36,6883$% 0.21
39,8263€% 0
3.522,49%0,14
5.775,00%0,15
23.024,00%0,13
06 Mart 2025 Perşembe
Arşimet (MÖ 287-212), antik Yunan’ın en ünlü matematikçi ve mucidi olarak kabul edilir. Geometri, aritmetik, mekanik, hidrostatik ve astronomi alanlarında önemli çalışmalar yapan Arşimet, modern hesaplamalı matematiğin ve fiziksel fenomenlerin matematiksel analizinin öncüsüdür. Ayrıca halen kullanılan birçok icadın (örneğin Arşimet vidası) mucididir.
Arşimet MÖ 287 yılında Sicilya’nın Siraküza kentinde doğdu. Babasının adının Fidias olduğu ve bir astronom olduğu biliniyor. Ailesinin Siraküza’nın yöneticisi II. Hiero ile akraba olduğu da iddia ediliyor. Arşimet küçük yaşlarda matematiğe ilgi duydu ve eğitimini geliştirmek için Mısır’a gitti. Burada ünlü matematikçi Öklid ile tanıştı ve onun öğrencisi oldu. Mısır’da kaldığı süre boyunca Nil Nehri’nin taşmasını önlemek için bir su seviyesi ölçme sistemi tasarladı.
Arşimet eğitimini tamamladıktan sonra Siraküza’ya döndü ve burada matematik ve mühendislik alanlarında çalışmalar yaptı. II. Hiero’nun danışmanı ve dostu oldu ve onun için birçok icat yaptı. Bunlardan en ünlüsü, II. Hiero’nun altından bir taç yaptırması ve bunun gerçekten altından olup olmadığını öğrenmek istemesi üzerine Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfetmesi ve taçtan kesinti yapmadan yoğunluğunu ölçmesidir. Bu olay, Arşimet’in banyoda bu fikri bulduktan sonra “Eureka!” (Buldum!) diye bağırarak çıplak koşması şeklinde anlatılır.
Arşimet MÖ 212 yılında Siraküza’nın Roma tarafından kuşatılması sırasında öldü. Kuşatma boyunca, Siraküza’yı savunmak için birçok makine tasarladı ve inşa etti. Bunlar arasında ok atan, taş fırlatan, gemileri havaya kaldıran ve yakıcı aynalar kullanan mekanizmalar vardı. Arşimet’in bu makineleri sayesinde Siraküza uzun süre direndi, ancak sonunda Roma askerleri şehre girdi. Arşimet o sırada geometrik problemler üzerinde çalışıyordu ve Roma askerlerinden rahatsız olmamalarını istedi. Ancak bir asker onu tanımadan öldürdü. Arşimet’in son sözleri “Çizgilerimi bozma!” (Noli turbare circulos meos!) oldu.
Arşimet’in mezarı Siraküza’da bulundu. Mezar taşında, Arşimet’in en sevdiği buluşu olan bir küre içine yerleştirilmiş bir silindirin resmi vardı. Bu resim, Arşimet’in kürenin ve silindirin hacimleri ve yüzey alanları arasındaki orantıyı bulduğu teoremini simgeliyordu.
Arşimet hayatı boyunca birçok kitap, mektup ve diğer metin yazdı. Bu eserlerde geometri, aritmetik, mekanik, hidrostatik ve astronomi gibi alanlarda yaptığı çalışmaları anlattı. Arşimet’in eserlerinin çoğu Yunanca yazılmıştır, ancak bazıları da Latince’ye çevrilmiştir. Arşimet’in eserlerinin bir kısmı kaybolmuştur, ancak bazıları günümüze ulaşmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Arşimet’in eserleri matematik ve fizik alanlarında büyük önem taşımaktadır. Arşimet’in bulduğu teoremler, yöntemler, formüller ve problemler halen kullanılmakta ve incelenmektedir. Arşimet’in eserleri aynı zamanda antik Yunan dünyasının bilimsel düzeyini ve kültürünü de yansıtmaktadır.
Arşimet sadece matematikçi ve fizikçi değil, aynı zamanda mucit ve mühendis de idi. Arşimet birçok icat yapmış ve tasarlamıştır. Bu icatların bazıları pratik amaçlarla, bazıları ise teorik ilgiyle yapılmıştır. Arşimet’in buluşlarının bazıları şunlardır:
Arşimet’in buluşları hem antik hem de modern dünyada büyük etki yaratmıştır. Arşimet’in buluşları sayesinde insanlık suyun kaldırma kuvvetini anlamış, sıvıları taşımanın kolay bir yolunu bulmuş, ağır cisimleri kaldırmanın veya hareket ettirmenin yöntemlerini geliştirmiş ve güneş enerjisinden faydalanmanın yollarını keşfetmiştir.
Arşimet’in yaptığı icatların ve geliştirdiği tekniklerin modern dünyada nasıl uygulandığı, faydalandığı ve geliştirildiği hakkında bilgiler içerir. Örneğin:
Arşimet’in buluşlarının günümüzdeki kullanım alanları, Arşimet’in yaptığı icatların ve geliştirdiği tekniklerin ne kadar ileri görüşlü ve yaratıcı olduğunu göstermektedir. Arşimet’in buluşları sayesinde modern dünyada birçok alanda kolaylık, verimlilik ve yenilik sağlanmaktadır.
