Türk Edebiyatı’da Okumanız Gereken Polisiye Romanlar
1. Celil Oker (1952 – ) – Kramponlu Ceset, 1999
Celil Oker, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Uzun süre reklamcılık yaptıktan sonra, 1998’de İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Reklamcılık Programı’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Aynı kurumda Yaratıcı Yazarlık Teknikleri atölyeleri yürütüyor, Marka Okulu yüksek lisans programında Hikaye Anlatımı dersleri veriyor. Celil Oker 1999 yılında düzenlenen Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışması’nda birinci olduktan sonra polisiye roman yazmayı sürdürdü.
Türkiye’deki ilk özel dedektif karakteri olan Remzi Ünal’ı 1999’da hayata geçiren ve Çıplak Ceset, Rol Alan Ceset, Bin Lotluk Ceset, Son Ceset ve Bir Şapka Bir Tabanca kitaplarında olayların sır perdelerini onunla aralayan Celil Oker, yurtdışında Türk polisiyesinin büyük ustası olarak anılıyor. Oker’in kahramanlarına baktığımızda, hard-boiled (1920’li yıllarda ABD’de çıkan içinde şiddet ve cinsellik barındıran polisiye roman türü) polisiye ekolünden sayılabileceğini gösteriyor.
Kramponlu Ceset’te Dedektif Remzi Ünal’ın bu seferki müşterisi tekstilci ve futbol kulübü başkanı İlhan Karasu. Küme düşme tehlikesi yaşayan takımının kilit maçı öncesi bir şike ihbarı alan Karasu, olayı araştırması için başvuruyor Remzi Ünal’a. Celil Oker’in başarılı karakteri eski pilot, yeni özel dedektif Remzi Ünal’ın, kendini çapraşık olayların içinde bulması onu tanıyanlar için hiç de şaşırtıcı değil.
“Büyükdere Caddesi’nin yoğun trafiğine girince daha da yaklaştı bana Siyah Şahin. Kaybetmek istemiyordu. Dikiz aynasından baktım. Gövde boyası kadar kara camları vardı, içini göstermiyordu. Önüm boşalınca vitesi ikiye alıp gaza bastım Otomobilim aniden fırladı, aramız açıldı. Siyah Şahin’in tekerleklerine kadar görür oldum dikiz aynasında. Sonra yavaşladım. Yeniden bütün aynayı doldurur biçimde yaklaşırken, tersten okumayı başardım plakasını. Sıradan bir plakaydı. Hatırlamak için teknik uygulamaya bile gerek yoktu. Dördüncü Levent’ten içeri girdiğimde beni izlemesine izin vermeye karar verdim. Bu kadar acemi bir takipçiyi ekmek benim için çok kolaydı. Bir kırmızı ışık numarası yeterdi. Üstelik bu kadar acemi bir takipçinin, benimle ilgili daha ileri ve tehlikeli tasavvurlarda bulunmayacağına güveniyordum. İzlesindi bakalım. Hiçbir numara çekmeden Bebek’teki İnşirah Yokuşu’na kadar geldim. Geldik. Aşağı inince ağır ağır sağ tarafta park edebileceğim bir boşluk aradım. Mısır Konsolosluğu’nun karşısında bir araçlık bir boşluk buldum. Hızlı bir paralel park operasyonuyla yerleştim. Araç telefonunun ahizesini elime aldığımda yanımdan geçti siyah Şahin. Yan camları da içini göstermiyordu. Arkasından baktım. Arnavutköy yönüne doğru hiç durmadan ilerledi siyah Şahin. Burna yaklaştığında ardından gelen diğer araçlar birikince benim için görünmez oldu.”
