34,5241$% 0.18
36,4934€% 0.37
2.961,33%0,90
5.071,00%0,35
20.193,00%0,36
09 Temmuz 2024 Salı
Sevgili geçmiş,
Ben senin yerinde olsam, güzel yarınlara açılan geleceği
doğururdum avuçlarımla. Bu kadar kötülüğün
arasında temiz kalmaya çalışan bütün insanlık uğruna, yeniden yoğururdum geleceğin hamurunu. Şimdi
diyeceksin ki, “insanlar kendi seçimlerinin sonuçlarını yaşarlar.” Haklısın da, bazen haklı olmak yetmiyor
bu hayatta. Gerçi sen haklı olduğun halde haksız olmayı diledin mi hiç? Sanmıyorum…
Ne yazık ki geçmiş olmaya doğru gitmeyen hiçbir
şey yeryüzünde değer kazanmıyor. Bu sudan çıkan
balığın öleceğini bilmesi gibi bir durum değil. İnsan
olarak elimizde bulunanların kıymetini anlamamız
için yok olmaları gerekiyor. Sürekli var olacağını düşündüğüm
her şey bir müddet sonra kaybolacak ve
biz ancak o zaman anlama erdemine ulaşmış olacağız.
Sevgili Geçmiş,
Şimdi sen “buda buradan ahkâm kesiyor ama…”
diye başlayan ve bütün pişmanlıklarıma doğru devam
eden bir cümlenin yolculuğuna kapılacaksın. Biliyorum, sen
beni en az benim kadar iyi biliyorsun ve bilmelisinde. Üzüntülerimiz, yaşam içinde gelgitlerimiz
oluyor ve bu gelgitler sağlıklı bir gelecek planlamamıza engel
oluyor. Yalnızlılığın paslı duvarlarına kapılan bütün kırlangıçlar kanat çırpmadan ölüyorlar.
İnsanın insana varabilmesi gittikçe uzaklaşıyor ve bir
yüreğin diğerine ülke olması mümkün gözükmüyor.
Kalplerimiz hüznü maskelemek için Künde-kâr gibi
zamanın döngüsüyle çalışmaya devam eder. Zamanı
durdurmanın ya da geriye sarmanın yolunu ararken
geleceğin güzelliklerinden fazlasıyla uzaklaşıp duruyoruz.
Sabrımız taşıyor bazen gelecek denen illetin
bize getirdikleri karşısında ve bazen geçmişi yani seni
anımsayıp kaçmayı seçiyoruz bütün gerçekliklerden.
Dünya bazen kendi ekseni etrafında dönmüyor,
insanlar kendi çıkarları etrafında dönerken. Âmin
Maalouf’un da dediği gibi, “Geçmişin geçmiş olması için
zamanın geçmesi yetmez.”
Sevgili Geçmiş,
Biz insanlar çömez varlıklar olarak hayatımızı en
usta şekilde yaşmaya kalktıkça beden beden büyük
hayatların tokatlarından yıkılmayı başarı saydık.
Başaramadığımız her şey için suçlanacak bir hedef tahtamız vardı. Doğru ya biz insanlar “Eşref-i
Mahluk”
yani varlıkların en şereflisiydik. En azından öyle
dünyaya gelmiştik. İşin tuhaf yanı önce şerefimizi
kaybederek başladık, zamanla insanlık ve vicdan
adına ne
varsa birer birer bizleri terk ettiler… Hayat yaptığımız
hatalara karşı bir bir dişlerini biledikçe biz boynumuzu hataların kanlı ağzına emanet ettik. Cesaret
diye
adlandırdığımız kaç intihar çemberinde debelendiğimizi hiç bilemedik. Bir avuç göz yaşından
başka bir
ders kalmayınca elimizde yavaş yavaş eriyerek yok
olmaya devam ettik.
Sevgili Geçmiş,
Aslında hayat tamda senden ibaret! Yaşadığımız
mutluluklar, hüzünler ve bizi biz yapan o tokat
dolu tecrübelerin hepsi senden bize birer armağan
olsa gerek. Anı yaşamak ve senden daha fazla istifade etmek yerine sadece geleceğe odaklanmak
neden? Sanırım
cevabını bilmediğimiz bir hastalık içerisindeyiz
ve her zaman ilacın gelecekte olduğunu düşleriz.
Olduğu zaman diliminin hiçbir zaman kıymetini bilemeyecek varlıklarız. Bizler kışın yaz
aylarını, yazın ise
kış aylarını hayal edip durmaktan öteye gidemeyen
yaşam döngüsünün en zayıf halkalarıyız.
Neşet Bozkurt
Bazen bütün hüzünler bu şehre yağar. Bir şehrin bütün köşeleri sarılacakken yüreğin ıslanır. Koruyamaz hiç bir duvar yağan hüzünlerden yüreğini. Öyle ya şiir dediğin göz yaşı değil mi şairin? Hiç bir gözün dökmeye cesaret edemediği bütün damlalar ilmek, ilmek işlenir kirlenmeye hazır beyaz tenli yalnızlığa. Şimdi Son demlerini yaşayan mürekkep danesi gibiyim değdim mi tenine sonum olur bu zemheri kıyılar.