Arşimet, antik Yunan’ın en büyük bilim insanı olarak kabul edilir. Matematik ve fizik alanlarında yaptığı çalışmalarla insanlığın bilgisini arttırmış ve ilerletmiştir. Arşimet, aynı zamanda birçok icat yapmış ve mühendislik becerilerini göstermiştir. Arşimet, hem antik hem de modern dünyada saygı ve hayranlık uyandırmıştır. onun mirası, tarihte, sanatta, kültürde ve bilimde iz bırakmıştır.
Arşimet, antik Yunan’ın matematik ve mühendislik dehası olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca, geometri, aritmetik, mekanik, hidrostatik ve astronomi gibi alanlarda birçok çalışma yapmış ve önemli teoremler, yöntemler, formüller ve problemler bulmuştur. Aynı zamanda birçok icat yapmış ve tasarlamıştır. Arşimet vidası, Arşimet prensipleri, Arşimet’in kaldıraçları, makaraları ve palangaları, Arşimet’in ateşi gibi buluşlar hem antik hem de modern dünyada büyük etki yaratmıştır.
Arşimet, bilim ve teknoloji alanlarında insanlığın bilgisini arttırmış ve ilerletmiştir. Aynı zamanda yaratıcılık, merak, tutku ve azim gibi değerleri de temsil etmiştir. Arşimet, hem antik hem de modern dünyada saygı ve hayranlık uyandırmıştır. Arşimet’e atfedilen anekdotlar, efsaneler ve anıtlar da onun kültürel mirasını göstermektedir.
Arşimet, insanlık için büyük bir örnek ve ilham kaynağıdır. Arşimet’in hayatı, eserleri, buluşları ve mirası bize bilimin güzelliğini ve önemini hatırlatmaktadır.
Arşimet’in sözleriyle makaleyi bitirelim: “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.” (Dos moi pou sto, kai tan gan kinaso)
Quentin Tarantino, Amerikan sinemasının en özgün, etkili ve tartışmalı yönetmenlerinden biridir. Tarzını belirleyen unsurlar arasında şiddet, diyalog, pop kültürü referansları, müzik seçimi, zaman çizgisinin bozulması ve sinema tarihinin yeniden yazılması sayılabilir. Tarantino’nun filmleri hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden büyük beğeni toplamış, pek çok ödül kazanmış ve kült bir hayran kitlesi oluşturmuştur. Bu makalede, Tarantino’nun hayatı, kariyeri, eserleri, etkileri ve eleştirileri hakkında detaylı bilgiler bulacaksınız.
Quentin Jerome Tarantino, 27 Mart 1963’te Tennessee’nin Knoxville şehrinde doğdu. Babası Tony Tarantino, New York’tan gelen İtalyan asıllı bir aktör ve müzisyendi. Annesi Connie McHugh ise Tennessee’li bir hemşireydi. Babası oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra aileyi terk etti. Tarantino’nun annesi ise oğlunu tek başına büyüttü.
Tarantino’nun sinemaya olan ilgisi küçük yaşlarda başladı. Annesi onu pek çok film izlemeye götürdü. Ayrıca evlerinde de televizyon izlemesine izin verdi. Tarantino’nun en sevdiği filmler arasında westernler, korku filmleri ve Uzak Doğu sineması vardı.
Tarantino 14 yaşındayken Los Angeles’a taşındı. Liseyi bitirmeden bıraktı ve bir video kiralama dükkanında çalışmaya başladı. Burada sinema bilgisini geliştirdi ve pek çok film izledi. Ayrıca senaryo yazmaya da başladı. İlk senaryosu olan The Birthday adlı kara komediyi arkadaşı Craig Hamann ile birlikte yazdı ve yönetti. Ancak film tamamlanamadı ve çoğu kayboldu.
Tarantino 20’li yaşlarında Robert Redford’un Sundance Enstitüsü’ne katıldı ve burada senaryo yazma eğitimi aldı. Burada tanıştığı arkadaşı Scott Spiegel sayesinde yönetmen Roger Avary ile tanıştı. Avary ile birlikte True Romance adlı senaryoyu yazdılar. Bu senaryo daha sonra Tony Scott tarafından filme çekildi.
Quentin Tarantino’nun ilk profesyonel işi 1987 yılında From Dusk Till Dawn (Gün Batımından Şafağa) adlı korku filmi için senaryo yazmak oldu. Bu film daha sonra Robert Rodriguez tarafından yönetildi ve Tarantino da oyuncu olarak yer aldı. Bu filmdeki rolü sayesinde televizyon dizisi Altın Kızlar’da Elvis Presley’i canlandırma fırsatı buldu.
Tarantino’nun ilk uzun metrajlı yönetmenlik deneyimi 1992 yılında Reservoir Dogs adlı suç filmi oldu. Filmde altısı da takma isim kullanan soyguncuların başarısız bir mücevher soygunundan sonra yaşadıkları anlatılıyordu. Film Sundance Film Festivali’nde gösterildi ve büyük ilgi gördü. Film hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden övgü aldı ve Tarantino’nun ününü artırdı.
Tarantino’nun ikinci filmi Pulp Fiction(Ucuz Roman), 1994 yılında vizyona girdi. Film, birbirleriyle bağlantılı olan çeşitli suç öykülerini anlatıyordu. Film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Ayrıca Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında aday gösterildi. Tarantino ve Avary, En İyi Özgün Senaryo ödülünü kazandılar. Film, modern Hollywood sinemasının en önemli filmlerinden biri olarak kabul edildi.
Tarantino’nun üçüncü filmi Jackie Brown, 1997 yılında gösterime girdi. Film, Elmore Leonard’ın Rum Punch adlı romanından uyarlanmıştı. Filmde bir uçuş görevlisinin (Pam Grier) uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalanması ve hem polis hem de suçlular arasında sıkışması anlatılıyordu. Film, blaxploitation türüne bir saygı duruşu olarak nitelendirildi.