2. Ümit Deniz (1922 – 1975) – Yakut Gözlü Kedi, 1961
Ümit Deniz, 1940 yıllarda gazetecilik faaliyetine başlayan biri olarak mesleğini icra ederken edindiği tecrübeleri, gözlemlediği ilginç olayları, haber analizlerinden ürettiği yeni senaryoları, romanlarının ana malzemesi olarak kullanmıştır. Ümit Deniz’in romanlarında genel olarak cinayetlerin kim tarafından neden ve nasıl işlediklerine ilişkin esrarın çözümlenmesi ön plandadır. Yazar, cinayeti kurgulayan olarak aynı zamanda baş karakter Murat Davman marifetiyle onları açığa çıkarır. Türkiye’nin en fazla satan gazetelerinden birinde çalışan Murat Davman, popüler bir gazeteci olmanın yanında, Milli Emniyet Teşkilatı’yla bağlantısı olan bir kişidir. Murat Davman’ın Ümit Deniz’in çevirdiği Mickey Spillane’nin Mike Hammer’ına çok benzediğini görürüz, muhakkak bir ilham alma söz konusu olmuştur.
Yakut Gözlü Kedi, soluksuz okunan bir Murat Davman polisiyesi. Murat, Aylin adında bir arkadaşının düzenlediği davete katılır, ancak davetin ortasında Aylin’in babası Abdurrezzak Paşa’yı ağaca asılmış bulurlar. Olayı biraz inceleyince intihar yerine, cinayet olduğu ortaya çıkar. Sonradan yapılan araştırmalarda Paşa’nın bulduğu iki adet yakutun bu olaylara sebep olduğu anlaşılır. Ancak bu arada Paşa’nın ailesinden ve köşke yakın olup bu olayla ilişkili pek çok insan cinayete kurban gider. Şüpheli, Paşa’nın şoförü Yusuf Coşar’dır, ancak içeride bir yardımcısı vardır. Bu, Paşa’nın torunları Aylin veya Serap mıdır, yoksa kızı Hüsniye midir? Murat bu işe arkadaşı Necdet Müdür ile çözmeye çalışırken yine pek çok ölüm tehlikesi atlatacaktır.
“Başımın üzerinde, boynundan ince bir iple asılmış bir vücut sarkıyordu… Bu ev sahibimiz Abdürrezzak Paşa’nın cesedi idi… İp dala gemici düğümü ile bağlanmıştı; onun için bir ucundan çekmekle kolayca çözülüverdi… Uzanıp bileğini tuttum. Vücut daha sıcaktı, ama artık nabız atmıyordu.”
3. Osman Aysu (1936 – ) – Odak Noktası, 2000
Osman Aysu, 1994 yılından itibaren yirmi sekiz roman yayınlamıştır. Genel olarak polisiye roman türünde olan bu çalışmalardan on dördü heyecan ve gerilim dozunun yüksek tutulduğu, polisiye romanın thriller (heyecan, gerilim uyandıran kitap) türünün örnekleridir. Bu romanların dışında kalan diğer on dört roman ise gerçek anlamda thriller türünde olmasalar da romanın en önemli iki unsuru olan gerilim ve macera dozunun yüksek olduğu romanlardır.
“Pek çok dostum niye polisiye roman yazdığımı, avukatlığımın bununla bir ilgisi olup olmadığını sorarlar. Kesinlikle meslek ve tahsilimin yazdığım türle bir alakası yok. Çocukluğumdan beri o tür roman okumayı severim. Bizim yazarlarımız ise bu türe fazla rağbet etmezler. Malum olduğu üzere polisiyenin edebiyatın tali bir dalı olduğu söylenir. Yazmaya başladığım sıralarda çalışma odamda düşünüp durdum. Neden Türk okuru hep tercüme kitaplar okuyor, bir Amerikan polisiyesindeki 5. Avenue’yu kaç Türk okuru hakkıyla bilebilir? Oysa Taksim’de, Teşvikiye’de, Boğaziçi’nde geçen bir macerayı daha zevkle, keyif alarak okumazlar mı? Türü de sevdiğime göre bu konuda yazabilirdim. Maceram böyle başladı.”
