40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
4.320,96%0,56
7.017,00%0,27
27.981,00%0,27
02:00
25 Kasım 2025 Salı
Hansel ve Gratel Güncesi
Bizi attılar ormana; Hansel ve Gratel kardeşler gibi.
Yabancı bir kaderin
soğuk avuçlarına düştük.
Fırın kapısı gıcırdadı, sonra kapandı ardımızdan—
sanki bir lokma fazla yaşamayalım,
var olmanın yükünü geri iade edelim diye.
Hansel ile Gretel kırıntı bırakmıştı,
bizimkilerse korkuydu:
mideye inmeden buharlaştı.
Dünya, unutulmuş bir Wi-Fi şifresi gibi
önümüzde titredi.
Oysa biz, bu terk edilişe sürülmüş
absürt bir vetoyduk.
İnatla yürüdük;
bacaklarımız, kayıp yuvayı arayan
kanla çalışan bir GPS gibi.
Dönmek bir istek değil,
kronik bir zorunluluktu.
Karanlık Orman üzerimize çökerken,
vergi dairesi memurlarının soğuk yüzleri gibi
tutamaçsız, kaçınılmazdı.
Sonra o ışık belirdi uzaktan—
kurabiye evlerinden sızan sahte bir parıltı;
Ultra HD bir umut.
Melek sandıklarımız stok görsel çıktı,
canavarlarsa geç saatte düşen bir “görüldü” bildirimi.
Hepsi bizi tüketmek için pusuda,
zorunlu bir sistem güncellemesi gibi.
Çünkü fazlaydık;
onlara benzemeyen, uyumsuz, dışarıda kalan.
Ama döneceğiz.
Bu bir hüzün değil—
kronik bir kararlılık.
Yuvayı yeniden kurmak için değil,
yuvanın kalpte bıraktığı ağrıyı söküp atmak için.
Telefon kulübesinin soğuk camında durmuş bekliyoruz;
son jetonu atmaya bir saniye kala,
dünya nefesini tutuyor.
Bu his bir arıza mı?
Bir virüs mü?
Yoksa insan doğuyorsa bu derinlikle,
bu katmanlı iç yapıyla,
acıya pas rengi değdiğinde bile titreyerek…
Bunun adı depresyon değil.
Bu senin karakter mührün—
sonradan edinilmiş bir yara değil,
fabrika ayarın.
Belki de acıyı sevme biçimimizdir bu.
Hayatı keskinleştiren,
dünyayı daha derin sevmeyi öğreten
tuhaf bir sadakat.
Şimdi bir sıra daha yürüyoruz.
Hansel’le Gretel’in inatçı, yorgun ruhuyla soruyorum:
Ev nerede usta?
Ev, ormanın dibinde—
kendi yalnızlığımızı kucakladığımız,
absürt ve gürültülü bir sessizliğin tam ortasında.
Ev, şu anda, bu satırları okurken
aldığın nefeste.
Kayıtsızlığın Gölgesinde Duran Vicdan: Kötülüğe Karşı En Büyük Silahımız
Derin acı ve adaletsizlik hissiyle başa çıkma rehberi. Kötülüğün varlığını bilerek, vicdanımızı koruyarak ve Fred Rogers’ın umut felsefesiyle nasıl direnebiliriz? Empatik insanlar için hayatta kalma notu.
Korkunun ve Adaletsizliğin Gölgesinde Hayatta Kalmak
Hepimiz biliyoruz. Bazen dünya, sanki sadece acı, sorumsuzluk ve adaletsizlikten ibaretmiş gibi görünüyor. O trajik olaylar, o bitmeyen haksızlıklar… Bizi çevreleyen bu kaosta, hepimiz derin bir korku ve çaresizlik yaşıyoruz. Kendimizi, o devasa kötülük karşısında görünmez ve yalnız hissediyoruz.
Aklımızdan sıkça şu soru geçiyor: “Gözümü kapasam, bu kötülük duracak mı?” Hayır. Kötülük, biz bakmasak da orada devam ediyor. Peki, vicdan sahibi, empati yeteneği yüksek insanlar olarak ne yapmalıyız? Terapistler “Kendini koru, haberleri izleme” derken, içimizdeki ses “Mücadele et, görmezden gelme!” diye bağırıyor. İşte bu gerilim, aslında bizim insanlığımızın en güçlü kanıtıdır.
## Kötülüğe Karşı Direniş : Korku Enerjisini Eyleme Çevirmek
Dünyayı Cehennem yapan şey, sadece kötülük değil, aynı zamanda iyilerin eylemsizliğidir. Sürekli haber tüketmek bizi felç eder ve pasif bir seyirciye dönüştürür. Oysa bizim görevimiz, pasif seyirci olmaktan aktif direnişçiye geçmektir.
