Sanatçı Burhan Kum ile Söyleşi
Burhan Kum, Ercan Ayçiçek, Güven Kıraç, Ertuğrul Güngör & Faruk Ertekin, Kübra Kılıç, Ataman Oğuz Deniz Gökduman ve Meltem Sarıkaya’nın yer aldığı Being Human adlı karma sergi 3 Mart tarihinde Antalya’daki den art gallery’de sanatseverlerle buluştu. Biz de sanatçılardan Burhan Kum ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
–Sizin “being human” tanımınız nedir?
Bir parçası olduğumuz toplumun serginin arifesinde yaşanan korkunç deprem felaketine verdiği iki ayrı tepki, benim için bu soruya net bir cevap verme olanağı sundu: Bir tarafta mağdurlara yardım için hiçbir karşılık beklemeden yardım örgütleyen ya da bölgeye koşanlara, diğer yanda siyasi, ekonomik veya kişisel çıkar uğruna insanların mağduriyetlerinden faydalananlara tanık olduk. İlk gruptakilerin insan oldukları kesin de, ikinci grubu nasıl tanımlayacağımı bilemiyorum.
–Sanatınızda “insan“ nerede yer alıyor?
Hedefinde… Sanat doğrudan ifade ancak dolaylı bir iletişim aracı olduğu için sanat aracılığıyla insana ulaşmaya çalışıyorum. Bunun için de insandan hareket etmekten başka bir yol görünmüyor. İnsanı gözlemleyerek oluşturduğumuz birikim ancak deneyimlerimizle yoğurup yine insanlarla paylaştığımızda anlam kazanır. İzleyici insan yoksa sanattan söz edilemez.
–Türkiye’de art arda yaşanılan olumsuzluklara baktığımızda özellikle sanat dünyası ile ilgili nasıl bir umut taşıyorsunuz?
Herhangi bir umut ya da beklenti içinde olmadan çalışıyorum çünkü umut, ne yazık ki içinde bolca hayal kırıklığını barındırıyor. Sanat, özellikle de resim sanatı bu toplum için o kadar sıra dışı ki azınlığın içindeki küçük bir gruba ulaşmak bile küçük bir ihtimal. Bu durumda sanat üretmeyi neden sürdürdüğümün cevabı ise yukarıda açıkladığım insan olma sorumluluğuyla ilgili. Geleceğe işaretler bırakmaya çalışıyorum, eğer bunu umut kabul ederseniz.
–Galeriniz Öktem Aykut’ta geçtiğimiz Kasım’da kişisel bir serginiz oldu, acaba sırada ne var?
Şu anda, beni tanıyanlar için beklenmedik bir adım olan soyut resimler yapıyorum. Nedeni de, kaçınılmaz biçimde parçası olduğumuz ülkede yaşananlar. Göz Kararı sergimin ardından yeni bir yürüyüş için olağan araştırma sürecindeyken hepimizi derinden etkileyen deprem gerçekleşti. Yaşanan yıkımın boyutu ve ortaya çıkan acılar, anlatılabilecek her kişisel hikâyeyi anlamsız kılıyordu. Düşünceler yerini ifadesi olanaksız duygulara bırakmıştı. Devrilmiş beton bloklar arasında ezilmiş, parçalanmış bedenler, kimsesiz kalan çocuklar ve kar altında yardım bekleyen insanların öfkesi karşısında, Adorno’dan ilhamla “insan bedeni resmetmenin anlamsız olduğu” bir noktada buldum kendimi. El altında olan tabirle, fay hattıyla birlikte üretim biçimimde de bir kırılma gerçekleşti. Ancak, bu boyuttaki bir felakete saf duyguların özgür ifadesi olan soyut resim aracılığıyla cevap verebileceğim inancım da kısa sürede yıkıldı. İçinde bulunduğumuz dijital zamanda –ve özellikle de bu toplumda– insanın kendini özgürce ifade edebileceği düşüncesinin bir hayal olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Bu da beni içgüdüsel tepkileri sınırlanmış dijital şablonlar aracılığıyla aktarma aşamasına getirdi. Şu anda yapmaya çalıştığım işe “bastırılmış dışavurumculuk” diyorum.
–Şimdiye kadar 2 çizgi roman gerçekleştirdiniz, üçüncüsünü yapmayı düşünüyor musunuz?
Bir anlatım aracı olarak gördüğüm çizgi romanlarım genel üretim sürecimden bağımsız yürümüyor. İçinde bulunduğum ruh halinden ötürü doğrudan anlatım aşamasında değilim. Fakat biliyoruz ki, her yıkım bir inşa sürecini doğurur. Geçen yıl ’68 Kuşağının 1969 yazında Hakkâri Zap Suyu üzerine inşa ettiği “Devrimci Gençlik Köprüsü” ile ilgili bir senaryo yazıyordum. Tam bir isyan ve toplumsal dayanışma öyküsüdür. İnşa edilen köprünün 1999’da devlet tarafından bombalanarak yıkılıp, 2010’da dönemin gençliği tarafından yeniden inşa edilmesi ülkede yüz yıllardır yaşananların bir metaforu gibidir. Bu öyküyü soyut bir anlatım dili ile birleştirebilirsem, neden olmasın?