığım fevkalâde güzel ve güven dolu bir yargı bu.” O, inanca bir güvenlik alanı olarak bakar ve varlığın anlamını burada arar. İnanç değerlerine içtenlikle bağlıdır. Yaşantısıyla bu değerler arasında zaman zaman çelişkiler olmuş olabilir, fakat inancıyla düşüncesi arasına hiçbir şeyi sokmaz. Düşünce dünyasında kuşağının yaşadığı aşağılık kompleksine kapılmaz.

“Çoğu kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime hiç sahip çıktığım olmadı. (…) Şiir kendisi var. Bir rastlantıyla değil, tersine bir özel iradeyle çıkıyor yeryüzüne. (…) Kendi şiirlerimi bir okuyucu gibi okurum. Özellikle yayımlandıktan sonra. Başka şairlerin getirdikleri şiirleri okuduğum gibi. Ben de şiirimin bir okuyucusuyum. Tabiî öteki okuyucularla önemli bir farkım vardır: Onlar okuduklarıyla vehmederler. Şiirden aldıkları, büyüttükleri kendi içlerindeki bir kabiliyettir. Gördükleri eğitimle ve meslekleriyle de ilgili olarak çoğalmış veya eksilmiş hatta bitmiş bir kabiliyet. (…) Bense anahtarı yalnız bende bulunan bir odaya girer gibi okurum kendi şiirimi. Onun hatıraları bendedir.”

ad826x90

Buradaki “özel irade” kavramı, Cahit Zarifoğlu’nun şiir görüşünün temelini oluşturur. Ona göre şiir, ilhamla irade arasında, ilhamdan çok iradeye yakın bir kaynaktan doğar. Rastlantısal değil, bilinçli bir eylemdir. İlhamı önemser, ama oturup onu beklemez. Âdeta çağırır onu. Bundan dolayı şiir, bir yönüyle şaire bağlı, bir yönüyle de ondan bağımsızdır. Yine burada şiir karşısında okurun konumunu pasif gören bir yaklaşım dikkati çekmektedir. Ancak böyle bir karşılaştırma, şiir-şair ilişkisinin şiir-okur ilişkisinden daha güçlü olduğunu göstermek için yapılmıştır. Şairin şiirini kendinden bağımsız görmesi ise şiirin oluşum sürecinden ziyade zahirî yapısıyla ilgili bir durumdur. Zira sanatçı eserine karşı ne kadar bağımsız olursa olsun eseri, bir yönüyle içinde devam etmektedir. Şaire göre bunun adı “var olmak hevesi”dir. “Yazdığım bütün şiirleri benden çıkmışlar gibi özlüyorum. Onların sahibi olmadığımın bundan daha inandırıcı delili olabilir mi? Hiç olmazsa yalnız bana ait bir tek şiirim bulunsaydı. Var olmak hevesim işte böyle başkaldırıyor.” (2)

Şiiri “özel irade” kavramıyla açıklayan Cahit Zarifoğlu, onu aynı zamanda bir gönül işi olarak görür: “Sanırım şiirin evi kalptir ve kalple yazılmalıdır. Zekânın rolünü inkâr ediyor değilim. Bilâkis mutlaka gereğine inanıyorum.” (3) Neticede onun şiir görüşünün özü şudur: Şiir özel iradeyle, bilinçle ve kalple yazılmalıdır.