Odak Noktası, yağışlı bir İstanbul gecesinde, denizde bulunan erkek cesediyle başlar. Önceleri polis bunun sıradan bir boğulma vakası olduğunu düşünür. Ama olay yerine gelen Baş Komiser Vural Togay, olayla başka devlet güçlerinin de ilgilendiğini görür. Milli İstihbarat Teşkilatı’nı temsilen iki görevli vardır. Onu asıl şaşırtan yağan yağmur altında bekleyen Amerikan Konsolosluğu yetkililerdir. Basit bir cinayetle başlayan kitap , her satırında artan hızlı ve yüksek bir tempoyla okuru gerilimin ve heyecanın içine çeker.
“Fakat birincisinden biraz daha kısık olan ikinci çığlık, ruh dünyasından gelen bir yanılma olamazdı. Nesrin ışıkları sönük odasında oturduğu koltuktan doğruldu. Başını yana eğip dinledi. Sesin dışardan geldiğine inanmak istediği için gözlerini pencereden gecenin karanlığına çevirip, çiçekli bahçeye ve uzaktaki tepelere baktı. Fakat evin içinden hafif bir gürültü geldi, sanki ağır bir nesne halının üzerine düşmüş gibi. Nesrin yerinden fırladı, bir beklentiyle kıpırdamadan öylece durdu. Tutku veya başka bir nedenle yükselen seslerin ardından genellikle bir olay patlak verirdi. Ama kimi zaman da en kötü şeyler hesaplı sessizlikleri ve gizliliği izlerdi. Oysa o iki boğuk çığlık ve hafif düşme sesinin ardından bir kar yağışı gibi derin sessizlik inmişti evin içine. Ama bu sessizlik, sağırların yaşadığı gibi doğallıktan uzak ve derindi. Halkalanmış yılanın sessizliği, yırtıcı bir hayvanın avının üzerine atlamadan önceki kıpırdamadan duruşu gibi… Evin bir başka bölümünde biri kendisi kadar hareketsiz durup dinliyordu. Hem de tehlikeli biri. Nesrin o yırtıcı varlığı, havadaki yeni basıncı hissediyordu.”
4. Ahmet Ümit (1960 – ) – Patasana, 2000
Ahmet Ümit’in polisiye romanlarının hepsinde konuyu bir suç ve suçlunun ortaya çıkarılması oluşturur, fakat ana karakterler ve olayların arka planı her kitapta farklıdır. Ahmet Ümit bütün kitaplarında Türk toplumunu ve politikasının belirginleşen sorunlu koşullarını ele alır. Ahmet Ümit’in romanları Türkiye’ye özgü meseleleri konu ediyor olsa da gerilimin başından sonuna korunduğu, klasik anlamda polisiye romanlardır.
Ahmet Ümit en çok beğenilen eseri Patasana’da Fırat Nehri kıyılarında, güneşten daha sıcak ateşlerin yanıp küllendiği topraklarda, yerli ve yabancı arkeologlardan oluşan bir ekibin geç Hitit dönemine ait bir kentin kalıntıları üzerinde kazı yaparken açığa çıkardığı 2700 yıl önce yaşanmış bir öykünün parelelinde, 80 yıl önce işlenmiş üç cinayeti taklit edercesine aynı yöntem ve şartlarda arka arkaya işlenen gizemli cinayetlerin ve her şeye rağmen ekibi bir arada tutmaya çalışan Esra’nın hikayesini anlatıyor.
“Cinayeti Fayat işlemiş olabilir miydi? Sanmıyordu. Fayat onlardan nefret etse bile dayısı Hacı Settar’a saygısı büyüktü. İlk din eğitimini ondan aldığı söyleniyordu. Ama ya Fayat’ın ölmeyi, öldürülmeyi göze almış daha fanatik hocaları varsa? Cami imamı Abid bile kazının lanetinden söz etmeye başlamıştı hemen. Özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde Hizbullah adındaki radikal örgütün gizli faaliyetlerinden söz ediliyordu. Ya Hacı Settar’ı arkeologlara yardım ettiği için onlar öldürdülerse? Neden olmasındı? Gerçi yörede herkes Hacı Settar’ı severdi. Halkın üzerinde etkisi büyüktü. Belki de onu tam da bu yüzden, kendi tutucu görüşlerini halka yaymalarının önünde bir engel olarak gördükleri için öldürmüşlerdi. Böylece kafir arkeologlarla rahatça hesaplaşabilirlerdi. Üstelik Hacı Settar olmadan kasabadakileri yönlendirmek daha kolaydı. Yöre halkının yüzyıllardır, kuraklık olduğunda, sel bastığında, hastalandıklarında, çocukları olmadığında, kızları evde kaldığında sığındıkları, yardım diledikleri kutsal Kara Kabir’e el uzatmışlardı. Onlara bu dünyada ve ahirette yardımcı olan yatırı, Kara Kabir’i kazacaklardı. Bunu inançlarına bir saldırı, Fayat’ın deyimiyle, bir küfür olarak algılamaları çok doğaldı.”