Tarantino’nun dördüncü filmi Kill Bill, iki bölüm halinde 2003 ve 2004 yıllarında yayınlandı. Film, eski bir suikastçının (Uma Thurman) kendisine ihanet eden eski meslektaşlarından intikam almasını konu alıyordu. Film, dövüş sanatları filmlerine, spagetti westernlere ve animeye göndermeler içeriyordu. Film hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden olumlu yorumlar aldı.
Tarantino’nun beşinci filmi Death Proof, 2007 yılında vizyona girdi. Film, bir dublörün (Kurt Russell) arabasını bir silah gibi kullanarak genç kadınları öldürmesini anlatıyordu. Film, Robert Rodriguez’in Planet Terror adlı filmiyle birlikte Grindhouse adlı bir çift program olarak sunuldu. Bu program, 1970’lerin ucuz ve şiddetli sinema salonlarını andırıyordu.
Tarantino’nun altıncı filmi Inglourious Basterds, 2009 yılında gösterime girdi. Film, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Fransa’da geçiyordu. Filmde Yahudi-Amerikan askerlerden oluşan bir timin (Brad Pitt liderliğindeki Basterds) Nazilere karşı yaptıkları operasyonlar ve bir sinema sahibinin (Mélanie Laurent) Hitler’i öldürme planı anlatılıyordu. Film Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Christoph Waltz’a kazandırdı. Ayrıca Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında aday gösterildi. Tarantino bu dallardan hiçbirini kazanamadı ancak Waltz En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldı.
Tarantino’nun yedinci filmi Django Unchained, 2012 yılında vizyona girdi. Film, kölelik döneminde geçiyordu. Filmde bir kölenin (Jamie Foxx) özgürlüğünü kazanması ve karısını kurtarmak için bir Alman avcıyla (Christoph Waltz) işbirliği yapması anlatılıyordu. Film Tarantino’nun en çok hasılat yapan filmi oldu ve 425 milyon dolar kazandırdı. Ayrıca film Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında aday gösterildi. Tarantino bu dallardan hiçbirini kazanamadı ancak Waltz En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü ve Tarantino da En İyi Özgün Senaryo ödülünü aldı.
Tarantino’nun sekizinci filmi The Hateful Eight, 2015 yılında gösterime girdi. Film, Amerikan İç Savaşı sonrasında geçiyordu. Filmde kar fırtınasına yakalanan sekiz yabancının (Kurt Russell, Samuel L. Jackson, Jennifer Jason Leigh, Walton Goggins, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern ve Demián Bichir) bir dağ kulübesinde yaşadıkları gerilimli olaylar anlatılıyordu. Film 70 mm formatında çekildi ve özel gösterimlerde üç saatlik bir süreye sahipti. Film Akademi Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Leigh), En İyi Sinematografi (Robert Richardson) ve En İyi Müzik (Ennio Morricone) dallarında aday gösterildi. Morricone bu dalda ödülü kazandı.
Tarantino’nun dokuzuncu ve son filmi Once Upon a Time in Hollywood, 2019 yılında vizyona girdi. Film, 1969 yılında Hollywood’da geçiyordu. Filmde bir televizyon yıldızının (Leonardo DiCaprio) ve dublörünün (Brad Pitt) sinema sektöründe tutunmaya çalışmaları ve ünlü aktris Sharon Tate’in (Margot Robbie) Manson Ailesi tarafından öldürülmesi olayına tanıklık etmeleri anlatılıyordu. Film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı ve Pitt En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Ayrıca Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında aday gösterildi. Pitt En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alırken, film de En İyi Sanat Yönetimi ve En İyi Kostüm Tasarımı ödüllerini kazandı.
Quentin Tarantino’nun filmleri genellikle şiddet, diyalog, pop kültürü referansları, müzik seçimi, zaman çizgisinin bozulması ve sinema tarihinin yeniden yazılması gibi ortak unsurları paylaşır. Tarantino’nun filmleri ayrıca birbirleriyle bağlantılıdır. Bazı karakterler akraba veya tanıdık olabilir, bazı nesneler veya markalar diğer filmlerde de görülebilir, bazı olaylar diğer filmlerin arka planında gerçekleşebilir. Tarantino bu bağlantıları iki kategoriye ayırır: Gerçek Dünya ve Sinema Dünyası. Gerçek Dünya filmleri karakterlerin yaşadığı dünyayı temsil ederken, Sinema Dünyası filmleri karakterlerin izlediği veya hayal ettiği filmleri temsil eder. Örneğin Pulp Fiction ve Reservoir Dogs Gerçek Dünya filmleridir; Kill Bill ve From Dusk Till Dawn ise Sinema Dünyası filmleridir.
Tarantino’nun filmlerinin bir diğer önemli özelliği de müzik seçimidir. Tarantino genellikle orijinal müzik yerine var olan şarkıları kullanır. Bu şarkılar genellikle 1960’lar ve 1970’lerin rock, soul, funk veya country müziğinden seçilir. Tarantino bu şarkıları filmin atmosferini yaratmak, karakterleri tanıtmak, sahnelere duygu katmak veya ironi yaratmak için kullanır. Tarantino’nun filmlerinde kullandığı bazı ünlü şarkılar şunlardır:
Tarantino’nun filmlerinin bir başka özelliği de zaman çizgisinin bozulmasıdır. Tarantino genellikle filmlerini kronolojik sıraya göre değil, tematik veya dramatik olarak uygun olduğunu düşündüğü şekilde anlatır. Bu şekilde izleyiciye sürprizler, geri dönüşler, gizemler ve paralel olaylar sunar. Tarantino bu tekniği filmlerinin yapısını zenginleştirmek, izleyicinin ilgisini canlı tutmak ve sinema dilini yeniden yorumlamak için kullanır.