Cahit Zarifoğlu, şiiri hayatın içinden süzer ve kurgulanmış bir şiiri onaylamaz: “Şiirin, en zorlama imajlarının bile hayatta karşılığı olmalıdır ya da bizde karşılığı varmış duygusunu uyandırmalıdır. Aslında bu ikincisi bile şuurumuzla ve bütün duygusal uzanabilmelerimizle erişemediğimiz ve fakat var olan ve hayatımız olan o gizlilerle ilgilidir. Hayat pazarımızda bir maldır. Bu çizgilerin dışına çıkınca bir şiir, bir mısra, çok basit de olsa onu duyamayız.” (4) Bu sebeple “Bir insan şair olmadığı hâlde nasıl şiirler yazıyor, bunu bir türlü anlamıyorum.” diyerek şiirin sadece biçimden ibaret olmadığını, biçim başarısının onu kurtarmaya yetmediğini; şiirde kelimelerin ve biçimin ötesinde bir sıcaklık, bir ruh aradığını her fırsatta dile getirir. (5)

Bir Değirmendir Bu Dünya’da daha çok güncel konulara ilişkin gazete/dergi yazıları yer alır. Bu yazılarda Müslümanların ve İslâm dünyasının içinde bulunduğu temel sorunlara değinir. Ayrıca kitabın bir bölümü şiire/edebiyata dair yazılara ayrılır. Cahit Zarifoğlu’nun bu bölümde toplanan yazıları, onun şiirle ilgili düşünceleri açısından bir manifesto niteliğindedir.

 “Uyan Şairim Uyan” başlıklı yazısıyla şiire yeni anlam alanları açan Cahit Zarifoğlu, şaire büyük bir misyon yükler. Ona göre şair; uyarıcı, uyandırıcı ve hatırlatıcı kimliğiyle hem sosyal hem de ilâhî bir rolü üstlenmelidir. Böylece şiire bireysel veya dar çevre etkinliği olarak bakmadığını göstermiş olur:

“Bak bahar geldi. Tabiat doğudan batıya doğru uyanıp diriliyor. Sen de ey şair, uykudan uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır. Ölen duyguları canlandır, unutulan görevleri hatırlat. Dikkatle bak, bir tomurcuk daha açtı, ağaçların içinde öz su boruları genişledi, balıklar suları neşelendirdi, gök gürlemeleri duyuluyor ve kış uykusuna yatan yaratıklar bile güneşli kayaların üzerine birikiyor. Haydi ey şair, sen de uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle insanları uyandır, ölen duyguları canlandır, unutulan görevleri hatırlat. Bununla da kalma, uyuşup kaldığın izbeden ayrıl, insanların arasına karış ve onların öbek öbek toplandıkları ağaç diplerini, tarlaları, çölleri, yemek meclislerini, sohbet halkalarını şereflendir; insan zihinlerinden, kalplerinin sokaklarından, bazen bir atlı, bazen hülyalı bir âşık, bazen bir meczup, bazen bir dert kirpisi, bazen bir düş, bazen bir vaha, bazen bir yıldırım, bazen bir yumruk… gibi geç. Fakat hepsinde bir uyarıcı ol. Attığını muhakkak vur. Dalga dalga aslan yelesi gibi saçlarınla, çakmak çakmak bakışlarınla, sesinin gür tonuyla, bir ana gibi yumuşak yalvarışlarınla ve küçücük sevgi dolu yalanlarla, sözü bir sakız gibi çiğnemeden, doğruyu ikiye bölmeden, namertliğin ve riyanın arkasından seyirtip yere sererek, şereflileri tutup kollarından kaldırarak, şiir tomarları elinde olarak geç en iri kayaların zirvesine, hayran ve bekleyen gözlere, sözlerin en kalbe işleyenini duyurmak için açılmış kulaklara, ister fısıldayarak, ister kulak zarlarını patlatan gürlemelerle, ister müzikli şiirlerin lirik gür pınarlarını akıtarak, şöyle ya da böyle, uyandırarak, sadece uyandırarak, ölen duyguları canlandırarak, unutulan görevleri hatırlatarak, sen de doğudan batıya, uyanan tabiatla, açan çiçeklerle, eteklerin uçuşarak es. Rüzgârın eğsin dalları, şerre uzanan el donakalsın, harama uzanan baş şaşalasın; ekmek, boğaz, istekler, hevesler rafa kalksın, gözler seni izlesin, yollar sana çevrilsin, ilgiler gelişini kutlasın.