5. Cenk Eden – Rüzgarsız Şehir, 1999
Bir Kim Kessler Uzay Polisiyesi olarak takdim edilen Rüzgarsız Şehir, Türk romanında neredeyse hiç olmayan bilimkurgusal bir polisiye. Eser Kaktüs Kahvesi Polisiye Roman Yarışması’nda 1999 Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Rüzgarsız Şehir’de yaşanılan gezegende yaklaşan son bekleniyor ve oldukça kaotik bir yaşam tarzının hüküm sürdüğü bir toplumsal yapı mevcut. Bağımsız dedektif Kim Kessler, seri cinayetler işleyen bir katilin peşindedir. Katil, hayranı olduğu bir medya yıldızının yer aldığı rüyaları satın alan insanları şiddet dolu yöntemlerle öldürmektedir. Sonuçta, rüya satıcısı bir kişiyi ve rüya karaborsacılarını takip eden polisler, rastlantıların yardımıyla muammayı çözerler. Bilimkurguyla polisiyeyi harmanlayan Rüzgarsız Şehir romanıyla türün yerli edebiyatımız açısından en iyi örneklerinden birini veren Cenk Eden, ne yazık ki yazmayı sürdürmedi.
“Gülerek çantasından CPS modülünü çıkardı ve gülümsemesi soğuk gecede dondu. Modülün güç ünitesinin üzerindeki uyarı lambası zayıf kırmızı bir ışık yayıyordu. İçten içe kendine kızarak unutkan bir dedektifin yapması gereken şeyi yaptı. Küfretti. İstemeye istemeye panoya göz gezdirip “Şimdi buradasınız” işaretini buldu. İşaret yanıp sönen tarafta aşağıda bir yerlerdeydi. Bu arada şehrin yarısı bir an kararıyor, bir an aydınlanıyordu. Şimdi buradasınız, şimdi yoksunuz. Birkaç metre ileride, kararlı bir biçimde yanan lambalarıyla hizmete hazır olduğunu adeta mağrur bir ifadeyle haykıran Cola otomatını gördü ve belli belirsiz küfretti. Tekrar panoya döndü, panonun yarısı birden karardı. Bekledi. Panoda hareket yoktu. Çevresine şöyle bir bakındı. Peron hala boştu. Hafifçe vurdu panoya, değişiklik olmadı. Şehrin yarısı hala karanlıktı. Bu defa sertçe vurdu, panonun yarısı yine yanıp sönmeye başladı.”
6. Birol Oğuz (1957 – ) – Siyah Mavi, 2001
Hugh Wyndham Brunel Hawes olan adını söylemekte herkes öyle zorlanmış ki sonunda ismini Birol Oğuz yapmış. Güzel Sanatlar eğitimini İngiltere ve Amerika’da tamamlamış. 1980 yılında evlenip Türkiye’ye yerleşmiş. Türk vatandaşlığına geçmiş. Dergi editörlüğü, öğretmenlik, tercümanlık, reklam metni yazarlığı, gazetecilik yapan Birol Oğuz’un hikaye ve senaryoları da var. Birol Oğuz’un kitaplarındaki başkarakter, özel dedektif Suat Erez, eski bir polis memuru. Üstelik de bir kadın, Cihangir semtinde, kedisi Tıkır ile birlikte Boğaz ve Haliç manzaralı bir evde yaşıyor. Polisliği babadan kalma, bir süre teşkilatta çalışmış, ordu istihbaratında görevli bir Amerikalı ile evlenmiş, bu nedenle işinden ayrılmış, ABD’ye yerleşmiş, bir de kızı olmuş. Ne var ki uzun sürmemiş evlilik, kocası çocuğunu alıp sırra kadem basınca, Suat Erez çaresizlik içinde Türkiye’ye dönmüş. Şans eseri de özel dedeklifliğe başlamış.