Tarantino’nun zaman çizgisini bozduğu filmleri şunlardır:
Tarantino’nun filmlerinin son olarak değinilmesi gereken bir özelliği de sinema tarihinin yeniden yazılmasıdır. Quentin Tarantino bazı filmlerinde gerçek tarihi olayları kendi yorumuyla değiştirerek anlatır.
Bu şekilde izleyiciye beklenmedik, şok edici ve eğlenceli bir deneyim sunar. Tarantino’nun sinema tarihinin yeniden yazdığı filmleri şunlardır:
Tarantino’nun sineması pek çok yönetmen, senarist ve eleştirmen tarafından etkilenmiştir. Tarantino’nun kendisi de sinema tarihindeki pek çok yönetmen ve filmle ilham aldığını belirtmiştir. Tarantino’nun etkilendiği bazı yönetmenler şunlardır:
Tarantino’nun etkilendiği bazı filmler ise şunlardır:
Tarantino’nun sineması hem övgü hem de eleştiri almıştır. Tarantino’nun filmlerinin en çok eleştirilen yönleri şunlardır:
Quentin Tarantino, Amerikan sinemasının en özgün, etkili ve tartışmalı yönetmenlerinden biridir. Filmleri hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden büyük beğeni toplamış, pek çok ödül kazanmış ve kült bir hayran kitlesi oluşturmuştur. Filmleri şiddet, diyalog, pop kültürü referansları, müzik seçimi, zaman çizgisinin bozulması ve sinema tarihinin yeniden yazılması gibi unsurlarla tanınır. Filmleri ayrıca birbirleriyle bağlantılıdır ve iki kategoriye ayrılır: Gerçek Dünya ve Sinema Dünyası.
Filmleri pek çok yönetmen, senarist ve eleştirmen tarafından etkilenmiştir. Tarantino’nun kendisi de sinema tarihindeki pek çok yönetmen ve filmle ilham aldığını belirtmiştir. Bu makalede, Tarantino’nun hayatı, kariyeri, eserleri, etkileri ve eleştirileri hakkında adım adım kapsamlı bir bilgi verilmiştir. Tarantino’nun sineması, modern Hollywood sinemasının en önemli parçalarından biri olarak kabul edilebilir. Tarantino’nun gelecekteki projeleri merakla beklenmektedir.
Platon, Antik Yunan felsefesinin en önemli temsilcilerinden biridir. MÖ 427-347 yılları arasında yaşamıştır. Atina’da soylu bir ailede doğmuştur. Babası Ariston, annesi Perictione’dir. Üvey babası Pyrilampes, annesinin ikinci kocasıdır. Platon’un iki erkek kardeşi (Adeimantus ve Glaucon) ve bir kız kardeşi (Potone) vardır.
Platon, gençliğinde şiir ve müzikle ilgilenmiştir. Ayrıca güreş sporunda da başarılı olmuştur. Platon, lakabını güreşteki başarısından dolayı almıştır. Platon, Yunanca “geniş omuzlu” anlamına gelmektedir.
Platon, 20 yaş civarında Sokrates ile tanışmış ve onun öğrencisi olmuştur. Sokrates, Platon’u felsefe yapmaya yönlendirmiştir. Sokrates’in yöntemi olan diyalektik (sorgulayıcı) diyaloglar, Platon’un felsefesinin ve eserlerinin temelini oluşturmuştur.
Platon, Sokrates’in MÖ 399 yılında idam edilmesinden sonra Atina’dan ayrılmış ve Anadolu, Mısır ve İtalya’ya seyahat etmiştir. Bu seyahatlerde ön-sokratik filozoflarla, Pythagorasçılarla ve Mısır rahipleriyle tanışmış ve onlardan etkilenmiştir.
Platon, MÖ 387 yılında Atina’ya dönmüş ve Akademi adlı felsefe okulunu kurmuştur. Bu okul, Batı dünyasının ilk üniversitesi olarak kabul edilmektedir. Platon, Akademi’de matematik, fizik, astronomi, politika, etik ve metafizik gibi konularda dersler vermiştir. Akademi’nin en ünlü öğrencisi Aristoteles’tir.
Platon, hayatının son yıllarında Sicilya’ya üç kez seyahat etmiştir. Bu seyahatlerin amacı, Sicilya’nın tiranları olan Dionysios I (Siraküzalı I. Dionysius) ve Dionysios II’yi felsefeye ve ideal devlet kurmaya ikna etmektir. Ancak bu girişimler başarısız olmuş ve Platon bir ara esir düşmüştür.
Platon, MÖ 347 yılında 80 yaşında Atina’da ölmüştür. Ölüm nedeni bilinmemektedir. Mezarı Akademi’nin yakınındadır. Platon’un mirası, Batı felsefesinin temelini oluşturmuştur. Platon’un felsefesi, neoplatonizm, Hristiyanlık ve İslam felsefesi gibi akımları etkilemiştir.
Platon’un felsefesi, idealar (formlar) adını verdiği soyut, değişmez, kusursuz ve evrensel varlıkların var olduğunu savunur. Platon’a göre, idealar, gerçekliğin temelini oluşturur. İdealar, duyularla algılanamaz, ancak akıl yoluyla kavranabilir. İdealar, her şeyin özüdür ve her şey onlara katılır.
