Yazarlarımızdan 10 Anadolu Öyküsü
1. Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962) – Erzurumlu Tahsin (Abdullah Efendi’nin Rüyaları, 1943)
Moises Saman, Hatay, 2012
Ahmet Hamdi Tanpınar, öykücülüğünde de, romancılığında da şairlik tarafı ağır basan bir yazardır. Behçet Necatigil beş hikayeden oluşan, Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikaye kitabıyla ilgili olarak “Beş hikayenin beşinde de yazar, değişik kişiler gibi görünerek kendi iç dünyasının kargaşasını anlatır.” der.
Tanpınar’ın 1923-1924 yıllarında Erzurum’da bulunduğu sıralarda yaşanan büyük depremin izlenimlerine dayanarak yazdığı Erzurumlu Tahsin gerçekçi çizgilerine rağmen, büyük felaketler karşısında dünya nimetlerinden vazgeçip bir meczup haline gelen Tahsin Efendi’yi anlatır.
“Ertesi gece şehrin her meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından yapılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden yapılma acayip meskenler, hatta sadece önleri örtülü arabalar… Ve bunların arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar, ağlayan küçük çocuklar, gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Bu hakiki bir göç manzarası idi.”
2. Sabahattin Ali (1907 – 1948) – Arap Hayri (Kağnı, 1936)
Nikos Economopoulos, Şanlıurfa, 1990
Sabahattin Ali eserlerinde de toplumu, toplumu oluşturan farklı nitelikteki insanları, onların sorunlarını dile getirir. Gerçekçi bir sanat anlayışına sahip olduğundan hikayelerine konu ettiği mekanları, genellikle herhangi bir vesile ile gidip gördüğü, yaşadığı yerlerden seçer. Behçet Necatigil “Sanat gücünü daha çok hikayelerinde gösterdi. Anadolu köy, kasaba hayatından aldığı acıklı konuları gerçekçi bir yöntemle işledi. Kuvvetli doğa tasvirleriyle örülü, çok sert çizgili bu hikayelere çarpıcı bir tragedya niteliği kattı.” der. Sabahattin Ali hikayesinde Beyşehir’de yaşayan Arap Hayri adındaki bir boyacının hayatını anlatır.
“Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin ara sıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir, fakat yirmi beş kişi yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlı başına bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir. Oralarda uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lazımdır. Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir alemin insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan bir takım şeylerin buralarda adının bile anılmadığının, senelerin burada ancak birkaç resmi binada ve kahvenin mermer masasının üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü, yaylı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark edince şaşırır ve kaçmak isterler.”
3. Kenan Hulusi Koray (1906 – 1943) – Tarlaya Çevrilen Su (Bahar Hikayeleri, 1939)
Erich Lessing, Anadolu, 1951
Kenan Hulusi, hikayede kendisine örnek olarak Ömer Seyfettin’i seçmiştir. İlk hikayelerinden bazıları fantastik, korku türündedir. Bu hikayeleri üslupları ve rüya ile gerçeği karıştıran muhtevaları bakımından Sait Faik ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın başlangıcı saymak mümkündür. Bu öyküsünde Ahlamış Köyü’nün çektiği su sıkıntısı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için köylülerin ve muhtarın yaptığı girişimlerin sonuçsuz kalması üzerine yeni açılan bakır madenine giden suyu nasıl kendi tarlalarına çevirdikleri anlatılır. Hikayedeki bu köy Anadolu’daki iç kesimlerde görülen köylerle ortak niteliklere sahip bir köydür.
“Ahlamışlar Köyü kasabadan Delideğirmen yoluna sapınca, yaya giderseniz bütün bir gün, eşek sırtında şöyle böyle üç saat tutar. Değirmeni kıvrılıp Delisuyu yan tarafınıza alır almaz kendinizi birdenbire kel tepeler, dımdızlak tarlalar arasında bulursunuz. Ne bir yonca, ne katır tırnaklarına tesadüfen vazgeçiniz, öğle vakitlerine rast gelirseniz vay halinize! Yollarda insan değil it bile geçmez, bulut gölgesi düşmez, kuş uçmaz.”