Siyah Mavi’de Suat Erez, güney sahillerimizde yaşanan tarihi eser kaçakçılığı ile ilgileniyor. Bu nedenle yanında arkeolog Arif var. Araştırma ilerledikçe batık denizaltının sırları aydınlanırken, doğal olarak cinayetler de eksik olmuyor. Arif ile aralarındaki yakınlaşma sayesinde Suat’ın hayatı biraz olsun renklenir, ama kızına olan hasretinde değişen bir şey olmaz.
“Dikiz aynasına baktığında arkadan gelen bir arabanın farlarım fark etti. Vadinin aşağısındaydı ve aralarında epeyce mesafe vardı. Bu her kimse, farlarının virajlarda verdiği görüntüden anlaşıldığı kadarıyla çok hızlı yol alıyordu. Suat gazı kökledi. Motorun yükselen homurtusuyla birlikte cip, ok gibi öne fırladı. Arkadaki araba kendisine yetişmeden anayola çıkmak için dua etti. Duası kabul olursa takip eden araç, Suat’ın hangi yöne gittiğini kestiremeyecekti. Antalya yoluna sapmaları fazla uzun sürmezdi, boş ümitler beslememeliydi. Anayol, Suat’a yol kenarına bir yerlere saklanma şansı verecekti. Böylece araç onu görmeden, önünden geçip gidebilirdi, ama böyle giderse daracık yolda Suat’ın şansı yoktu. Suat son sürat anayola fırlayınca arabası savruldu ve direksiyon kontrolünü kaybedip kendini yolun öbür tarafında buldu. Kendini toparlayıp tekrar kendi şeridine geçerek yönünü düzeltmeyi başardı. Bu arada savrulmadan dolayı belini çok kötü çarpmıştı. Duyduğu acıdan gözleri yaşarsa da bakışlarını aynadan ayırmıyordu. Arkasından henüz hiçbir ışık görünmüyordu. Bir kilometre kadar yol aldıktan sonra yokuş aşağı giderken, sağda, anayoldan zor görülen bir patikayı fark edip frenlere yüklendi.”
7. Rıza Kıraç (1970 – ) – Cin Treni, 2004
Dokuz Eylül ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde sinema-TV eğitimi alan Kıraç çeşitli belgesellerde, tanıtım ve reklam filmlerinde senaristlik ve yönetmenlik yaptı. İlk roman denemesi olan Cin Treni bir polisiye. Katil kim tarzında bir polisiye değil ama, Amerikan filmlerini andıran mafyatik bir öyküsü var romanın. Fakat diğer polisiyelerden farklı olarak dedektif yok.
Rıza Kıraç, Cin Treni’nde gerilimli bir oyuna ortak ediyor okuyucularını. Bir grup insanın cinayet oyununa… Herkesin herkesten şüphelenebileceği bir dünyada, büyük kentte, çapraşık ilişkilerin tam ortasında gelişiyor olaylar. Sınırsız tutkular ve sınırsız hırslar yönlendiriyor bu oyunu, tıpkı dünyayı yönlendirdikleri gibi. Ve gerçek ile hayal birbirine karışıyor. İçinden çıkılmaz bir sorular yumağı oluyor ister istemez.
