Yıldız Kenter’in Hikayesi

Tiyatro ve sinema oyunculuğunun yanı sıra, yarım asra yakın konservatuvar hocalığı yapan, tiyatro dünyasının efsane oyuncusu Yıldız Kenter, 11 Ekim 1928’de İstanbul’da dünyaya gelir.
Babası Ahmet Naci Bey, II. Abdülhamit Dönemi Ayan Meclisi Azası Mehmet Galip Bey’in oğludur, varlıklı bir aileye mensuptur. Ahmet Naci Bey’i eğitim için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderir ailesi. Eğitimini tamamlayıp ülkesine dönmeye hazırlanırken Londra’da katıldığı bir davette Olga Cynthia ile tanışır, birbirlerine kısa sürede aşık olurlar. Olga Cynthia’nın ailesinin gezginci bir tiyatro kumpanyası vardır. Olga’nın babası genç yaşta ölünce, annesi beraber olduğu erkekle Avustralya’ya kaçar, kızını annesine bırakır. Anneannesi de Olga’yı 16 yaşında evlendirir, ama kocası I. Dünya Savaşı’nda askere alınır ve bir daha geri dönmez. Müşfik Kenter bir röportajında annesi Olga Cynthia için şunları söyler: “Evet, ailesi tiyatrocuymuş. Öyle söylüyordu, bilmiyorum ne kadar doğru. “Haydi canım, nerede senin ailende tiyatroculuk” diye kızdırırdık onu.” Yıldız Kenter’in anne ve babası Olga, Ahmet Naci Bey’in evlenme teklifini kabul eder, ancak yalnız değildir, bir de oğlu Jack vardır. İstanbul’a dul, çocuklu bir İngiliz gelinle dönen Ahmet Naci Bey’i ailesi hoş karşılamaz. Olga her şeye göğüs gerer, hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile girer. Müslüman olur ve Nadide ismini alır. Nüfus cüzdanında doğum yerine Londra değil, Bandırma yazılır. Görünüşte köklü ve varlıklı bir aileden gelseler de maddi sıkıntı içinde yaşarlar. Nadide Hanım, İngilizce öğretmeni olarak evlerde ders vererek aile gelirine katkıda bulunur. Aile, Soyadı Kanunu çıktığında kent efendisi anlamına gelen Kenter soyadını alır.
Yıldız Kenter, o dönemi şöyle anlatıyor: “Babamın ailesi annemi istemiyor. Bu gavur karıyı da nereden buldun getirdin? diyor. Hatta Nedim Abim doğunca, babaannem abimi, yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu! diye seviyor.” “Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Ancak yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim, ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de.”

Müşfik Kenter ve Yıldız Kenter

Dede Mehmet Galip Bey ölünce, babaanne Nuriye Hanım İstanbul’daki konağı satar, ancak Ahmet Naci Bey ve Nadide Hanım’a bu satıştan pay vermez. Altı çocuklu aile için zor yıllar başlar. “İngiliz gavur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzevatçı Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Sürekli bir macera yaşanırdı evimizde. En büyük abim Jack (o başka babadan), evin bu haline dayanamadı, 14 yaşında Türkiye’yi terk etti.” “Her şeyin kıymetini çok iyi bildik, çünkü her şeyimiz çok azdı, çok hesaplıydı. Yine de elinden geldiğince, hiçbir şeyden mahrum etmedi annem bizi. Ders verdi, tercüman olarak çalıştı. Hiç durmadı. Ama annemin yanı sıra, bir çocuk olarak en fazla mesuliyeti de ben yükleniyordum. (…) Gün oldu komşu evlere bile gittim temizlik yapmak için. İki elin çıkardığı sesi duymaya o zamandan alıştırdılar beni: ‘Öyle temiz yıkıyorsun ki bulaşıkları, bravo! Senden daha iyi tertipleyen yok bu evi, bravo!’ O iki elin çıkardığı sesi duymak benim zaafım oldu. Bana bakılsın, ben sevileyim, ben beğenileyim. Bu bir zaaftır, ama ben bu zaafı bugün de bir güce dönüştürmeye çalışmaktayım. Her gelen yeni iş bir imtihan oluyor. Ben hem seviyorum hem korkuyorum o imtihandan. Ama o ses yok mu, o ses? Beni peşinden sürükleyen çok cazip bir zaaf o. Çocukken de peşinden giderdim, şimdi de gidiyorum.”