Unutmayın: Korku ve öfke, yanıcı bir enerji kaynağıdır. Onu kaygıya dönüştürmek yerine, odaklanmış bir eyleme dönüştürün.
Çocuk programlarının efsanevi sunucusu Fred Rogers’ın dediği gibi: “Korkutucu şeyleri gördüğünüzde, her zaman yardım edenlere bakın. Her zaman yardım eden insanlar bulursunuz.” Bizim görevimiz, o yardım edenlerden biri olmaktır. İyiliğe odaklanmak, çaresizliğe karşı en büyük silahtır.
## Hayatta Kalma Rehberi :Üç Cephede Duruş Sergilemek
Bu cehennemin içinde ayakta kalmak için üç temel prensibe tutunmalıyız:
## Anlam Arayışı ve Güç Kaynakları : Sanatçıların ve Düşünürlerin Mirası
Tarih boyunca, insanları en kötü zamanlarda güçlü tutan şey, anlam arayışı olmuştur.
Bizim de gücümüz, bu korku ve karanlığın içinde vicdanımızı, empati yeteneğimizi ve eylem ruhumuzu korumaktan geliyor.
Korkunun Karanlığını Yenecek Işık
Hayatta kalmaya çalışan, vicdanlı ve empatik dostum. Unutmayın, kötülüğün devam ettiğini bilmek sizi yormuş olabilir, ama sizin varlığınız ve direnişiniz, dünyadaki iyiliğin de devam ettiğinin en güçlü kanıtıdır. Korkunun karanlığını yenecek olan ışık, sizin attığınız her küçük, vicdanlı adımdır. Hayatta kalmaya çalışmak, en büyük isyandır.
Metamorfoz ve Simidin Kokusu
Bir sabah, ansızın aklına gelir.
O kafe masası, o buğulu cam.
Gazetede bir ilan, elde bir simit,
Gözlerde yarınsız bir korku o gençlik…
Hep öyle devam edecek,
Hayat orada sıkışmış,ilerlemiyor gibiydi.
Şimdi ona bakınca,
O an sanki hiç yaşanmamış da bir hayal gibi.
Böylesine yabancı, böylesine eski.
Sadece yüzümüzün çizgileri değil değişen,
İnandıklarımız, “asla” dediğimiz o kalın duvarlar.
Annemden ayrılmam, diye yemin eden,
Şimdi uzak bir kıtada,en çok o arayıp sormuyor annesini.
Seni seviyorum, diyen,
Mahkeme koridorlarında bitmek bilmeyen boşanma işlemlerinin esiri.
O kurban adanan devlet işi,
Şimdi her gün “istifa” diye fısıldayan bir kafes.
Korktuğumuz şeye dönüştük,
Ulaşılmaz sandığımız zirveye çıktık,
Ve anladık ki zirve, sadece yeni bir başlangıç.
Ne eski dostlar kaldı, ne eski sevgili.
Ne de o hayır demeyi bilmeyen silik gölge.
O insanlar, bizim değişen benliğimizin yan karakterleriydi.
Biz kabuk attıkça, onlar sahneden çekildi.
Ve bu kopuş…
Bu, bir ihanet ya da bir kayıp değil.
Bu, kendi katı kurallarımızdan,
Kendi eski yeminlerimizden özgürleşmek.
Tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi,
Her anımız, yeni bir benliği doğuruyor.
O eski, korkak, ezilmiş olana yabancılaşmak,
İşte bu, hayatın bize sunduğu
En sıcak, en sahici kurtuluştur.
Kişisel Gelişim Endüstrisi ve Yaşlılığın Onuru: Sonsuz İyileşme Mitosu Gerçeklikle Nerede Çarpışır?Sonsuz Gelişim Mitosu ve Hayatın Kaçınılmaz Durağı
Toplumun devasa bir ses sistemi var ve sürekli olarak kulağımıza aynı emri fısıldıyor: “Kendini sürekli iyileştir!”, “En iyi versiyonun ol!”, “Mutluluğu yakala!”
Bu söylem, yaşamın döngüselliğini, kırılganlığını ve kaçınılmaz sınırlarını görmezden gelen, yaşlanmayı ve ölümü inkar üzerine kurulu devasa bir endüstri yarattı. Bize, travmalarımızı tamamen yok etmenin, geçmişi silmenin ve hatta fiziksel sınırların üstesinden gelmenin mümkün olduğunu fısıldıyorlar.
Peki, üretkenlik ve sonsuz pozitiflik üzerine kurulu bu döngü nereye varıyor?