“Cinnet getiren bir adamın karısıyla, çocuklarını öldürdüğünü söylüyordu. Katil babanın birkaç günlük sakallı fotoğrafı ekranda göründü. Kocasının bıçak darbeleriyle ölen kadının kanlar içindeki cesedi ekrana geldiğinde Nahit, sigarasından derin bir nefes çekip söndürdü. Çocukların cesetleri battaniyeyle örtülüydü. Öğleyin bu görüntüleri kurgu odasında izlemişti. Cinayet aleti ekmek bıçağını adam yere atıp kaçmış, komşular eve doluştuğunda cesetlerle karşılaşmışlardı. Kameraman acemiliğinden mi ne bıçağı görüntülemeyi akıl edememişti. Kanlar içindeki bir bıçağı görüntülemeyi akıl edemeyen kameramanın işine hemen son verilmeliydi. Muhabir olacak salak da “Bıçağı çekmemiş miydik” diye zırvalayarak ortalıkta dolaşıyor. Nahit böyle acemiliklere katlanamıyordu. Üstelik haberin sunumu da kötüydü, iki lafı yan yana getiremeyen adamlarla çalışmanın azabı Nahit için her geçen gün biraz daha çekilmez oluyordu.”
8. Mehmet Murat Somer (1959 – ) – Jigolo Cinayeti, 2003
Mehmet Murat Somer’in dünyanın ilk travesti dedektifi Burçak Veral’ın maceralarını anlattığı 6 kitaptan oluşan Hop-Çiki-Yaya serisinin başarıları Türkiye’nin sınırlarını aştı. Dünyanın en önemli polisiye yazarlarını çatısı altında toplayan Uluslararası Polisiye Yazarlar Birliği’nin yabancı dillerden İngilizce’ye çevrilen nitelikli polisiye romanlar listesine Türkiye’den 2 yazar girmeyi başardı. Bunlardan biri Mehmet Murat Somer’in Jigolo Cinayeti, diğeri de Selçuk Altun’un Senelerce Senelerce Evveldi kitapları.
1950 İstanbul Kız Kolejleri spor karşılaşmalarında Hop-Çiki-Yaya’yı slogan olarak kullanırlarmış. 1950 sonrası özellikle gelir düzeyi yüksek kadınlar ayıplanan bir durum karşısında “Hop çiki yayalık yapma” demeye başlamış. 1960’larda Hop Çiki Yaya plaklarda alt başlık olarak eşcinsel anlamında kullanılmış. Mehmet Murat Somer Hop Çiki Yaya diyerek hem geçmiş kuşağa saygı hem de eşcinsel karşılığın gündeme girmesi için kitaplarına seri ismi olarak seçmiş.
Burçak Veral, Audrey Hepburn fiziğini daima koruyan, zeki, yeri geldiğinde şirret yeri geldiğinde pamuk kalpli, entelektüel, sosyal, Uzakdoğu dövüş sanatlarında usta ve gündüz bilgisayar uzmanı-hacker, gece ünlü bir travesti barın işletmecisi. Doğal olarak içli dışlı olduğu İstanbul sosyetesinde ve şehrin arka sokaklarında olan bitene son derece hakim. Jigolo Cinayeti’nde aşk acısıyla boğuşan Burçak Veral sosyetenin gözde simalarından özel finans danışmanı Faruk Hanoğlu, bir minibüs şöförünü öldürmek suçundan tutuklanmasından sonra maktulünün aslında ünlü bir jigolo olduğunu öğrenir ve macera böylelikle başlar.
“Ben malımı bilirim. Oturuşun kalkışın değişti, bakışların fıldır fıldır oldu yine. Biraz evvel o zarfı bir açışın vardı, içindekileri dikkatle inceleyişin… Yani mutlaka bir şeylerin peşindesin. Miss Marple iş başında. “Ama o çok yaşlı,” dedim. Agatha Christie’nin polisiyelerinde, taşradaki evinin bahçesinde, İngiliz bahçe sanatının özenle uygulanması konusunda çalışırken gördükleri ve duyduklarıyla her cinayeti çözen Miss Marple, evde kalmış, yaşlı, beyaz saçlı bir kız kurusuydu. Onun gibi olamazdım! “Bari Miss Peel deseydin. Hani Tatlı Sert dizisindeki Diana Rigg gibi. Sürekli lateks ve deriler içinde…”
“Cate Blanchett sahiden harikaydı. Ama şimdi başka bir incecik, uzun boylu kadına hayran olmak, kendimi bildim bileli idolüm olan Audrey Hepburn’a ihanet etmek gibi geliyordu. Audrey her zaman bir numaramsa, Cate’e de şimdilik ikincilik verebilirdim. Karizmasız manken hanımları listeme almamakta direniyordum.”