Platon’un felsefesinin en önemli ideaları iyi, güzel, adalet, bilgi, aşk, devlet, ruh, sanat ve eğitimdir. Platon’a göre, iyi, ideaların en yücesi ve en kapsamlısıdır. İyi, her şeyin amacı ve nedenidir. Güzel, iyiye yaklaşan her şeydir. Adalet, her şeyin yerli yerinde olmasıdır. Bilgi, ideaları doğru olarak kavramaktır. Aşk, ideaları arzulamaktır. Devlet, ideallere uygun olarak yönetilen toplumdur. Ruh, insanın ölümsüz ve akıllı kısmıdır. Sanat, ideaları taklit eden üretimdir. Eğitim, ruhu ideallere yükselten süreçtir.
Platon’un felsefesinin kaynakları arasında Sokrates, ön-sokratikler, Pythagoras (Pisagor), Heraclitus(Heraklitos) ve Parmenides sayılabilir. Platon, Sokrates’in öğrencisi olarak onun ahlak felsefesini devam ettirmiş ve onun yöntemi olan diyalektiği kullanmıştır. Ön-sokratiklerden doğa felsefesi ve kozmoloji konularında etkilenmiştir. Pythagoras’tan matematik ve müzik teorisi konularında etkilenmiştir. Heraclitus’tan değişim ve akış kavramlarını almıştır. Parmenides’ten varlık ve birlik kavramlarını almıştır.
Platon’un felsefesinin etkilediği akımlar arasında neoplatonizm, Hristiyanlık ve İslam felsefesi sayılabilir. Neoplatonizm, Platon’un felsefesini geliştiren ve mistik bir boyut katan bir akımdır. Plotinus, neoplatonizmin kurucusu olarak kabul edilir. Hristiyanlık, Platon’un felsefesini Tanrı’nın varlığı ve insanın kurtuluşu konularında yorumlamıştır. Augustinus ve Aquinas gibi Hristiyan düşünürler Platon’dan etkilenmiştir. İslam felsefesi, Platon’un felsefesini Allah’ın varlığı ve insanın akıl yetisi konularında yorumlamıştır. Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam düşünürleri Platon’dan etkilenmiştir.
Platon’un eserleri, diyalog adını verdiği türde yazılmıştır. Diyaloglar, felsefi konuları tartışan karakterler arasındaki konuşmalardır. Diyalogların başlıca karakteri Sokrates’tir. Platon, Sokrates’in fikirlerini ve yöntemini diyaloglar aracılığıyla aktarmıştır.
Platon’un eserlerinin kronolojisi ve sınıflandırılması konusunda farklı görüşler vardır. Genel olarak, Platon’un eserleri erken, orta ve geç dönem olarak üç gruba ayrılır. Erken dönem eserleri, Sokrates’in ahlak felsefesini yansıtır. Orta dönem eserleri, Platon’un ideal kuramını ortaya koyar. Geç dönem eserleri, Platon’un ideal kuramını eleştirir ve geliştirir.
Platon’un eserlerinin içerikleri, felsefi konuların çeşitliliğini gösterir. Platon’un eserleri, etik, politika, metafizik, epistemoloji, psikoloji, estetik, mantık, dilbilim, doğa felsefesi ve matematik gibi konuları kapsar.
Platon’un en önemli eserleri şunlardır:
Platon’un aşk anlayışı, Symposium adlı eserinde en iyi şekilde ifade edilir. Bu eserde, Platon aşkı (eros) hem fiziksel hem de ruhsal bir güç olarak ele alır. Aşk, insanı idealar dünyasına yükselten bir arzu olarak tanımlanır.
Symposium, bir ziyafette aşk hakkında konuşan Sokrates ve arkadaşlarının diyaloglarından oluşur. Her konuşmacı aşkın farklı bir yönünü vurgular. Phaidros, aşkın cesaret ve fedakarlık veren bir tutku olduğunu söyler. Pausanias, aşkın iki türü olduğunu, bedensel aşkın düşük, ruhsal aşkın yüksek olduğunu belirtir. Eryximachus, aşkın evrende her alanda var olan bir uyum gücü olduğunu ileri sürer. Aristophanes, aşkın insanın kayıp yarısını araması olduğunu anlatır. Agathon, aşkın en genç, en güzel ve en iyi tanrı olduğunu iddia eder.
Sokrates ise, aşk hakkında farklı bir görüş sunar. Sokrates, aşkın kendisinin ne güzel ne de iyi olduğunu, ancak güzel ve iyi olanı aradığını savunur. Aşk, eksiklik duyan ve tamamlanmaya çalışan bir varlıktır. Aşkın amacı, güzelliği aramak ve doğurmak (yaratmak) tır.
Sokrates, aşkın nasıl gerçekleştirileceğini de açıklar. Sokrates’e göre, insan önce bedensel güzelliğe aşık olur. Sonra birden çok bedende güzelliği fark eder. Daha sonra bedensel güzellikten ruhsal güzelliğe yönelir. Sonra da bilimlerde ve sanatlarda güzelliği bulur. En sonunda ise idealar dünyasındaki en yüce güzelliği (güzellik ideali) görür. Bu şekilde insan, aşk sayesinde felsefe yapar ve bilge olur.
Platon’a göre, aşkın en yüksek biçimi felsefe yapmaktır. Felsefe yapmak, ideaları aramak ve onlara yaklaşmaktır. İdealar, gerçekliğin ve güzelliğin kaynağıdır. İdeaları kavrayan insan, hem bilge hem de mutlu olur.