Onlara ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı öğret.

Sen aşk deyince, bilsinler ki artık o, şimdiye kadar bildikleri değildir.

Sen görev deyince, ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilâhî nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir sorumlulukla belleri ikiye katlansın. İçlerinde nedametin güçlü alevi yanmaya başlasın. Ve tövbe sancakları açılsın.” (6)

1970’li yılların ikinci yarısı ve 1980’li yılların başı gençlik için tehlikelerle dolu bir dönemdir. Bu yıllarda okullar ve sokaklar teröre teslim olmuş, insan hayatı değersizleşmiş, toplumun huzur ve güveni kalmamış, siyaset iflâs etmiştir. Dolayısıyla Türkiye, içeride huzurunu ve dışarıda itibarını kaybederek tam anlamıyla köşeye sıkıştırılmış vaziyettedir. Ardından gelen 12 Eylül 1980 askerî darbe yönetimi ise başka bir terör estirmiş, inanç ve düşünce özgürlüğünü yasaklamış ve Türkiye’yi dünyaya kapamıştır.

İşte Cahit Zarifoğlu tam bu dönemde geliştirdiği özel ilişki yöntemleriyle gençliğe yol göstermiş ve yeni bir umudun tohumlarını yeşertmiştir. Mavera’ya bir mektep hüviyeti kazandırarak genç yazar adaylarıyla yakından ilgilenmiş, bu amaçla binlerce mektup yazmıştır. Böylece düşünce ve edebiyatın kaybolan saygınlığını artırmaya çalışmıştır. Bir ağabey-öğretmen olarak o, tek başına bir mektep ve tek başına bir eylem adamıdır. Bu bağlamda Mavera dergisine ve Yeni Devir gazetesine kattığı ruh bunun açık bir göstergesidir. (7)

Nisan 1978-Kasım 1981 arasında yaklaşık dört yıl süren Mavera’nın “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları, hem o dönem gençliğinin bir sosyolojik fotoğrafı, hem de Cahit Zarifoğlu’nun şiire dair düşüncelerinin bir pratiğidir. Ağabey-öğretmen kimliğiyle muhatabına hemen her konuda yardımcı olmaya çalışan Cahit Zarifoğlu, hikâyeci ve şair birçok genç yeteneğin edebiyat alanında kendisine bir yer bulmasında öncü rol üstlenmiştir. “Şiir öğrenilmez, böyle düşünürüm. Ama şiirin araçları öğrenilebilir. Bu dildir ya da şiir zevkidir. Bunlar eğitimle olabilir.” der ve bu yolda elinden geleni yapar. “Okuyucu başarılmış bir mısranın yorumunu istemez. Okuyucu şairin hatırı için değil, kendi hatırı için (neredeyse) okur. Yani şiire okuyucu payı bırakmalısınız.” diyerek, genç şair adaylarına saf şiirin ne olduğunu gösterir. Gençliğe bir taraftan da gönül eğitimi vermeye çalışır. “Mutlak güzelliğe az meyleden gönlünüzü kınarken, sakın gizli bir gururun eline düşmüş olmayın.” sözüyle gençliği gizli tehlikelere karşı uyarır ve onların ruhsal gelişimine katkı sağlar. (8)

“Okuyucularla” bölümü, aynı zamanda onun hayatına dair bilinmezlere de ışık tutar. Meselâ Eskişehir’den yazan bir okuyucunun mektubunu cevaplandırırken kendine dair şu ilginç anekdotu anlatır: “Şiiriniz, bana bir zamanlar Eskişehir yakınlarında İnönü kasabasında planör kampına katılışımı, oraya katılmak için evden kaçışımı, oradaki uçuşlarımı, kamp hayatımızı, sonra Türkkuşunda öğretmen pilot olmak için aldığım teklifi jet pilotu olacağım diye reddedişimi ve sonra Eskişehir Hava Hastanesindeki muayenelerde kulaktan kaybedince doktor Albay İzzet’in karşısında 18 yaşın gayreti ile hüngür hüngür ağlayışımı, Maraş’a batık bir gemi gibi dönüşümü ve o yıllarda yazdığım bütün hikâyelerde hep Sema (!) adlı bir kızla bir jet pilotunun aşkını anlatışımı hatırlattı.” (9)