4. Nahit Sırrı Örik (1895 – 1960) – Eve Düşen Yıldırım (Eve Düşen Yıldırım, 1934)
Ara Güler, Sivas Divriği, 1970
Nahit Sırrı öykülerde unutulmuş eski zaman yaşayışını, eski töreleri ve insanları anlatır. Nahit Sırrı öykülerinde dönemin insanlarını yaşatmış, olayları tarih yazarlığındaki nesnellikle vermiştir. Hikayede ana mekan İstanbul (Eminönü, Şişli) ve Ankara’dır (Samanpazarı, Hamamönü). Bunun dışında Samsun, Sapanca, Mersin, Kayseri ikinci derece mekanlardır. Öyküde Ahmet Şükrü Efendi uzun zamandan beri kırgın olduğu kardeşinden bir mektup alır, İstanbul’a gelir ancak kardeşinin o gelmeden önce ölmesi, onun onsekiz yaşındaki kızı Muazzez’i Ankara’ya getirmesi, bunun evde yarattığı değişim ve sonuçlar anlatılır.
“Ankara-Kayseri hattının ilk istasyonu olan Cebeci’ye tren yahut otobüsle varılınca insan kendisini biraz İstanbul’un Bakırköy taraflarında sanıyordu. Sonra, hemen hiçbir nizama riayet etmeden yapılmış evlerle dolu bir sırtta eğri büğrü yamru yumru yollar takip edilerek çıkılıyor, ancak bir iki köşkün bulunduğu bir düzlüğe varılıyordu. Uzaklarda bütün dağlar vardı ve sağ tarafta Çankaya’nın yeşillikler ortasındaki köşkleri, onun aşağısında Yenişehir’in kârgir binaları ve üzerinde kalesiyle karşıda eski şehir, eski şehrin eski harap ve üst üste evleri görünüyordu. Geceleri Çankaya yollarının elektrikleri muazzam bir camiin mahyaları gibi parlıyor, Yenişehir’le Ankara’da bin ışık yanıyordu.”
5. Memduh Şevket Esendal (1883 – 1952) – Köye Dönüş (Hikayeler I, 1946)
Robert Capa, Ankara, 1946
Memduh Şevket, öykülerinde güçlü gözlemciliğinin yanı sıra toplumsal yaşayışımızdaki aksaklıklara değinmesiyle dikkati çeker. Karakterleri ele almaktaki ustalığı ve onları anlatışı oldukça yalın ve içtendir. Hikayede İstanbullu bir ailenin çocuğu olarak yetişmiş, meslek sahibi olmuş, savaş ve girdiği siyasi parti nedeniyle işlerinin bozulması sonucu, Anadolu’da bir köye yerleşerek, buradan İstanbul’a yağ, bal, yumurta ticareti yapmak istemesi, ancak köye vardığında burasının hiç de düşündüğü gibi bir yer olmadığı anlatılır. Öyküde ana mekan yeri İstanbul, Ankara ile Eskişehir arasında bir istasyon yakınlarındaki ismi verilmeyen bir köydür. İkincil mekanlar ise Ankara, Afyon, Konya’dır.
“Görüyorsunuz ya Beyefendi, burası adeta dağbaşıdır. Bu adam bizi aldattı, köye götüreceğini söyledi. Bizim bildiğimiz, köy dediğin ağaçlık, çayır çimenlik olur. Bir yanda koyunlar meler, bir yanda kuşlar öter, köyün kenarındaki ağaçlık altında ihtiyarlar delikanlılara gazalarını anlatır, yaralarını gösterir, kızlar testileri omuzlarında su almaya gelirler. Köyün hocası cihadın faziletinden bahseder, ahkamı hiretten nasihat eyler. Burada böyle şeyler ne gezer; efendim. Eğer efendimizin vakitleri olsa idi, köy dedikleri yeri zatı âlilerine gösterirdim. Şu sırtın arkasındadır. Numune için tek bir ağacı bile yoktur.”
6. Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 – 1974) – Issız Koy ve Dilsiz Kız (Milli Savaş Hikayeleri)
Henri Cartier-Bresson, Silifke, 1964
Bütün romanlarını ve bütün hikayelerini sosyal temalara dayandıran Yakup Kadri, Milli Savaş Hikayeleri adlı kitabında özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında düşman askerlerinin köylerde, kasabalarda yaptığı zulüm, işkence, tecavüzün yöre halkı üzerindeki etkisini anlatır. Aynı zamanda cepheyi gezmesi, olaylara yakından şahit olmuş bir gerçekçilikle hikâyelerini oluşturmasında etkili olmuş, gerçekçi yalın bir anlatımla hikâyelerini dile getirmiştir. Hikayede yazar-anlatıcının arkadaşlarıyla beraber Manisa’ya bağlı Alaşehir kasabasına giden yol üzerindeyken, üstünden geçtikleri terk edilmiş bir köyde, düşmanın vahşetinin tanığı olan dilsiz bir kızın nezdinde birçok kişinin halini görmesi anlatılır.