Anne İngiliz’dir, ama Yıldız Kenter’in konservatuvara girmesine öyle kolay izin vermez. Hatta, dayakla bile ikna edilmeye çalışılır. Babası, konservatuara gizlice kaydını yaptırır. Ekim 1944’te mezun olduktan sonra, sekiz yıl mecburi hizmet yapmak kaydıyla, Devlet Konservatuvarı’na parasız yatılı olarak kabul edilir. Yıldız Kenter, o yılları şöyle anlatıyor: “On bir yaşındayken Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla Çocuk Kulübü’yle başladım. Sonra Halkevi Korosu’na ve temsil koluna girdim. Ortaokulu bitirince konservatuvara girmek istedim; beni bırakmadılar. Bir yıl lise okudum, fakat çok mutsuzdum. Tiyatrodaydı aklım fikrim. Sonunda babam yardımcı oldu. Sınava girdim, kazandım. Konservatuvar başladı. Şimdi düşündüğümde mesleğimi çok küçük yaşta zaten seçmiş olduğumu ayırt ediyorum… Bu arada bana çok yardım eden Agâh Hün, Neriman Hün vardı, onları hiç unutmam. İkisi de öldüler, ikisine de büyük vefa borcum var.” “Cebeci gibi tutucu bir semtte o kadar çok laf üretiliyordu ki konservatuvarla ilgili. Aslen İngiliz olan annem, ‘Kızlarla erkekler aynı yatakhanede yatıyorlar, seni asla göndermem’, ağabeyim Nedim, ‘Gidemezsin, orospu mu olacaksın?’ diyerek karşı çıktı konservatuvara girmeme.”
Konservatuvarda öğretmenlerinden Carl Ebert, o yıllarda öğrencisi Yıldız Kenter için şunları yazar: “İstihdadı fevkalade! Devlet Konservatuvarı’nın bugüne kadar yetiştirdiği en kuvvetli elemandır. Gerçek, tabii ve intensif bir şekilde en kuvvetli dramatik havayı yaratmaya muktedirdir. Tek zayıf tarafı sesidir ki, bunun dikkatli ve itinalı fonetik çalışmasıyla kuvvetlendirilmesi gerektir. Bedeni durumu fena değilse de, kambur ve göğsünü kısarak yürümesi, ciğerlerinde hastalık doğurabilir. Olağanüstü bir istihdada sahip olması dolayısıyla, gelişme çağında bulunan bu öğrenciye, gereken her şeyin yapılmasını ve hastalıktan korunmasını tavsiye ederim. Derhal sıhhi muayeneye tabi tutulması, sanatoryuma yollanması, iyi gıdalandırılması, pek önemli olmayan derslerden affedilmesi gerektir. Çalışması fevkalade. Sınıf geçmesi uygundur. (Sınıf atlaması mümkün olmadığı takdirde)” Yıldız Kenter, Nihat Akçan ile olan evliliği ile ilgili olarak şunları söyler: “Konservatuar bitti, evlilik geldi. Şimşek gibi çaktı, parladı, söndü. İkimiz de büyümemiştik daha çünkü. Ama 1952’nin 29 Mart’ında, evliliğin en güzel ödülünü aldım kucağıma. Leyla. Değerdi be, değerdi her şeye. Değerdi. (…) Çok iyi bir insandı, çok zarifti, çok yakışıklıydı, ama hep çocuk kaldı. Biraz da çapkındı. Zaten benim bir öğrencimle evlendi. Her şeye rağmen kutsarım o evliliğimi, çünkü kızımız Leyla dünyaya geldi.” İlk olarak, 1948’de William Shakespeare’in Onikinci Gece adlı oyununda, Olivia rolüyle profesyonel oyunculuğa adım atar. “Onikinci Gece’yle sahneye çıkmıştım. Parlak bir öğrenciyken sahneye çıkınca bir balon gibi şişmiş olduğumu, iğne batar batmaz anladım. Öyle bir söndüm ki süründüm, üç-dört yıl her şeye yeniden başlamak, her şeyi sahne pratiği içinde anlamak, çözümlemek gerekti. Çok acı çektim o ilk yıllar… Sonra hocam Cüneyt Gökçer’in bana güvenmesiyle oynayabildiğim Miras’la bir parça