Ben, hayatın o kaçınılmaz son durağında, bir Yaşlı Bakım Evi’nde çalışıyorum. O kişisel gelişim motivasyonlarının, fiziksel gerçeklik karşısında gücünü yitirdiği noktaya her gün tanıklık ediyorum. Burası, yaşamın tüm güzelliği ve acısıyla bir arada yaşandığı yer.
Gerçekliğin Soğuk Yüzü Yerine: Hayatın Sahici Muhasebesi
Burada, “geçmişi iyileştir” çağrısının yerini, “bugünün ağrısını hafiflet” talebi alıyor. Burada, “sonsuz başarı” hedefi, yerini “bir kaşık çorbayı dökmeden içebilme” başarısına bırakıyor. Gördüğüm şey şu ki; insani onur, motivasyon sözlerinin bittiği yerde başlıyor.
1. Fiziksel Sınırlar ve Bedenin Bilgeliği
Ne kadar “iyi versiyon” olursanız olun, beden yaşlanır ve sınırlarını dayatır. Eğilememek, bükülememek, bir bakıcıya muhtaç kalmak, altına kaçırmak… Bunlar, motivasyonun çözemediği somut gerçeklerdir. Ne bir meditasyon ne de bir başarı hikayesi, bu fiziksel kapının önünde durabilir. Spiritüel vaatler bu gerçeği alt edemez, ancak bu gerçeği kabul etmeyi öğretebilir.
2. Muhtaç Olma Onuru
Kişisel gelişim, bizi mutlak bağımsızlığa tapmaya iterken, yaşlılık bizi başkalarına muhtaç kalma gerçeğiyle yüzleştirir. Oysa asıl insaniyet ve değer, bu muhtaçlık anında gösterilen sevgi, şefkat ve onurda saklıdır. Muhtaç olmak bir zayıflık değil, insan olmanın bir parçasıdır.
3. Nihai Son ve Yaşamın Mucizesi
Tüm o “iyileştirmeler” ve “geliştirmeler” sadece ölüme daha huzurlu gitmeye yardımcı olabilir, ancak ölümü ortadan kaldıramaz. En nihayetinde herkes aynı sona varır.
İşte tam da bu noktada, hayatın kendisinin bir mucize olduğu gerçeği belirginleşiyor. Gelişim endüstrisi, sadece gençlere ve başarıya odaklanarak “sonsuzluk” hissi satmaya çalışırken, doğum, büyüme, yaşlılık ve ölüm döngüsünün eksiksizliğini ıskalıyor.
Kişisel Gelişim Sadece Gençler İçin mi?
Tüm bu söylemler, sanki sadece potansiyel ve üretkenliğin zirvesinde olan gençler ve orta yaşlılar için tasarlanmış. Çünkü onlar, hayatın sert gerçeklerini inkar etme lüksüne sahipler.
Oysa yaşlılık, kendini geliştirmenin değil, sahip olduklarını kabul etmenin ve onlarla barışmanın zamanıdır. Bu; daha hızlı koşmaktan, daha çok kazanmaktan tamamen farklı, derin bir bilgelik gerektirir.
Gerçek gelişim, sadece başarıya ve paraya endeksli olmamalıdır. Gerçek gelişim, bizi acı çekeceğimiz gerçeğiyle, kırılgan olacağımız gerçeğiyle ve öleceğimiz gerçeğiyle barıştırmalıdır.
Sonuç: Sahici Yaşam Çağrısı ve En Büyük Bilgelik
Bu gözlemler ışığında, asıl sorgulamamız gereken şudur:
Sürekli daha fazlası olmaya çalışmak yerine, olduğumuz halimizle ne zaman yetineceğiz? Mükemmel versiyonu kovalarken, elimizden kaçırdığımız kırılgan, kusurlu ama gerçek anlarımız neler?
Hayat, bir maraton değil; kusurlu, kırılgan ama gerçek bir döngüdür. Ve o döngünün son aşamasına saygı göstermeyi, onurlandırmayı ve o aşamada olanlara şefkatle yaklaşmayı öğrenmek, belki de ulaşabileceğimiz en büyük sahici kişisel gelişimdir. Bu, “en iyi versiyon” olmaktan daha büyük bir bilgeliktir.
Aşk Bitti mi? Yoksa Sadece Form mu Değiştirdi?
Aşk, bitti mi? Tıpkı diğer birçok yoğun duygunun, coşkunun ve bağlılığın yavaşça buharlaştığı gibi… Modern hayat, en büyük duygusal yatırımımız olan aşkın da miadını mı doldurdu?