9. Esmahan Aykol (1970 – ) – Kitapçı Dükkanı, 2001
Esmahan Aykol, kitaplarında bir kadın dedektifin başrolü üstlendiği Türk kadın yazarlardandır. Aykol Türkiye’de bitirdiği hukuk eğitiminin ardından doktora yapmak üzere Berlin’e gitmişti. Halen hem İstanbul’da hem Berlin’de yaşıyor ve kitaplarında her iki toplumun kültürel farklarını irdeliyor. Bütün kitaplarının dili akıcıdır. Kitaplarındaki kahramanı Kati Hirschel, kendi ifadesine göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye göçmüş katolik bir Alman anne ile Alman Yahudisi bir babanın kızıdır ve Beyoğlu’nda polisiye kitaplar satan bir kitapçı dükkanı işletir. Pek genç sayılmaz, evli değildir.
Kitapçı Dükkanı’nda, Kati’nin ünlü bir oyuncu olan çocukluk arkadaşı Petra, film çekimi için İstanbul’a gelir, fakat filmin yönetmeni Kurt Müller, otel odasında ölü olarak bulunur. İyi bir polisiye okuru olan Kati de içindeki dedektif ruhuyla cinayeti çözmeye çalışır. Kati öldürülen yönetmenin geçmişinde Avrupa’da işlenmiş bir çocuk cinayetleri zinciri olduğunu öğrenecektir.
“Petra’yla görüşebilir miyim?” dedim.
“Hanımefendi, İstanbul’dan mı arıyorsunuz?” dedi, ağır bir Karadeniz şivesiyle konuşan adam.
“Sana ne?” dememek için kendimi zor tuttum. Türk erkekleri haddini bilmiyor diye ben kibarlığımı bozacak değildim.
“Neden soruyorsunuz, beyefendi?”
“Ben Ortaköy Karakolu’ndan polis memuru Alaattin. Burada bir cinayet soruşturması için bulunuyoruz. Eğer…”
Cinayet… Cinayet… Bugüne kadar sadece romanlarda karşılaştığım o tuhaf kelime, ilk kez gerçek hayatın içinde telaffuz ediliyordu.
“Ci.. ci.. Cinayet?? Kim? Yani Petra mı?” dedim güçlükle. Alaattin bozuntusu lafı geveliyordu, yok bilgi veremezlermiş, yok yetkisini aşarmış, şu bu.
“Bakın, Komiser Bey, ben Petra Vogel’in arkadaşıyım. Sizden öğrenmek istediğim de bir devlet sırrı değil, sadece arkadaşım Petra’nın iyi olup olmadığı.” Polis memuru Alaattin’e “Komiser” diye hitap etmek iyi fikirdi, kabul edin. Hemen yelkenleri suya indirdi.
“Petra Hanım iyi, efendim.”
“Teşekkür ederim, Komiser Bey,” dedim bir kez daha, bu kez ödül olsun diye. Petra iyiydi. Yani öldürülen Petra değildi.”
10. Sadık Yemni (1951 – ) – Kayıp Kedi, 2015
Bilimkurgu, korku, fantastik ve polisiye türünün ustası Sadık Yemni, Kayıp Kedi’yi kurguladıktan 1 ay sonra gerçekten kedisini kaybetmiş ve kitabı da kaybolan kedisi Fıkır’a ithaf etmiş. Kayıp Kedi bir polisiye, ama ülkemizde örnekleri ender görülen bir siyasi polisiye. Kitap Seksek serisinin ilk kitabı.