ayaklarımın üstünde durmaya başladım. Ondan sonra düşmemek gayem oldu, ama mümkün değil tabii…” Yıldız Kenter, 1948’de mezun olunca Rockefeller bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Playhouse ve Actors Studio’da eğitim görür. “Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi: Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…” Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım için çok pişmanlık duydum.” Yıldız Kenter, Muhsin Ertuğrul, Müşfik Kenter, Genco Erkal, Şükran Güngör, Kamuran Yüce, Ergun Köknar ve Kenterlerin ışıkçısı İbrahim Turgut, 1960 Yurda döndüğünde mezun olduğu okulu Devlet Tiyatroları’na hoca olarak atanır. Yıldız Kenter, 1959 yılında Muhsin Ertuğrul’un haksız yere görevden alınmasını içine sindiremeyerek, kardeşi Müşfik Kenter’le Devlet Tiyatroları’ndan istifa eder. İstanbul’a geldikleri yıllarda evlerinde kaldıkları Metin And’la aralarında platonik bir ilişki yaşanır. Bir ara evlenmeyi bile düşünürler, ama evliliğin dostluklarını zedeleyeceğini hissederek karşılıklı vazgeçerler bu sevdadan. Yıldız Kenter, İstanbul’da 1961 yılında arkadaşları ile Kent Oyuncuları Topluluğu’nu kurar. Önce İstanbul’daki Karaca Tiyatrosu ile anlaşır ve 1959-1960 sezonunda Muhsin Ertuğrul yönetiminde oyunlar sahnelemeye başlarlar. Sonraları Karaca’nın oluşturduğu bir kadroyla aynı tiyatroda Birleşik Sanatçılar olarak çalışırlar. Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Nevin Akkaya, Lale Oraloğlu, Sadri Alışık, Kamran Yüce, Zihni Bora ve Muhsin Ertuğrul topluluğun üyeleridir. Amerikalı yazar W.Gibson’un Salıncakta İki Kişi adlı eseri, ilk sahnelenen oyundur. Kent Oyuncuları çalışmalarını aynı adla 1962-1963 döneminden başlayarak Site Karaca, Dormen Tiyatroları’nda sürdürür. 1968 yılının sonuna doğru ise Harbiye’de yapılan Kenter Tiyatrosu’na geçerler, aynı yıl Hamlet ile Kenter Tiyatrosu perdelerini açar. “Müşfik’le İstanbul’a geldik; evimiz de yoktu, paramız da. Metin And’ın annesiyle babası tatile gitmişlerdi, bize o evi açtılar. Tek kişilik yatakta ben yatıyordum. Müşfik de yerde yatıyordu. İlk oyunumuz Salıncakta iki Kişi’yi orada çıkardık.” 1965 yılında Pembe Kadın’daki oyunculuğuyla Yıldız Kenter adeta efsaneleşir. Tiyatronun biletleri haftalar öncesinden tükenir. Ama oyun sürecinde bir facianın da eşiğinden dönülür. Sema Özcan, o anı şöyle anlatır: “Oyunun sonunda Pembe Kadın, Kezban’a (yani bana) tüfeği doğrultur ve ateş eder. Provadayız. Yıldız Hoca tüfeği doğrulttu, tetiği çekti ve ben, daha öncekilere benzemeyen korkunç bir ‘Ahh’ sesi ile yere düştüm. Göğsümün üst tarafından kan akıyor ve müthiş bir acı hissediyorum. Vurulmuşum. Derhal ambulans çağrıldı, hastaneye kaldırıldım. Yıldız hocam gerçekten de iki elinde yanık vaziyette birer sigara sedyenin peşinden koşuyor. O sahneyi hiç unutmam. Neyse saçmalar çıkarıldı, yara sarıldı ve işte gördüğünüz gibi hayattayım. Sahne gerisindeki teknik sorumlu arkadaş yanlışlıkla dolu olan tüfeği vermiş. Oyunda sahne arkasında ve önünde aynı anda patlıyor silah. İçerde patlayanda efekt gereği saçma var, Yıldız Hanım’ın silahı ise boş. Daha doğrusu ise boş olması lazımdı.”