Platon’un sanat eleştirisi, özellikle Devlet ve Phaidros adlı eserlerinde görülür. Bu eserlerde, Platon sanatı (poiesis) taklit (mimesis) olarak tanımlar ve sanatçıları (poietes) idealar dünyasından uzaklaştıran ve duyulara hitap eden aldatıcı üreticiler olarak görür.
Platon’a göre, sanatın insan ruhuna zararlı etkileri vardır. Sanat, insanları duygusal, irrasyonel ve tutkulu davranmaya sevk eder. Sanat, gerçeği gizler ve yanlış örnekler sunar. Sanat, insanın bilgi edinmesini engeller ve onu cahil bırakır.
Platon’un ideal devletinde sanatın nasıl düzenleneceği de açıklanır. Platon’a göre, ideal devlette sanatın birçok türü yasaklanmalı veya sınırlanmalıdır. Örneğin, trajedi, komedi, lirik şiir, müzik aletleri, resim ve heykel gibi sanat türleri yasaklanmalıdır. Çünkü bu sanat türleri insan ruhunu bozar ve ahlaksızlık yayar. Sadece devlete yararlı olan ve erdemli davranışları öven sanat türleri izin verilmelidir. Örneğin, himne, marş, övgü şiiri gibi sanat türleri teşvik edilmelidir. Sanat, sadece eğitim ve eğlence amaçlı kullanılmalıdır.
Platon’un sanat eleştirisi, Batı felsefesinde önemli bir yer tutar. Platon’un sanat eleştirisi, hem destekçileri hem de karşıtları olan bir görüştür. Platon’un sanat eleştirisi, sanatın doğası, işlevi, değeri ve etkisi üzerine düşünmeye sebep olmuştur.
Platon, Antik Yunan felsefesinin en büyük ve en etkili filozoflarından biridir. Platon, hayatı, felsefesi ve eserleri ile Batı düşüncesini derinden etkilemiştir. Platon, idealar kuramı ile gerçekliğin temelini ortaya koymuş, ahlak, politika, bilgi, aşk, ruh, sanat ve eğitim gibi konularda orijinal ve sistemli bir felsefe geliştirmiştir. Platon, diyaloglar adlı eserleri ile felsefi konuları canlı ve ilgi çekici bir şekilde sunmuş, Sokrates’in fikirlerini ve yöntemini aktarmıştır. Platon, Akademi adlı felsefe okulunu kurarak felsefenin kurumsallaşmasına katkıda bulunmuş, Aristoteles gibi önemli öğrenciler yetiştirmiştir. Platon’un felsefesi, neoplatonizm, Hristiyanlık ve İslam felsefesi gibi akımları etkilemiş, sanat ve edebiyat eserlerine ilham vermiştir.
Mel Gibson, hem oyuncu hem de yönetmen olarak başarılı bir kariyer yapmış Avustralya asıllı Amerikalı bir sanatçıdır. Özellikle Mad Max ve Cehennem Silahı serilerindeki aksiyon kahramanı rolleriyle tanınır. Ayrıca Cesur Yürek filmiyle hem En İyi Yönetmen hem de En İyi Film Oscar’larını kazanmıştır. Bu makalede, Mel Gibson’ın hayatını, kariyerini ve filmlerini anlatacağız.
Mel Gibson, 3 Ocak 1956’da New York’ta doğdu. Babası Hutton Gibson, bir yazar ve demiryolu frençisiydi. Annesi Anne Patricia Reilly ise İrlanda asıllıydı. Mel Gibson’ın büyükannesi Eva Mylott ise Avustralya doğumlu bir opera sanatçısıydı. Mel Gibson, 11 kardeşin altıncısı ve ikinci erkek çocuğuydu.
Mel Gibson 12 yaşındayken ailesiyle birlikte Avustralya’ya taşındı. Burada New South Wales Üniversitesi’nde eğitim gördü ve Ulusal Dramatik Sanatlar Enstitüsü’nde oyunculuk eğitimi aldı. Burada Judy Davis ve Geoffrey Rush gibi ünlü oyuncularla birlikte Romeo ve Juliet oyununda rol aldı. Ayrıca, 1980 yılında Robyn Moore Gibson ile evlendi, daha sonra 2011 yılında boşandı. Mel Gibson’ın yedi çocuğu var bunlar; Milo Gibson, Hannah Gibson, Christian Gibson, Edward Gibson, Louis Gibson, Thomas Gibson, William Gibson.
Mel Gibson, kariyerine 1976’da Summer City filminde küçük bir rolle başladı. 1979’da ise iki önemli filmde başrol oynadı: Mad Max ve Tim. Mad Max, düşük bütçeli bir film olmasına rağmen dünya çapında büyük bir başarı elde etti ve Mel Gibson’ı uluslararası bir yıldız yaptı. Tim ise Mel Gibson’a Avustralya Film Enstitüsü tarafından En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandırdı.
1981’de Peter Weir’in yönettiği I. Dünya Savaşı dramı Gallipoli’de rol alan Mel Gibson, ikinci kez Avustralya Film Enstitüsü ödülünü aldı ve ciddi bir oyuncu olarak ününü pekiştirdi. Aynı yıl The Road Warrior adlı Mad Max’in devam filminde de rol aldı.