Kitapta, genç bir kadın İzmir’de evinde ölü bulununca MİT’e bağlı kendilerine Seksek Ekibi adını veren ve Emre Tuğrul yönetimindeki beş kişilik özel bir ekip bu kuşkulu cinayeti araştırmaya başlar. Bu araştırma sırasında suç örgütünün polis-savcı-hakim üçgeniyle işlettiği şantaj ve farklı düşünenleri ortadan kaldırma düzeninin tam merkezine dalarlar. Yemni’nin kahramanları bir yandan amansız bir kovalamacaya dalarken bir yandan da güncel politika hakkındaki fikirlerini oldukça sert yorumlarla açıklamaktan geri kalmıyorlar.
“Evimde üç kedim vardı. Biri on gün kadar önce kayboldu. Bıcır. Erkek kediydi. Çok aradım. Biri Badem. Üç yaşında. Doğuştan kör. Diğeri de Sallapati. Eve yakın bir parkta buldum. Başına küçükken bir darbe almış belki. Kamerayla çekip YouTube’a falan koysaydım tıklanma rekoru kırabilirdi. “Türkiye her zaman olduğu gibi bir gizli servis ajanı cennetiydi. Kürt-Türk işbirliğini engellemek ve ülkedeki istikrarı sarsmak için binbir dümen çevriliyordu. Bu nedenle, MİT mensuplarının mesaisi bayağı yoğundu.”
11. Nihan Taştekin – Yağmur Başlamıştı, 2002
Yazar Nihan Taştekin, uzun yıllar gazetecilik yaptıktan sonra günümüzde gazetecilik mesleğini bırakmış ve Ayvalık’ta yaşıyor. Bir yanda sahaflık yaparken yazarlığa da devam ediyor. Romanın kahramanı Ece, kedisi Mırmır’la Beyoğlu’nda yaşayan, polisiye olayları kovalayan bir TV muhabirdir. Cinayetlere, katillere polisliğe merakından değil, işi gereği karışıyor. Üstelik yaptığı işten de memnun değildir. İstanbul’da seri cinayetlerden kuşkulanan polis bir gün bir maktülun yanı başında bir kağıda yazılmış bir şiir bulur. Şiirin, ülkenin tanınmış şairlerinden birine ait olduğunu anlayan Ece, sevdiği bir şairin adının da karıştığı bu gizemli olayın üstüne gitmeye karar verir.
“Kaç yıldır burada kapıcısınız ?”
“Valla, beş yıl oldu herhalde.”
“Ya Madam? O ne zaman taşınmış?”
“O gelin gelmiş bu eve, öyle demişti bir seferinde. Aman Madam ne yapacaksın bu koca evde, sat burayı, düzayak bir eve taşın, demiştim de, senin üstüne vazife mi, diye azarlamıştı beni. Romatizmalı mıymış neymiş.. Yine de haftanın iki günü, bastonuna dayanıp tıkır tıkır giderdi.”
“Nereye gittiğini söylemiş miydi?”
“Valla, bir kuzeni varmış, tek akrabası galiba… O da bunun gibi yaşlı bir kadıncağızmış. Ama o hiç yürüyemiyor muydu neydi artık… bir kere bile rastlamadım gelişine.”
“Son günlerde geleni gideni olmuş muydu Madam’ın?”
“Polis de sordu aynı soruyu. Fransa’dan bir yakını gelmişti. Ben görmedim. Madam, onun şerefine gözü gibi sakındığı şaraplarından iki şişeyi indirtmişti de raftan beni çağırıp, o zaman söylediydi.”
“Alışverişini siz yapıyordunuz herhalde?”
“Başka kim yapacak? Pintiydi de ha, hiç bahşişini görmedim. Halbuki bankada yığınla parası varmış diyorlar. Yalan dünya… Kimseye kalmıyor.”
Kaynak
Postmodern Polisiye Roman ve Pınar Kür’ün Bir Cinayet Romanı, Sherlock Holmes ve Mike Hammer Türkiye’de, Türk Edebiyatı’nda Polisiye Roman ve Ahmet Ümit’in Polisiye Roman Kurguları, Türkiye’de Polisiye Roman: Osman Aysu Romanları