Pembe Kadın oyunu Sema Özcan ve Yıldız Kenter, 1965

Yıldız Kenter, sonrasında hayatının aşkı olacak Şükran Güngör’ü 1956’da Dünkü Çocuk oyununu izlerken tanır, çok etkilenir. Aslında birbirleri ile pek de iyi anlaşarak başlamaz arkadaşlıkları, ancak daha sonra birbirlerini tanıyınca aşktan önce dostluk doğar aralarında. Bu dostluk hiç tükenmeyen bir hayat arkadaşlığı ve aşkla da pekişince, ailelerine rağmen evlenme kararı alırlar. Yıldız Kenter’in annesinin Şükran Güngör’ü çulsuz ve biraz da köylü bulmasına, Şükran Güngör’ün annesinin Yıldız Kenter’i dul ve çocuk sahibi olması nedeniyle istememesine rağmen, kimseyi dinlemeyerek nikah masasına otururlar. Hem de herkesten gizli, 1965 yılında oynadıkları Pembe Kadın oyunundan hemen sonra. Balayına gitmezler, kendilerine ait bir evleri bile yoktur. Ertesi gün tekrar sahnededirler. Ailelerinin evlendiklerinden haberi yoktur. Bir süre ailelerinin yanında kalarak, durumu bu şekilde idare ederler. Sonrasında işler yoluna girer. Yıldız Kenter oyundan geç geldiği zamanlar, Şükran Güngör ona küçük notlar bırakır: “Sevgili, çok uykum geldi. Ama ben de seni seviyom bitanem… Ş”  2002 yılında aramızdan ayrılan Şükran Güngör için Yıldız Kenter şöyle diyor: “Şimdi de onunla beraberim. Ben ölünce bitecek Şükran… Benim için tabii… Bir tek şeyim var; hep söylediğim gibi dokunamıyorsun, sarılamıyorsun.” Yıldız Kenter, yeterince Shakespeare oynayamadığından yakınır, ama Çehov oyunları Kent Oyuncuları repertuvarında önemli bir yer tutar. Martı, Üç Kız Kardeş, Vanya DayıYıldız ve Müşfik Kenter’in keyifle ve farklı yıllarda tekrar oynadıkları oyunlardır. “Tiyatro benden ne aldı? Yıllarımı… Helal olsun… Tiyatro bana ne verdi? İnsanlar, insanlar, insanlar… Sevinçler, acılar, umutlar, kavgalar, ama ille de barışlar, barışlar…. Yaşam coşkusu verdi bana. Başka ne isteyebilirim? Alice Harikalar Diyarı’nda yaşıyorum ben. Her şeye hayretle bakıyorum, şaşkınlığım bir türlü geçmiyor. Her anı dolu dolu yaşıyorum, algılıyorum. Bir oyunda sahneye çıktığınızda, inanılmaz başka bir dünyaya gidiyorsunuz, onlar sayesinde yıldızlara yaklaştığınızı görüyorsunuz. Ben en çok doğaya ve sanata inanıyorum.” “Roller arasında hiç ayrım yapmadım. Hepsi bir yerde artık benim aşkım, vazgeçemediğim sevgililerim… ‘Daha daha’ diye hep açgözlülük yaptım. O insanlar cümbüşü, arenası hep belleğimde, gözümün önünde, anılarımda, kafamda, yüreğimde… Yapamadıklarım, her zaman yaptıklarımdan ağır bastı. Hayatım boyunca her zaman ‘Daha mükemmel olabilirdim’ huzursuzluğunu hissettim.” Yıldız Kenter, sadece tiyatro alanında değil, beyazperde de defalarca izleyicilerle buluşur. Üç kez Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alan sanatçı, 1989 yılında Korsika-Bastia Film Festivali’nde Hanım filmindeki rolüyle aynı dalda ödüle layık görülür. 