YEŞİLÇAM SADECE BİR SOKAK DEĞİL, SİNEMA SANATININ DA ADIDIR…

Unutulmaz yıldızların kazandırıldığı bir okul, bir arkadaşlık yuvası

Yeşilçam Sokağı… Güzel insanların gittiği, zaman geçirdiği, zamanı geçirecek insanları bir araya toplayan (adına figüran kıraathanesi de denilen) kıraathanelerin olduğu, O kıraathanelerde dost meclislerinin kurulduğu, o meclislerde insan olma adına her tür karakteri yansıtan sinema sanat emekçilerinin bir arada olduğu sokak.

Acıyı-tatlıyı, yokluğu-varlığı birlikte yaşadığı, hayata dair birlikte hayallerin kurulduğu, umudun yeşertildiği, övgülerin ve yapıcı yergilerin bir arada olduğu yerdir Yeşilçam.

Bir anlamda da kendilerini sinema sanatına adamış olan sanatçıların iş ofisleriydi o günkü Yeşilçam’ın kıraathaneleri.

Adana'da Yeşilçam'ın ödüllü filmlerinden sahneler ile ünlü isimlerinin resimleri, Sinema Sokağı'nda binaların duvarlarını süsledi. ( Yüreğir Belediyesi - Anadolu Ajansı )

Hani, “Kimler geldi, kimler geçti” denir ya, Yeşilçam’da da öyle, kimler geldi kimler geçti orada! Türk sinemasından yani… O zamanlar, 70’li – 80’li yıllar meselâ, meselâ 80’li – 90’lı yıllar, Türk Sineması’nın başka bir adıydı Yeşilçam. O zamanlar, sinema sanatçılarının (Bir anlamda artist ve aktiristlerininin) sanatçı adaylarının odak noktası, buluşma noktasıydı Yeşilçam.  Türk Sineması’nın kalbi orada atıyordu. Türk sineması; o yıllardaki figüranından, başrol oyuncusuna kadar hepsi de Yeşilçam’a hayat veriyordu. Yeşilçam da onları milyonlarla buluştururken, bir anlamda ölümsüzleştiriyordu da…

Yeşilçamlı, kendini izleyen, takip eden, güzel yurdum insanlarıyla iç içe yaşıyordu. Tek dili vardı Yeşilçam’ın. O dilin adı da ‘Sinema’ idi. O yıllardaki sinema dilinin akışı, duygusu, bakışları, yaklaşımı, yansıması o kadar farklıydı ki yıllarca o filmin başrolünden figüranına kadar, onların yaşamları, sözleri, hareketleri dillerden düşmedi. Sıcaktı o yılların Yeşilçam’ı, dolayısıyla da Türk sineması… Samimiydi, önemli rollerdeki insanlar asla kötü olamazdı.

Çünkü onların kendilerini izleyen seyircisine karşı bir misyonları vardı.  Onlara -her ne kadar o insanların rol model olma gibi bir görevleri olmasa da- rol model bile olabiliyorlardı, onların öyle bir dertleri olmadığı halde, kendilerini izleyen seyirci, onlar gibi yürekli, onlar gibi samimi, onlar gibi dost canlısı, onlar gibi delikanlı, onlar gibi kahraman, onlar gibi sevdiğine sahip çıkıyorlardı. Çünkü bu durum o yıllarda bizleri o kadar etkilerdi ki bizler de onları asla unutamazdık. Hele bir de ola ki onlardan bir tanesiyle tanışmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmak yok mu, dünyalar bizim olurdu. Oysa onların rollerindeki kişiliği ile gerçekteki kişilikleri -son derece normaldir ki- farklıydı ve o farklılık karşısında da şaşırıp kalıyordu insan. Kimi zaman hayret ediyor, mutlu oluyordu, kimi zaman aynı hayretlikle üzülüyordu. Ses tonları meselâ! Meselâ ben, Merhum Cüneyt Arkın’la ilk defa karşılaşıp da ses tonunu canlı olarak duyduğumda şaşırmıştım.  Çünkü gerçekten duyduğum ses, o yıllarda onun filmlerinde izlediğim sese hiç benzemiyordu. O zaman anladım ki onun yerine bir başkası konuşuyordu. Çünkü ben Cüneyt Arkın’la ilk kez Yeşilçam’da karşılaşmıştım. O yıllarda Taksim’de bir inşaatta amelelik yapıyordum. Bir sağlık muayenesi için gittiğim SSK (O zamanki işçi sağlık kurumu) Beyoğlu Dispanserinden dönüşümde merakımı gidermek için Yeşilçam Sokağı’na girmiş ve orada da pat diye, çok genç, çok yakışıklı, çok ünlü bir sinema sanatçısı olan Cüneyt Arkın’la karşılaşmıştım. Onunla konuşmak istiyordum ve daha ne konuşacağımı bilemiyordum. İstanbul’a yeni gelmiştim. Türkçem onunla konuşabilecek kadar düzgün değildi, ama konuşmak istiyordum işte. Hani inşaatta da çalışıyordum ya işim de ağırdı. Ben ise henüz 16-17 yaşlarındaydım. “Cüneyt Ağabey Merhaba” diyebildim. Bana döndü,  kılık kıyafetim hiç de düzgün değildi. Beni bir güzel süzdükten sonra sıcak ve samimi bir şekilde yüzüme baktı. Sadece:“Efendim” dedi. “Cüneyt Ağabey, bana iş bulur musun?” dedim heyecanla.  Neden öyle dedimse işte! Demek ki koskocaman Cüneyt Arkın’la konuşabilecek bir şey bulamamış, o şekilde konuşma saçmalığını yapmıştım.