Mavera, Cahit Zarifoğlu Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a yerleştikten sonra (1983) hem mektep hüviyetini hem de iddiasını kaybetmiştir. Demek ki Mavera, tek başına Cahit Zarifoğlu demekti! Onun aradan çekilmesiyle dergi yöneticisiz kalmış ve belli bir süre yayın hayatına devam ettiyse de işlevini tamamlayıp kapanmıştır. Cahit Zarifoğlu’nun öncülüğündeki Mavera, toparlayıcı ve birleştirici bir dergiydi. O, dergiye ayrı bir ruh ve heyecan katıyordu. Eylem adamı kimliğiyle dergiyi omuzlamış ve ona bir misyon yüklemişti: “Etrafa gülücükler dağıtarak akan, kenarında papatyalar açan o sevimli derecik olmak değil işimiz. Bazıları bir kaynaktır, biz akış olmak istiyoruz. İştiraklerle, kabararak, akarak, dekorları yıkarak.” (10)

Cahit Zarifoğlu, edebiyatımızda ağabey-öğretmen kimliğinin son temsilcisidir. Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi gençliğe ağabey-üstatlık yapanlar bile onun kadar doğrudan veya tam bir ağabey-öğretmen olamamıştır. Cahit Zarifoğlu, gençliği kendi eserini icra sürecinde eğitmeyi denemiştir. Böylece gençliğe, önce kendine güven duygusunu kazandırmıştır. Ağabey-üstatlar gibi gençliğe kitle muamelesi yapmamış, onlarla bire bir ilgilenmeye çalışmıştır. Bu yüzdendir ki Cahit Zarifoğlu ile temasa geçen her genç kısa zamanda kimlik ve kişilik sahibi olmayı başarmıştır. Evet bu mektep, ağabey-üstat mektebinden sayıca daha çok ve daha kaliteli insan yetiştirmiştir. Ne yazık ki ondan sonra ağabey-öğretmen kimliği hem ehil bir temsilci bulamamış, hem de sosyal şartların değişmesiyle büyük ölçüde işlevini yitirmiştir.

 

  1. Knut Hamsun,Açlık,çev. Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, 1976.
  2. Cahit Zarifoğlu,Yaşamak,Akabe Yayınları, 1980.
  3. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 17, Nisan 1978.
  4. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 34, Eylül 1979.
  5. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 42, Mayıs 1980.
  6. Cahit Zarifoğlu,Bir Değirmendir Bu Dünya,Nehir Yayınları, 1986.
  7. 3 Ekim 1981’de, daha önce defalarca mektuplaştığım Cahit ağabeyle tanışmak üzere yanımda babam olduğu hâldeMavera’nın Selânik Cad. 52/27 Kızılay-Ankara adresindeki yönetim yerine gittik. BuradaMavera’nın önde gelen yazarlarının çoğuyla tanışma fırsatı buldum. Birkaç saat hemen her konuda sohbet ettik. En çok Cahit ağabey ve ben konuştuk. Ancak onun Cahit Zarifoğlu olduğunu kalkarken anladım. Çünkü o, hep böyle yaparmış!
  8. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 18, Mayıs 1978.
  9. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 41, Nisan 1980.
  10. Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”,Mavera,S. 49, Aralık 1980.

 

Eleştiri Denemeleri (2014)

Yazar: MEHMET ERDOĞAN

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Sıradaki haber:

Kımıldamayan Işıklar – Ahmet Haşim

HIZLI YORUM YAP