Sen Ölürsen Bana Ne Olacak, Anne?

Sen Ölürsen Bana Ne Olacak, Anne? Türkiye’de kadınların ortalama ömrü 82 yılmış. Annem çoktan geçti o yaşı. Ama hâlâ pazara gidiyor, hâlâ otları ayıklıyor, hâlâ bana kızıyor. Her an bir şey olabilir diye düşünüyorum. Koltukta dizlerini izlerken, çay içerken ya da sadece uyurken… Bir sabah, gözlerini bir daha açmazsa diye… İçimde görünmez bir düğümle yaşıyorum. Narin kırk beş yaşındaydı.

Sen Ölürsen Bana Ne Olacak, Anne? Türkiye’de kadınların ortalama ömrü 82 yılmış. Annem çoktan geçti o yaşı. Ama hâlâ pazara gidiyor, hâlâ otları ayıklıyor, hâlâ bana kızıyor. Her an bir şey olabilir diye düşünüyorum. Koltukta dizlerini izlerken, çay içerken ya da sadece uyurken… Bir sabah, gözlerini bir daha açmazsa diye… İçimde görünmez bir düğümle yaşıyorum. Narin kırk beş yaşındaydı. Hiç evlenmedi. Ortaokulu bitirdiği yıl babasını toprağa verdiler. O günden sonra annesiyle birlikte, eski bir evin duvarlarına sığındılar. Ev sessizdi. Ama her şey konuşuyordu aslında. Tahta gıcırtıları… Sobanın çıtırtısı… Duvardaki saat tik tak değil, sanki “gitme” “kal” diye atıyordu. Zaman durmuştu. Ya da ikisi de zamanın dışında kalmıştı. Günler aynıydı. Pazara birlikte gidilir, çay demlenir, faturalar zamanında ödenirdi. Komşularla gün yapılırdı. Narin'in annesinden başka bir hayatı yoktu. Bazen komşular:"Narin sana bir kısmet var,evlen artık."dediklerinde. " Olmaz anneme bakıyorum ben." deyip kestirirdi lafı. Ama görünmeyen bir şey vardı annesiyle aralarında: Sanki hâlâ birbirlerine bağlıydılar, doğdukları günkü gibi… Kopmamış bir göbek bağı gibi… Annesi eskiden beri hep aynı şeyi söylerdi Narin'e:
“Erkeklerden uzak dur. Günah. Ayıp. Öpersen çarpılırsın.”
Narin hiç öpülmedi. Hiç sarılmadı biriyle. Hiç âşık olmadı. Ama annesinin çaydanlığına aşinaydı, sesine, kokusuna, gölgelerine... Ona aşkla bağlıydı belki de. Ama geceleri… Geceleri kalbi başka atardı. Ya sabah annesi uyanmazsa? Ya çay demlenmezse? Ya o pencereye gidip de o beklediği adımları duyamazsa? İçinden bir şey çekilir gibi olurdu. Nefesi yetmezdi. Boğazına görünmez bir taş oturur, kalbi göğsünü yumruklardı.
“Bu sefer bu,” derdi.
“Bu son anım.” Sonra geçerdi. Ve ertesi sabah yine birlikte pazara giderlerdi. Narin yıllar önce terapiye gitmişti. Panik atak geçirdiği için. “Nasıl başladı?” diye sormuştu terapist. “Ortaokulda bir köpek saldırmıştı. Sonra bir süre hiçbir şey olmadı. Ama aylar sonra, o ısırığın içime bir korku bıraktığını anladım… Kalbim karnımda atıyordu sanki, garip sesler duyuyordum içimden.” İlaçlar, seanslar, hastane günleri… Sonra bir gün “iyileştim” dedi. Ama sadece gitmeyi bıraktı. Artık neredeyse her ay altı yedi kez acile gidiyordu. Geçen ay on iki kez gitmişti. Bir doktor şöyle demişti:
“Motor gibisin. Kalbin çalışıyor işte.”
Ama Narin biliyordu. O motor paslıydı. Saat gibiydi, her tik takı içinden duyuyordu. Ve bir ses hep kulağında:
“Ya nefesim bir daha geri gelmezse?”
“Ya annem düşüp kalırsa?” “Ya birlikte, acı çekerek ölürsek?” Çünkü bazen ölüm dışarıdan gelmez. İçeriden başlar. Ve bazen insan, ölmekten değil, tek başına yaşamak zorunda kalmaktan Kırk beş yıl boyunca her sabah annesiyle tartışarak çay içti. Her sabah, hiçbir şey olmamış gibi sokağa çıktılar. Ama aslında her gün bir veda provasına benziyordu. Bir gün gerçekten veda edeceğini bilerek… Ama bilmemeyi seçerek. Geceleri herkes uyurken, Narin uyanıktı. O, bir şey olmasın diye nöbet tutuyordu. Sanki dikkatini bir an kaybetse… annesi sonsuza dek susacaktı. Her panik, bir prova gibiydi. Her çarpıntı, bir uyarı. Her gözyaşı, gizli bir vedaydı. Ama annesi hâlâ yaşıyordu. Ve Narin hâlâ ölmeye devam ediyordu. Bazen düşünüyordu kendi kendine:
“Ya o köpek beni ısırdığında, vücuduma görünmeyen bir virüs bıraktıysa?
Ölüm korkusu gibi... Yavaş yavaş içimde büyüyen, bir tür yaşam zehiri gibi.” Meltem Yalçın