“İçimizden bazıları arabadan inip bu ıssız viraneyi dolaşma cesaretini gösterdi. Akşam karanlığı çöküyor; havada ta ruha nüfuz eden bir rutubet var. Bu saat bir sıtma nöbeti saatidir; çenelerim birbirine çarpıyor; oturduğum yerde bir idam mahkûmu gibi büzülüyorum; hiçbir şey, hiçbir şey görmek istemem. Niçin? Ücra dağ başlarında, ormanlarda ve in koğuklarında o derece müthiş olmayan sessizlik, burada, bu yanmış köyde bu kadar korkunç, vahşî ve ihtilâçlı? Burası âdeta, ıssızlığın kaynağı gibidir; bütün Anadolu’yu; mahzun, dalgalı Gediz çayından hummalı Kızılırmak’a hummalı Kızılırmak’tan ölmüş koyungözü renkli Van gölüne kadar, bütün o sarp dağları, o çetin taşları, o çıplak tepeleri, o sarı yaylaları, o karanlık vadileri âdemin gölgesi gibi kaplayan ıssızlık hep buradan çıkıyor!”
7. Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954) – Loğusa (Sarnıç, 1939)
Marc Riboud, İstanbul, 1955
Sait Faik’in hikayelerinde çevre olarak en çok İstanbul ve Sakarya yer tutmaktadır. Sakarya, çocukluk cennetinin mekanıdır yazar için. Konusunun Sakarya ve çevresinde geçtiği hikayelerde, Sait Faik, kuru bir hemşehricilik yapmamakta, memleket özlemini, gurbet duygusunu çok canlı bir şekilde işlemektedir. Bu öyküsünde Sakarya’nın yakınlarındaki Kumköy’de yaşayan Hasan Ağa’nın üç kere evlenip, boşandıktan sonra dördüncü kez evlendiği Boşnak güzeli yirmi beş yaşındaki bir kızın hamile kalması ve sancılarının tutmasıyla birlikte, önceden beri o kadına karşı soğuk olan büyük oğlu Rüstem’le aralarında çıkan kavga anlatılır.
“Kumköy, Sakarya kenarında, hemen hemen yan yana denilecek kadar kasabaya yakın, kırk beş hanelik bir köydü. Kasabanın kenar mahallelerinden sonra bir mezarlık başlardı. Yer yer duvarları yıkılmış, baldıranla ısırganlar mezarları ve mezar taşlarını kaplamış bu, artık ölü gömülmeyen mezarlık geçildikten sonra Sakarya’nın tahta köprüsü gözükürdü. Daha köprüye varmadan sağ tarafta bir öküz arabası yolu, küçük bir tepeye doğru tırmanır, tam tepedeki kocaman çınarın dibine varılınca birbirinden birer ikişer dönümlü tarlalarla ayrılmış köyün evleri, ottan damları ile meydana çıkıverirdi. Yol, buradan itibaren kasaba yolları gibi Arnavut kaldırımı idi.”
8. Halikarnas Balıkçısı (1890 – 1973) – Halikarnas (Ege Kıyılarından, 1939)
Rene Burri, İstanbul, 1957
Cevat Şakir Kabaağaçlı uzun yıllar Bodrum’da yaşamış olması yakından gördüğü bu kenti ve coğrafyayı daha yakından tanıma olanağı sağlamış, bu nedenle öykülerinin konularını da Ege ve Akdeniz kıyılarından almıştır. Eserlerinde, coğrafyası, tarihi, kültürü, biyolojisi ile denizi anlatmış, geçimini denizden sağlayan deniz insanlarının yaşamlarını dile getirmiştir. Hikayede yazar anlatıcının vapuru kaçırması üzerine Bodrum’u gezmeye karar vermesi ve bu gezi sırasında gördüklerini, izlenimlerini yaşadığı bir olayı yansıtmasını içerir.