1984’te Mel Gibson, Amerika’da ilk kez The Bounty filminde Anthony Hopkins ile birlikte rol aldı. Bu filmde İngiliz denizci Fletcher Christian’ı canlandırdı. 1987’de ise Martin Riggs karakteriyle Cehennem Silahı serisinin ilk filmi olan Lethal Weapon’da oynadı. Bu film, polisiye-aksiyon-komedi türünün en popüler örneklerinden biri oldu ve üç devam filmine daha yol açtı.
1990’da Mel Gibson, Hamlet filminde başrol oynadı ve Shakespeare’in ünlü trajedisini beyaz perdeye taşıdı. Bu filmdeki performansıyla eleştirmenlerden övgü aldı. Ayrıca Sonsuza Dek Genç ve Yüzü Olmayan Adam gibi daha duygusal filmlerde de rol aldı.
1995’te Mel Gibson, hem yönettiği hem de başrolünde oynadığı Cesur Yürek filmiyle zirveye ulaştı. Bu film, İskoç bağımsızlık savaşçısı William Wallace’ın hayatını anlatan tarihi bir epikti. Film, hem gişede hem de ödül törenlerinde büyük başarı elde etti. Mel Gibson, hem Altın Küre’de hem de Oscar’da En İyi Yönetmen ödülünü kazandı. Ayrıca film, En İyi Film Oscar’ını da aldı.
Mel Gibson, 2000’li yıllarda da hem oyuncu hem de yönetmen olarak çalışmaya devam etti. Vatansever, Para için, İşaretler, Tutku ve Apocalypto gibi filmlerde rol aldı veya yönetti. Ancak bu dönemde Mel Gibson’ın özel hayatı ve bazı tartışmalı açıklamaları nedeniyle kamuoyunda imajı zedelendi. Bu da kariyerine olumsuz yansıdı.
2010’larda Mel Gibson, kariyerini yeniden canlandırmaya çalıştı. Karanlığın Sınırında ve Jodie Foster’ın yönettiği The Beaver gibi filmlerde rol aldı. 2016’da ise 10 yıl aradan sonra yönetmenliğe geri döndü ve II. Dünya Savaşı dramı Hacksaw Ridge’i çekti. Bu film, iki Oscar kazandı ve Mel Gibson’a ikinci kez En İyi Yönetmen Oscar’ına adaylık getirdi.
Mel Gibson, kariyeri boyunca birçok filmde rol aldı veya yönetti. İşte bunlardan bazıları:
Gibson, 2000’li yıllarda hem kişisel hem de profesyonel hayatında birçok tartışma yaşadı. 2004 yılında yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği The Passion of the Christ adlı film, hem gişede hem de eleştirel anlamda büyük bir etki yarattı. Film, Hz. İsa’nın son 12 saati ve çarmıha gerilişini konu alıyordu. Film, Hristiyanlar tarafından büyük ilgi gördü ancak Yahudiler tarafından antisemitik olarak eleştirildi.
2006 yılında yönettiği Apocalypto adlı film de benzer şekilde hem finansal hem de eleştirel anlamda başarılı oldu ancak tarihsel doğruluğu ve şiddet içeriği nedeniyle tartışmalara yol açtı. Film, 16. yüzyılın başlarında Meksika’da yaşayan Maya uygarlığını konu alıyordu.
Gibson’ın kişisel hayatında da birçok skandal yaşandı. 2006 yılında alkollü araç kullanırken yakalandığında Yahudi karşıtı sözler sarf ettiği ortaya çıktı. Bu olay, Gibson’ın kariyerine büyük zarar verdi ve Hollywood’dan uzaklaştırılmasına neden oldu.
2009 yılında eşi Robyn Moore ile boşandığını açıkladıktan sonra Rus piyanist Oksana Grigorieva ile ilişki yaşamaya başladı. Ancak bu ilişki de kısa sürede bitti ve Grigorieva, Gibson’ın kendisine şiddet uyguladığını iddia etti. Ayrıca Grigorieva, Gibson’ın kendisine hakaret ve tehdit içeren telefon mesajlarını basına sızdırdı. Bu mesajlarda Gibson’ın ırkçı ve cinsiyetçi sözler kullandığı duyuldu.
2014 yılında ise Rosalind Ross adlı bir senarist ile ilişki yaşamaya başladı ve 2017 yılında bu ilişkiden bir oğlu oldu. Gibson’ın toplamda dokuz çocuğu vardır.
Mel Gibson, hem oyuncu hem de yönetmen olarak başarılı bir kariyer yapmış Avustralya asıllı Amerikalı bir sanatçıdır. Özellikle Mad Max ve Cehennem Silahı serilerindeki aksiyon kahramanı rolleriyle tanınır. Ayrıca Cesur Yürek filmiyle hem En İyi Yönetmen hem de En İyi Film Oscar’larını kazanmıştır. Bu makalede, Mel Gibson’ın hayatını, kariyerini ve filmlerini anlattık.
Birinci Dünya Savaşı, 1914-1918 yılları arasında süren uzun bir savaştı. Bu savaş, 70 milyon askeri personelin farklı bölgeler içinde harekete geçmesine ve yine dünyanın farklı bölgelerindeki savaş alanlarında 8,5 milyon öIüme neden olmuştur. Bununla beraber, bu savaşın direkt sonucu olarak 13 milyon sivil de ölmüştür.
Savaşın sonunu, dünya nüfusunu kırıp geçiren, Avrupa’da 2,64 milyon, Amerika’da yaklaşık 675.000 öIüme yol açan İspanyol gribi takip etti.
Somme saIdırısı olarak da bilinen Somme Muharebesi, Birinci Dünya Savaşı’nın en öIümcüI muharebelerinden biri olarak değerlendirilir.