Bana biraz tuhaf şekilde baktı ve: “Ben işçi bulma kurumu muyum!” dedi. Değildi tabi!

O bir sinema sanatçısıydı ve kendisine verilen rolleri canlandırır, replikleri konuştururdu.

Belki o yıllarda onun da sıkıntıları vardı. Ne diyeceğimi bilemedim ve ikinci bir şey söyleyemeden bir hışımla çalıştığım inşaata gittim. Ama ben Cüneyt Arkın’la konuşmuştum. Ve yıllar sonra onunla çok daha farklı şartlarda bir araya geldiğimizde, ben kendilerine bu anımı anlatmış ve gülüşmüştük. Burada neyi gömüştüm biliyor musunuz?

O yılların sinema sanatçıları bugünlerin dizi oyuncuları gibi değildi (Lütfen yanlış anlaşılmasın ben dizi oyuncularına laf etmek istemiyorum). Arada çok büyük farklar vardı.

Onlar kelimenin tam anlamıyla ‘Sanatçı’ydılar ve aradan on yıllar da geçse ne oynadıkları karakterleri ne de isimleri unutuluyordu. O yıllarda çekilen filmler, ne kadar zaman geçerse geçsin hâlâ sıkılmadan izleniyordu. Hatta benim sekiz yaşındaki torunum ‘Kemal Sunal’ filmlerini büyük bir keyif alarak izliyor. Neden izliyor biliyor musunuz? Çünkü onlar o filmlerde üstlendikleri karakterleri bir rol gibi değil de kendileriymiş gibi oynadıkları için izliyor. Kendisiyle, izleyeni arasında sıcak bir köprü kurabildiği için izliyor benim torun. Bu da neyi gösteriyor? Her ne kadar görünmese de ‘Kalpten kalbe giden çok güzel ve etkili bir yol’ olduğunu gösteriyor. “Fakirdik ama mutluyduk” deniliyor. Bugün diziler her bakımdan zenginler, ama insanları hep mutsuz, öyle yansıyor bize, en azında bana öyle yansıyor.  O kalp yolculuğuna çıkma, sözcüklerle değil, duygularla oluyor ki Türk Sineması’nın sanatçıları 70’li yıllardan 2000’li yıllara kadar hep anılıyorlar, seviliyorlar, saygı görüyorlar ve asla unutulmuyorlar. Unutulmuyorlar çünkü onlar, gerçeği izleyicisiyle buluştururken, kendileri tam da o gerçeği yaşıyorlardı, bunu da seyirci hissediyordu.

Çünkü üstlendikleri rol değildi de gerçekti, çünkü Yeşilçam da gerçeğin ta kendisiydi.

