TELEFON
Gün içerisinde iletişimi sağlayan mesafeleri kısaltan icat, gün geçmiyor ki bir üst modeli çıkmasın. Alexander Graham Bell bir daha dünyaya gelse icat ettiği aracın nasıl fiziksel olarak bu kadar küçülüp hafıza olarak büyüdüğünü görse herhalde şaşkınlıktan bir daha ölebilir.
Eskilerde sadece mahallenin ya da köyün en zengininde bulunan cihaz, gerçek anlamıyla iletişim sağlamak için kullanılırken bugünlerde insanlar sanki literatüre bir şeyler yetiştirmek için saatlerce bakın dakikalarca demiyorum saatlerce telefonla konuşup ellerinden telefonu düşürmüyorlar. Telefonun şarjı bitse sanki bir şeylerden geri kalmış gibi mutsuz, huzursuz bir hale dönüşüyorlar.
Şimdilerde dijital çağda büyüyen bizler, telefonsuz bir hayatı hayal edemiyoruz. Nasıl bebeklerin emzikleri ağızlarından düşünce çığlıkları koparıyorsa bizlerde telefondan ayrı kalınca nomofobiye sürükleniyoruz.
Telefonun küçülüp ceplerimize girmesi dünyamızı o küçük kutuya sığdırmamız, hiç kimse olmasına gerek yok kendi oluşturduğumuz sanal alemde takılmak bize iyi geldiğini düşünerek bir oyun içine sürükleniyoruz.
Bundan birkaç yıl önce sadece yetişkinlerde olan icat artık ilkokul çocuklarının eline kadar düştü. Dünyanın hızlı değişmesi, yaşanan olaylardan dolayı çıkan korku, çocukların eline telefonu verip her şeyden haberdar olma isteğiydi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Çocuklarımızın güvenliğini sağlayalım derken beyinlerinin yok olmasında sebep olduk. Okullarda çocuklar artık teneffüslerde arkadaşlarıyla konuşmuyor, oynamıyor, koşmuyor. Herkes kendi kurduğu camın arkasındaki insanlarla iletişime giriyor. Yakını bırakıp uzağa gidiyor ama yaşadıkları ilişki yakın değil uzak bir ilişki oluyor.
Artık o kutucukla sadece konuşulmuyor. Fotoğraf, video çekilebiliyor, görüntülü konuşarak sosyal medya üzerinden para bile kazanılabiliyor. Sosyal medya ile hiç tanımadıkları ve hiçbir zaman tanıyamayacakları insanların bütün özel hayatlarına ortak olmaları, gece giysilerinden diş fırçalarına, dolaplarındaki yiyecekleri gösterme uğraşı korkutuyor. Eskiden komşusu açken tok yatan bizden değildir düsturu ile evde pişen yemeklerden komşulara verilirken şimdi asansörde, bahçede gördüğümüz komşularımıza selam vermeyip sosyal medyada takip etmek neyin ürünü olabilir bilemiyorum.
Sosyal medyadan en çok etkilenenlerden biri de çocuklar oldu. Bu platformda daha popüler olmak için çocukların ihmal edilmesi ayrı bir dert. Onların bu içerikler için kurban edilmiş olması ayrı… Çocukların yeri parktır, bahçedir, ağaç tepesidir. Her gün evin içinde skeç çekmek değil. Ama maalesef ki şimdi annelerin elinde bir oyun hamuru gibi ufalanmaktalar. Babaanneler, dedeler, kocalar nasıl oldular da kendilerini bu oyunun içinde buldular. Belki seslerini hiç duymayan yaşlı teyzeler, kızlarının, gelinlerinin kurbanı olarak kahkaha sebebi oldular. Bu platformlarda en üzülecek kişiler ise kocalar oldu. Hangi kılığa gireceklerini bilemiyorlar. Eskiden büyüklerinin yanında çocuklarını sevemeyen hanımlara ismi ile seslenmeyen babaların evlatları şimdi bir şehpazeye dönüştü.
Suç kimde sorusunu sorduğumuzdan ok tekrar bize dönüyor. Bir icat nasıl oluyor da bizim ayrılmaz parçamız haline geliyor. Bir sıkıntımız derdimiz olduğunda, bir komşuyla bir akrabayla dertleşmek yerine ruhumuzu rahatlatmak, beynimizi boşaltmak için sosyal medyaya koşuyoruz. Bir camın arkasından bu kadar insanı tanımak bize bir şey kazandırmaz, bilakis beynimizi yorar. Fakat klavyesinin başında atıp tutmak, kolaya kaçmak bir tür sığınma şekli olabilir.
Tabii ki telefonun yararı var ama güzel kullanırsak. Bir bıçak düşünelim, istediklerimizi istediğimiz gibi kesebiliyoruz değil mi? Ama yanlış bir harekete saplanabilir. Sosyal medyada telefonu yanlış kullanmanın sonucunda aile kurumlarına zarar verebilir ki veriyor. Bunun birçok örneğini görebiliyoruz. Biz bir oyunun içindeyiz ama farkında değiliz. Toprak kaymaya başladı. Kaybımız çocuklarımız, geleceğimiz olacak.
Umarım en kısa zamanda telefonu nasıl kullanılır öğreniriz yoksa toprak camı kapatacak…
Sümeyra Özler