Zaman ömrümüzü demler, Yürek dediğin sevdiğini kendine nakşeder. Bazen Vuslata ermek önünde dururken Hasreti seçer beşer. Bilirim ince sızım yüreğin vuslat ister… İster de… Vuslat her zaman can vermez canana, bazen Can alır canan uğruna…
Bazı umutlar kavuşunca biter… Zaman bir tutam umuttan başka bir şey koymuyor avuçlarıma. Gecenin ahengi dönerken dünyanın tenha sokaklarında, yüreği buruk bir dal sallanıyor rüzgarın kollarında. Ne ben gözlerinin yokluğuna dayanabilirim ne de zaman bunu kaldırabilir. Ben, kaldırım tenhalarında soluklanışlardan ileri gitmeyen kısır döngüden ibaret bir fani, Nasıl doyurur dünya sevdası bir yüreği? Yürek dediğin anlamalı kırık dalın yükünü… Sahi sen taşıyabilir misin kırık bir dalın yükünü?
Neşet Bozkurt
Bütün çağlara dönüp baktığımız zaman sanatın önemini anlamamak çok zor olmasa gerek. Yüz yıllardır gelen savaş mantığını bile ele alıp yumuşatan ve barışa huzura katkı sağlayan bu olgu daha çok geliştirilmeli. İnsanlar sanata edebiyata yöneldiği zaman hoş görü, iyilik ve güzelliklerle dolar.
Sanat başlı başına sadece sahnede sergilenen rol değildir. Aslında sanat çağın eğitim birimlerinden biridir. Sanatçı hoş görüyü, sevgiyi, saygıyı ve nice değerli olguları kazanarak hayatına devam eder. Böylece toplumda önemli yerlere gelmekle beraber güzel davranışlarda aşılamış olur.
Sanat insanlara ulaşmanın en kolay ve güzel yoludur. Topluma ulaşan bu olgu elbette güzel ahlakları ve değerleri insanlara aktarmakta zorlanmayacaktır. Savaşı çiğneyen ve barışa yol açan sanat anlayışıyla beraber savaşlar yerine barış ve huzur dolacaktır yeryüzüne. Gelelim meselenin özüne; Sözüm ona basiretsizce sanatı aşağılayıp savaş mantığını yürütmek isteyenler bilmelidirler ki sanat onların oluşturduğu her kaosu ve her kargaşayı aydınlatarak yok edecek kadar büyük maneviyata sahiptir.
Bu olgular insanlar tarafından zararsız bulunmuş değerlerdir. Bu nedenle sanat zararı esas almayan en büyük oluşumdur diye biliriz. Zira sanatın hiçbir dalında savaş acı çektirmemiş insanlar ölmemiştir.
Hayatımızın bir çok noktasında yalnızlıklardan
şikayet ederiz ama sonrasında düştüğümüz yanlış yolları sorgulamak hiç aklımıza gelmez maalesef. İnsanlık tarihinin her canlısı hatalarla dolu bir
geçmiş geçmiş bırakmıştır. Bizler hatalara bağımlı birer yaşam halkalarıyız. Hatalar yapıyoruz ve
bunlardan hiçbir zaman ders almıyoruz.
Daha ne kadar tahammül edeceğiz içimizde bulunan dünyamızın başımıza yıkılmasına. İnsanların, ömür
boyu özenle kurguladığımız iç yolculuğumuzu
biranda cehenneme çevirmelerinden ne zaman
bıkacağız? Başkalarının hayatlarına önem vermek
yerine ne zaman kendi hayatımıza önem ve değer
kelimelerini bağışlayacağız? Aslında insanları bağışlamak yerine ne zaman kendimizi bağışlayacağız?
Yalnızlık bilindiği kadar kötü dehlizlerin içinde kalmak demek değildir. Hem boşuna mı Cemal Süreya “Yalnızlık paylaşılmaz” demiş.
İnsan değerli şeyleri paylaşamamakta ustadır. Sol yanı mayınımızı patlatıp iç dünyamızı yok edecek olan insanlara bulaşmaktansa yalnızlık çok daha iyidir. Yalnız kalmak acı çekmek değildir, aksine içimizde biriken acı dolu hatıraları tedavi etmektir.
Yanlışlık ise, bütün insanların dersler almasını
gerektirecek davranışların yaşanmasından ibaret
değildir. Bazen bilerek bir yanlışa koşmamız bunun en büyük örneği olsa gerek.
Yıllar ardı arkası kesilmeden ilerler hem de öyle bir
ilerleyiş ki lakırdısı ya da dönüp dolaşıp aynı noktaya gelen ne Akrep ne de yelkovan gibi kısır döngüy mahkûm olmadan.
Her günüyle, ayıyla farklıdır. Üzüntü, sevinç ve niceduygularla doludur. Anlam verilmeyen olay sislileri,belirsizlikle donanmış gelecek kaygıları ve daha nice can sıkan olay örgüleriyle yaşamaya devam ederiz. Her ne kadar da kötü duyguların ön planda olduğunu bazen düşünsek de aslında içimizde hep bir umutla bakarız her yeni güne ve unutulmamalıdır ki hayat bitmeden umut asla bitmemelidir. Umut her zaman başucumuzda duran hayaller gibi kalbimizin başköşesinde olmalıdır. Zira umut en kötü belirsizliklere veya olaylara karşı takındığımız en büyük silahtır.
***
“Yürürsün omuzunda geçmişin yüküyle,
Ağırlaşmış bir paltoyla,
Yağmurun şarıltısında,
Buğulu camların parıltısından,
Ve sokakların en tenhasından geçersin,
Ardında kalan pişmanlıklar,
Ertelenmişlikler, geç kalmışlıklar yakar benliğini,
En çok da ertelenmiş aşlar yakar,
Bedenin hassas başkenti olan kalbi.
Zira ertelenmiş aşklardır,
Kalbin ölüm fermanına atılan,
En büyük imza silsilesi…”