“Şehrin bütün dükkanları ve evleri, muhakkak eski binaların taşlarıyla temelleri üzerine ve eski binaların arasına kurulmuşlardır. Her yapıda kullanılan taş, bu asırdan evvel yaşamış ve yıkılmış elli altmış bina nesillerinde kullanıla gelmiştir. Binalar yıkıldıkça eski binaların taşlarından yenisi yapılır. Bembeyaz evlerin içi de, dışı da, duvarı da, damı da, ikide birde tertemiz beyaz badana ile badalanırlar. Bu beyaz evler, bıçakla kalıp kesilmişler gibi asil kat’i çizgili şeylerdir. Onlarda hiç iciye biciye yelteniş görmedim. Şehri yapan, mimar değil ışıktır; mavi gök ve mavi denizdir.”
9. Samim Kocagöz (1916 – 1993) – Yarıntı (Telli Kavak, 1941)
Richard Kalvar, Ankara, 1979
Samim Kocagöz bütün hikayelerinin konularını, gördüğü, tespit ettiği olaylardan çıkarmış ve içinde yaşadığı, yakından tanıdığı Batı Anadolu’yu tasvir etmiştir. Öykülerinde kişilerinin çevrelerine ve törelerine bağlı yaşayışlarını doğayla iç içe vermiştir. Öykülerinde köylülerin basit yaşayışlarını ve davranışlarını romanlarından daha başarılı olarak anlatmıştır. Romanlarıyla hemen hemen aynı yörelerde geçen öykülerinde de buralarda yaşayan ve yazarın tanıdığı ya da onların benzerleri olan kişileri buluruz. Yarıntı’da anlatılan mekan Aydın’ın Söke ilçesine bağlı olan Burunköy’dür. Kırk gündür yağan yağmur sonucu taşan Menderes Irmağı’nın tarlalarına zarar vermemesi için köyün erkeklerinin yaptıkları mücadele anlatılır.
“Kırk gündür, mütemadiyen yağan yağmur, nihayet yapacağını yapmıştı. Sanki bulutlar, Beşparmak Dağı ile Samsun dağlarının arasına sıkışmış kalmış idi; başka bir tarafa gidemiyor, hep Balat Ovası’nı sele boğuyordu. Büyük Menderes’te bu işe memnun, kabarıyor, şişiyor, nazlı nazlı akıyordu… İşte şimdi de çoşmuş, koca ovayı kaplayıverecekti. Senelerden beri bu onun adeti idi. Bazı seneler ise yarıntıyı patlatamaz, yarıntıyı aşamazdı. Böyle senelerde, Söke halkının ve Söke’nin bütün köylerinin yüzü gülerdi.”
10. Naim Tirali (1925 – 2009) – İskele (Park, 1948)
Stuart Franklin, Ordu, 2010
Naim Tirali, öykülerinde toplumumuzun 1940’lardan 21. yüzyıla uzanan gelişim sürecindeki kentli orta sınıftan insanlarının sıradan yaşamlarını anlattı. Genellikle gözlemlerini aktardığı öykülerinde insan ilişkilerini ve davranışlarını çok farklı yönleriyle ve özgün biçimde işledi. Bu yalın, küçük yaşamlardan sağlam kurgulu kalıcı öyküler yarattı. İskele adlı hikayede doğduğu kent olan Giresun iskelesine gelen çeşitli tipteki insanların vapurun gelmesini beklemeleri, vapurun gelişiyle yakınlarını karşılamaları anlatır.
“Saatlerce önce yüzdürülmüş olan kayıklar, deniz üstünde hafiften sallanarak beklemekteydi. İskele, kentin bütün semtlerinden bambaşka sebeplerle gelen, çeşitli yaş ve görünümde insanla hıncahınç dolmuştu. Yeniyolu tırmanmaya başladı. Sürüp giden dünya savaşı yoklukları yüzünden, sokak lâmbaları da yanmadığı için cadde karanlıktı. Yalnız bazı evlerin pencerelerinden taşan ışıklar, çerçeveleri büyülterek caddeye seriyor; fareler kedi örneği alına salına mekik dokuyorlardı.”
Kaynak
Cumhuriyet Dönemi Hikayelerinde Anadolu, Sakaryalı Sait Faik’in Sakarya Hikayeleri