Esasen Somme, Fransa’da bulunan 245 km. uzunluğunda bir nehirdir. Muharebe alanı, Somme Nehri civarında olduğu için muharebe de aynı ismi almıştır. Muharebe, Temmuz 1916 ile Kasım 1916 tarihleri arasında gerçekleşti. Sonrasında ise, I.Dünya Savaşı sırasındaki en öIümcüI savaşlardan biri olarak değerlendirilmiş olacaktır.
Kuzey Fransa’da gerçekleşen Chantilly Konferansları, 1915 ile 1916 yılları arasında farklı aralıklarla 3 kez yapılmıştır. İlk Chantilly Konferansı, 1915 Temmuzunda, ikincisi 8-12 Aralık 1915’te ve üçüncüsü de 15-16 Kasım 1916 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir.
Tüm bu konferanslar boyunca, I.Dünya Savaşı’ndaki dūşmanIara karşı müttefik devletler tarafından önemli kararlar alınmıştır. Aslında Chantilly müttefik devletlerin, savaşın gidişatı ve geleceği üzerinde planlama yaptığı toplanma yeriydi.
İkinci Chantilly Konferansı sırasında, İngiliz ve Fransızlar, Somme’nin daha kısa tutulmasını kararlaştırdılar. Somme Muharebesi, I.Dünya Savaşı batı cephesindeki Almanya ve diğer dūşman devletlere karşı müttefik kuvvetlerin büyük bir planının parçasıydı.
Somme Muharebesi’nin başlangıç planlarına göre, Fransız Ordusu, kuvvetlerin çok büyük bir kısmını oluşturuyordu ama daha sonra 21 Şubat 1916’da Alman Kraliyet Ordusu, Verdun Muharebesi’ne başladı, Fransızlar, ordularının konsantrasyonunu Verdun cephesine yönlendirmeye zorlanmış oldu. Nihayetinde İngilizler muharebede önderliği almak zorunda kaldı.
SaIdırıdan önce müttefik kuvvetler ağır bombardıman stratejisi uyguladılar. Bombardıman 1 hafta sürdü ve yaklaşık 1,75 milyon top mermisi kullanıldı. Bu bombardımanın esas amacı, Almanların savunma hattının etrafındaki dikenli tel ağını yok etmekti.
Müttefik kuvvetler komutası, Alman savunma hattı etrafındaki dikenli tel ağının bu bombardımanla hasara uğratılacağı fikrinden emin olsalar da bombardıman istenilen sonuçları vermedi.
1 Temmuz 1916’da, Somme Muharebesi başladı ve müttefikler Alman savunma hatlarının içlerine ilerlemeye başladı. İlk gün Somme’yi savunan 2.Alman Ordusu, bozguna uğradı fakat diğer yandan Alman makineli siIahIarın İngiliz birliklere ağır hasar verdirmesi, Somme Muharebesi’ni, İngiliz askeri tarihinin en öIümcüI savaşlarından biri olarak kayda geçirdi. Somme Muharebesi’nin ilk günü çok şiddetliydi, zayiat sayıları şu şekildeydi:
Toplam zayiat: 57.470
Toplam öIüm: 19.240
Somme Muharebesi, komuta ve savaşı stratejilerinin değişiminin gözlemlendiği uzun bir mücadeleydi. Savaş, her iki taraftan gelen taktik hareketlerle uzadı. Somme Muharebesi’nin bir diğer önemi ise, savaş meydanında Mark I tanklarının ilk defa kullanılması oldu.
Mark I, dünyada bir savaş meydanına giren ilk tank idi. Oyunun kurallarını değiştirebilecek yüksek potansiyele sahip yenilikçi bir siIahtı. Somme Muharebesi, tankın geliştirilmesinin erken dönemlerine denk gelmişti. Tankların kullanılmasının, dūşmanın savunma hattını kırmada önemli rol oynayacağını kanıtlayamayacaktı.
İlk gün kayıplarının dışında, Somme Muharebesi’nde 141 gün boyunca çok yüksek zayiata şahit olundu. Somme saIdırısında, İngiliz ve Fransızlar’ın toplam zayiatı 618.257 oldu. Dünya savaş tarihinde, Somme Muharebesi modern siIahIarın savaşlarda yer almaya başladığı yeni bir dönemin başlangıcı olarak kayıtlara geçti.
Somme Muharebesi 141 gün sürdü ve bu günler boyunca müttefikler birçok önemli karasal noktanın kontrolünü kazandı. Almanlar geri çekilmeye zorlandı ve sonunda Somme Muharebesi’ndeki kayıplar, 1918’de Almanların mağlubiyetine yol açtı.
Somme Muharebesi’nin ilk gün zayiatı savaş tarihinde silinmez izler bıraktı.
Dahası, tankların savaş sahnesinde yer almaya başlaması savaş tarihinde yeni bir başlangıçtı.
Batı cephesi, birçok ay boyunca süren uzun süreçli savaşın göstergesiydi. 1 Temmuz ile 18 Kasım 1916 arası dönem, sadece müttefik askerlerin değil aynı zamanda müttefik komutasının test edildiği bir zamandı. Müttefik komutası sadece üye ülkelerin değil, askeri tarihçilerin de eleştirileriyle yüz yüze kaldı.
Somme Muharebesi aynı zamanda, Almanlara öIdürücü bir darbe vurdu ve I.Dünya Savaşı’nı, Somme cephesindeki gibi müttefik kuvvetlerin uğrattığı yüksek hasarlar yüzünden kaybetti.
Çeviren: Olcay DÖNERAY