Yıllar önce, sanırım hepimiz o anlarda şöyle düşündük: “Bir an önce bitsin şu his. Beni mahveden bu acı son bulsun.” Otobüste, minibüste gözyaşlarımızı tutamadığımız; hayatımıza devam edemez duruma geldiğimiz o zirve noktasına ulaştığımızda yakardık: “Tanrım, bitsin bu duygu! Hiçbir şey istemiyorum, bir daha aşık olmak istemiyorum.”
Sonra bir gün, hiç anlamamışızdır. İşe gidip gelirken, arkadaşlarla toplanırken, hayatın o akıcı, sıcak rutinine kendimizi kaptırırken, o yakıcı aşk sessizce geçip gitmiştir. Tıpkı bir mevsimin sona ermesi gibi.
Fark ettiğimiz an ise, genellikle tesadüfi olur: Eski bir müzik dinlerken, ya da yıllar önce yazdığımız bir notu bulduğumuzda. Oysa, o zamanlar, hiç bitmeyecek, ömür boyu size yapışmış kalacak bir duygu zannederdik onu.
Şimdi, kırklı yaşlardan sonra gelen bir farkındalıkla soruyorum: O yoğun, yakıcı, bazen delilik boyutundaki aşk hissi sönüyor mu? Acaba bu, herkes için mi böyle? Yoksa sadece yaşın ve deneyimin bize yüklediği bir duygusal olgunlaşma mı?
💔 Gençlik Aşkının Enflasyonu: Duyguların Hızla Tüketildiği Bir Dünya
Diğer duygularda da durum farklı değil. Canımız sıkılınca ne yapıyoruz? Hemen bir yerlere gidiyoruz, dışarı çıkıyoruz, bir film izliyoruz, arkadaşlarla buluşuyoruz. O duyguyu—o can sıkıntısını, o melankoliyi—yeterince derin yaşamamaya çalışıyoruz. Çünkü artık modern yaşamda çok fazla “kaçış” ve “oyalama” imkanı var.
Dizilerde gördüğümüz, bir parkta simit çay içen, her şeye en baştan başlayan, ayrılınca hayatlarına devam edemeyeceklerini sanan o sevgililer… Aşkları bitti mi? Onlar da bitti. Ya hemen yeni birilerine koşuyorlar ya da o acıyı bir oyalama, bir kafa dağıtma telaşıyla kapatmaya çalışıyorlar.
En enteresanı da şu: Bazı psikologlar ve kişisel gelişim uzmanları da bu hızlı tüketimi öneriyor. “Terk mi edildin? Git sen de birini bul, çık dışarı. Abartma! Zeki Müren zamanında yaşamıyorsun.” Bu, modern çağın hızına ayak uydurma zorunluluğu mu? Yoksa duygusal derinliği ve melankoliyi çağ dışı bir romantizm olarak görme eğilimi mi?
Anlıyoruz ki, dünya değişiyor. Evet, ayak uydurmaya çalışıyoruz ama bocalıyoruz. O yakıcı, bütün benliğinizi saran, sınırları zorlayan aşk, sanırım artık sadece eski bir roman olarak kaldı. Sayfaları sararmış, tozlu ama bir zamanlar ne kadar büyük bir tutkuyla yazıldığını fısıldayan bir roman…
✨ Delilik Bitti, Peki Yerine Ne Kondu? Olgunluğun Yeni Aşkı
Belki de bu karamsar tabloyu çizerken haksızlık ediyoruz. Yok olan, gerçekten “Aşk”ın ta kendisi miydi, yoksa sadece gençliğin getirdiği o “Delice Aşk” tanımı mıydı? Hani, uğruna uykusuz kalınan, hayatın merkezine konan, bitince dünyayı durduracak sanılan o kırmızı alarm hali.
Şimdi, bunca yaşanmışlıktan sonra, geriye dönüp baktığımızda fark ediyoruz ki, o delilik hali bitti ama yerini daha farklı bir şeye bıraktı. O kayıp duyguların boşluğunu, daha sessiz, daha kabullenici bir sevgi dolduruyor olabilir.
Bu yeni formun adı belki “Aşk” değil; belki “Yoldaşlık”, belki “Huzur”, ya da yalnızca “Derin Dostluk”. Uğruna ağlamadığımız, kalp çarpıntısıyla uyanmadığımız ama varlığıyla güven veren bir sığınak. O, artık hayatınızı altüst etmiyor; tam tersine, dağılan parçalarınızı toparlıyor.
O eski, tutkulu roman bitti, evet. Ama elimizde, her sayfasına dokunmaktan keyif aldığımız, daha kalın, daha gerçek bir “Hayat Kitabı” var. Ve bu kitabın sayfalarında, o eski deliliğin olgunlaşmış, sessizliğe bürünmüş yeni bir anlamı parlıyor.