1981 yılında Devlet Sanatçısı ünvanı alan Kenter, 1998 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün sahibi olur. 1984’te Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince Adelaide Ristori Ödülü’ne layık görülür. Devletten hiç destek almadan inşa edilen Kenter Tiyatrosu için verilen uğraşlar, koltuk satışları gibi girişimler, büyük emeklerle kurulan Kenter Tiyatrosu, bir sigorta primi sorunu yüzünden icradan satılmakla karşı karşıya kalır. Sorunu aşmak için Sakıp Sabancı’yla konuşmak isteyen Yıldız Kenter, Sabancı’ya ulaşamaz. Son çare gittiği dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e durumu anlatır ve sigorta şirketi anında icrayı kaldırıp, borcu senetlendirir. Yıllar sonra 1991’de Demirel’le yapılan bir söyleşide hiç aşk mektubu almadığı yönünde bir cümle okuyunca, Yıldız Hanım harekete geçer. “Hoş bir röportajdı. Süleyman Bey’in o rahat, insancıl tavrını yansıtıyordu. Birden içinden ona bir mektup yazmak ve ‘Ben size bir aşk mektubu gönderiyorum’ demek geldi. Yazdım. Tiyatromuzu hacizden nasıl kurtardığını hatırlattım ve bu nedenle ona duyduğum sevgiden, bu sevginin hiçbir zaman sarsılmayacağından söz ettim. Birkaç gün sonra telefonla aradı ve teşekkür etti.” 2009’da sahnede 60. yılını geride bırakırken, Eugene Stickland’ın yazdığı Kraliçe Lear adlı oyunu ile yine seyircinin alkışlarını alır. 2009’dan bu yana tiyatro yapmaz Yıldız Kenter. Yıldız Kenter’i 17 Kasım 2019’da kaybettik. Genco Erkal, profesyonel tiyatroya adımını ilk kez Kent Oyuncuları ve Çöl Faresi ile atmış: “Müşfik ve Yıldız Kenter’le oynayacağım! Muhsin Bey yönetecek ve kadroda Kenter kardeşlerin yanı sıra Sadri Alışık, Lale Oraloğlu, Turgut Boralı, Cahit Irgat, Ziya Keskiner var. Hepsi de star oyuncular. Bunların arasında sahneye çıkmak kime nasip olur? Provalara başladık. Ben daha tıfıl bir oğlanım. Rolüm de küçüktü, ama onların yanında başlamak çok önemliydi. Şimdi böyle bir kadro düşünülemez bile. Yıldız Hanım bana çok destek oldu. Konservatuvarda okumadım, ama Yıldız Kenter’den tam bir konservatuvar eğitimi aldım. Her zaman söylerim, her şeyi ondan öğrendim diyebilirim.” Ali Poyrazoğlu konservatuvarda öğrencisidir Yıldız Kenter’in. “Çok disiplinli bir hocaydı. Mum gibiydik hepimiz. Yıldız Hoca karşısındaki öğrenciyi asla ezmezdi. Aksine, farklı olan bakışı anlamaya çalışırdı – ki bu çok ustaca bir iletişim yöntemidir. Anlaşmak değil, anlaşamamak daha yakınlara taşıyabilir insanları. Öğrenciden öğrenmek bir ustalık mertebesidir. Ben de yıllardır Yıldız Hoca’dan öğrendiğim biçimde çalışıyorum.” Kaynak Tiyatro Benim Hayatım: Yıldız Kenter’in Hayat Hikayesi, 1923-1960 YILLARI ARASINDA TÜRK TİYATROSU’NDA ÖZEL TİYATRO ÇALIŞMALARIMüşfik Kenter: “Oyunculuk bana hâlâ çok tuhaf gelir, komiğime gider”Onunki çocukken başlayan bir zaaftıTÜRK TİYATROSUNDAN PORTRELER YILDIZ KENTERYıldız Kenter’le YıllarYıldız Kenter darbeyi konservatuvardan yediYILDIZ KENTER: “Tiyatro benden yıllarımı aldı, yerine yaşam coşkusu verdi”