Yıkık Hayallerin Gölgesindeki Kadın- Merve Karaman

Boğazında bir yumruyla oturuyordu tekli koltukta. Sehpanın üstünde yer yer yuvarlak izler bırakmış pembe çiçekli fincanındaki çay çoktan soğumuştu. Yünden örme kazağını iki yanından sıkı sıkı kavramış, açıkta hiçbir yeri kalmamacasına sarmıştı bedenine.

Boğazında bir yumruyla oturuyordu tekli koltukta. Sehpanın üstünde yer yer yuvarlak izler bırakmış pembe çiçekli fincanındaki çay çoktan soğumuştu. Yünden örme kazağını iki yanından sıkı sıkı kavramış, açıkta hiçbir yeri kalmamacasına sarmıştı bedenine. Gözleri duvardaki antika saatin üstünde sabit, kan çanağı olmuş halde, belli ki uzun saatler derdiyle cebelleşirken hıçkırıklara boğulmuş, ağlamaktan bitap düşmüş, sanki içindeki bütün irini, ruhundaki bütün ağırlığı atabilmek için gözyaşlarından medet ummuş gibiydi.  Ağlayarak, bağrı yanarak, lal olmuş halde saatlerdir duruşunu hiç değiştirmediğinden vücudu kas katı kesilmiş, patlamak üzere olan şakakları zonklarken, düşünmekten kendini alamadığı o konuşma zihninin duvarlarına çarpa çarpa dönüp durmaktaydı.

O akşam iş çıkışı hiç oyalanmadan eve gelmiş, hemen yemek hazırlığına girişmişti. Zaten eli maharetliydi Selma’nın fakat O’nun için yaptığı her şeye ayrı özeniyor, hepsi mükemmel olsun istiyordu. Selma’dan iki saat sonra Ferit göründü kapıda, yorgun ve ağır hareketleri, yüzünde içten içe çekmekte olduğu azabın emareleriyle dolu, düşünceli bir hali vardı.

Özenli bir sofra bekliyordu geldiğinde Ferit’i, açık sarı keten masa örtüsü, küçük vazodaki kır çiçekleri de unutulmamıştı. En sevdiği yemekler masayı süslemekteydi; ezo gelin çorba, etli kavurma yanına da pilav, bir de çoban salata, e daha ne olsundu? Selma güler yüzle karşıladı sevdiğini, son günlerde yüzünden eksik olmayan yorgun ve düşünceli halini fark etse de üstüne varmadı, hele bir karnını doyursun, çayını içip kendine gelsin, soracaktı elbet sebebini.

Karşılıklı oturup sessizce yediler yemeklerini, her şey çok lezzetliydi ama her ne sebeptense Ferit’in sanki zehir yutar gibi bir hali vardı, yüzü git gide solgunlaşıyordu. İçinde taşıdığı nasıl bir yükse artık, gencecik adamı kırk yaş birden yaşlandırmış, iyiden iyiye gözünün ferini söndürmüştü.

Güzel bir yemekten sonra, anneannesinden kalma emaye demliğe bir çay koymuştu Selma, annesinin misafirlere sayısız kez çay ikram ettiği, mavi çiçekli demlikti bu. Çay suyu fokurdamaya başlayınca hiç beklemeden çayı demlerdi, çünkü Ferit çay içmeyi çok sever, yemekten sonra hemen şöyle ince belli bardakta, sıcacık, tavşankanı bir çayı içmeden kendine gelemezdi. Çayın demlenmesini beklerken meraktan, endişeden içi içini yiyordu Selma’nın, son zamanlarda böyle hafiften sıkıntılı geliyordu Ferit eve, oradan buradan sohbet ederken havası değişir gibi olunca açık açık sormamıştı sıkıntısının sebebini. Fakat bu akşam halinde bir başkalık vardı sanki, her zamankinden daha beter, sıra dışı bir şey olmuş gibiydi.

Ferit’e tıpkı sevdiği gibi ince bellide, kendisine de pembe çiçekli fincanda çayını koymuş, sevdiği adamın derdinin ne olduğunu içten içe yanıp tutuşarak sormuştu; neyin var sevgilim? Ferit de zaten hem bu soruyu beklermiş gibi hem de hiç sormasını istemezmiş gibi bir ikilemde kalarak, Selma’nın gözlerine bakma cesaretini kendinde bulamadan, tıpkı bir robot gibi konuşmaya başlamıştı; ses tonunda en ufak bir değişiklik yoktu, sanki bilinçsizce, ezberlediği bir şeyi okur gibi bir hali vardı: ‘’Selma, sen çok iyisin, seni çok sevdim ve hala da seviyorum ama artık dayanamıyorum, içimde öyle korkunç bir gerçek taşıyorum ki, bunları sana anlatmazsam bir daha ne senin yüzüne bakabilirim ne de aynada kendi yüzüme…’’ Selma yüreği ağzından çıkacakmışçasına gümbürderken sessizce Ferit’i dinlemeye devam ediyordu, ‘’ Selma’m biliyorsun, aylarca parasızlık çektik, o kadar yokluk içinde aç da kaldık, açıkta da, soğuk kış günleri buz gibi olan bu evi de benim yüreğimi de senin sevgin, sıcacık gülümsemen ısıtırdı, yine de sen bunca zorluğa rağmen bir gün bile şikayet edip yanımdan ayrılmadın, senin bu yüce sevgin ve güvenine ne yazık ki layık olamadım.

O dönemler parasızlıktan, yokluktan inim inim inlerken, akşam sofraya bir kap yemeği zor koyarken, daha fazla bu sefalete dayanamayıp tefeciden borç aldım, bir şekilde öderim dedim, taksitleri denkleştiremediğimde evdeki bazı eşyaları satmak zorunda kaldım, derken borcum boyumu aştı ödeyemez oldum, utanarak söylüyorum ki, yarın bu eve haciz gelecek, elimizde ne var ne yoksa alacaklar, benim bu saatten sonra ne senin yüzüne bakmaya ne ‘yanımda kal’ demeye ne de sevgini dilenmeye yüzüm var. Senden af dileyemem, buna hakkımın olmadığını biliyorum, ama gitmeliyim…’’ bu cümlelerin ardından başı yerde, ceketini kaptığı gibi çıkıp gitti Ferit, çift kanatlı eski kapı gümbürtüyle kapandıktan çok sonra bile bu ses hala kulaklarında çınlamaktaydı Selma’nın. Bir anda içini koca bir buz kütlesi kaplamıştı sanki, koşarak yün kazağını almaya gitti, yılların çökerttiği fıstık yeşili koltuğa bir külçe gibi yığılı, naftalin kokusu genzini yakarken yüreğindeki acıdan nefes alamıyordu. Bu konuşmanın ardından tam yedi saat kırk beş dakika geçmişti ki, kapıyı yarı açık bulan birkaç hırpani kılıklı adam, koca kirli elleriyle Ferit’in sıcaklığını çoktan yitirmiş olan karşıdaki geniş koltuğu yüklenmeye başlamıştı…

Merve Karaman