Ağlıyorsa gerçekten ağlıyordu, çünkü o ağladıkça onları izleyen binlercesi de ağlıyordu…

Gülüyorsa, gülüyordu binlercesi… Yeşilçamlı, izleyicisiyle -birbirlerini tanımasalar bile- öyle bir diyalog kurmuştu ki; diyalog kurduğu insanla arasında mesafe bile yoktu.

O kadar yakındı işte, o kadar samimi, içten ve de olabildiğince kendileri gibiydiler.

Kenan Pars…

Hayati Hamzaoğlu…

Kazım Kartal…

Ve daha burada sayamayacağım onlarca Türk Sineması’nın emektar sanatçıları, bugün bile hâlâ ayakta alkışlandıklarından hiç kuşkum yok.

Ve bu güzel insanların hepsi de işte o İstiklal Caddesi’nin, Yeşilçam Sokağı’nın yetiştirdiği değerleri… Biz bu insanları, güzel, duygulu, merhametli yanlarını hiç tanımamış olsak bile, onlar bize amcamız kadar yakın, baba gibi sahici ve sıcak. Ana gibi kucaklayıcı, Her an sizi sahiplenecek, sizi hiç yalnız bırakmayacak kadar korumacı. Fabrikalarının birinde sizin vasfınıza uygun bir iş bulup, hayata sarılmanızı sağlayacak bir fabrikatör. Hepsini de bizden biri olarak benimsediğimiz insanlar vardı orada. Mesela Merhum Hulisi Kentmen gibi.

O Türk sinemasının ‘Tonton Amcası’ sempatik, sevecen ve merhametli. Meselâ Ahmet Tarık Tekçe gibi İnsanın korkutucu, acımasız, merhametsiz, duygusuz yanlarını ne kadar yansıtırlarsa yansıtsınlar, onların hepsi de güzel insanlardı. Her biri de Yeşilçam’ı ‘Yeşilçam’ yapan mihenk taşlarıydı.  Hani kimler geldi kimler geçti Yeşilçam’dan bir bilseniz!..

Keşke orayı o kıraathaneleri sinema müzesi yapsalar… Yeşilçam’ın bu güzel insanlarının her biri Türk toplumunun yüreğinde öyle güzel yer edindiler ki! Öleni, kalanı, filmleri, mesajları, aşkları, sevdaları, al yazmalısı, aydınlık yüzlüsü, Patronu, işçisi, kötü roldekileri, iyi roldekileri… Hepsi de ‘Sinema Sanatı ne demek ne anlama gelir’ diye bugünün insanına sorulduğunda, hiç de öyle süslü, ağdalı anlatımlarının hiçbirine gerek duymadan, Sinema Sanatı ve onun güzelliği adına ben en kestirmeden tanımlayacak olsam, doğrudan ‘Yeşilçamlılar’ derim.  Çünkü mekanik değillerdi onlar, insandılar. Ağlayan, gülen, acıkan, kandıran, kandırılan, özür dileyen insandılar. Nereden başlamalı bilmem ki? Bugünün gençlerine dünün Yeşilçam’ını nasıl tanıtmalı diye düşünüyorum da -ne yazarsak yazalım- ‘Zor be kardeşim, çok zor!’ Niye zor biliyor musunuz? Biz misketle oynuyorduk, onlar disketi çoktan geçtiler, flaş belleği dahi, tarihin çöplüğüne attılar bile! O zamanın gençleri olarak bizler, bu zamanın gençlerine Türk sinemasının (Yeşilçam’ın) aşklarını nasıl anlatabiliriz ki? Anlatamıyoruz işte… Türk Sinema Sanatçıları, o zaman sıradan yaşıyor, ama insan ruhuna dokunabiliyorlardı. Şimdi inanın insan, dokunabileceği ruhunu arıyor.

O nedenle mutlu değil. Ve biz belki de bugün -her şeye rağmen- mutluluğumuz sürdürülebiliyorsak, Yeşilçam’ın bizim hayatımızda önemli bir yeri olduğu içindir.

Bu vesileyle, bu ilk sayımızın ana teması olan ‘Hulusi Kentmen’ diğer adıyla ‘Tonton Amca’ nezdinde, Yeşilçam’ın ahirete göçen tüm değerlerine Allah’tan rahmet, yaşayanlarına da sağlık, huzur ve afiyet diliyorum. Hoşça kalın!