ŞALTERİ ATMIŞ HAYATLAR… IŞIĞI TÜKENMİŞ UMUTLAR… PEKİ, SEBEP NE?
Dışarıda güneşli bir hava hâkimdi. Kış ağır, soğuk örtüsünü kaldırmış, doğa içinin tüm güzel hayallerini dışa vuran bir yürek misali, güneşi sergiye çıkarmış, ağaçlar düğüne hazırlanan gelinler gibi çiçeklerini takmış takıştırmıştı.
Ben tam bu duygularla, içimin kıpır kıpır tüm umutlarıyla arkadaşımın koluna girmiş, gözlerim güzelliklerle mahmur bir halde ilerlerken bir anda : ‘Bu bahar yeni yeni umutlar, bu güneşte o umutların ışığı olsun mu?’ deyiverdim arkadaşıma. Her gördüğüm şeyde aradığım onca anlamı bilen arkadaşım yüzüne yerleştirdiği o kocaman tebessüm ile: ‘olsun tabii ki’ dedi. O sırada tam arkamızdan bir ses müdahale etti konuşmamıza : ‘hayatımın şalteri atmış be abla ne ışığından bahsediyorsun?’ bu söz tüm duygu dünyamı ortadan ikiye keskin bir kılıç gibi bölmüş, yüzümde ki o tebessümü bir anda alıp götürmüştü, hızla döndüm ardıma ve gördüğüm manzara, bu cümlenin neden kurulduğunu anlatıyordu aslında. O ağır cümle, karşımda duran o masum bir çift göze, taş çatlasa on bir on iki yaşlarında bir çocuğa aitti. Eline satması için verilmiş bir top kağıt mendil, nazarda kirli ama özünde tertemiz ellerinde iğreti duruyordu. Üzerinde ki eskimiş kıyafetleri ve çıplak ayaklarına geçirdiği yarı yırtık terlikleriyle içimin duygu dünyasında kaç büyük depreme sebep olmuştu sayısını bilmiyorum.
Çocuk dünyasından kocaman bir kelam edip beni kendine kilitleyen bu çocuğa az önce kurmuş olduğu cümleyi tekrarlatmaya niyetim yoktu fakat, onun da boyuna denk gelecek şekilde önünde eğilerek biraz da umut veren bir ses tonuyla: ‘dur bakalım küçük adam daha bu yaşta o ne büyük söz? Hayat sana ne ışıklar sunacak daha, hayattan ne ara elektriğini aldın da şalteri attı diyorsun?’ dedim. Cevabını bildiğim bir soruyu sormuştum aslında, açıkçası o cümleyi kurarken ben bile o enkaz bakışların altında ezilmiştim, farkındaydım çok tesirli olmayacağının. Yüzün de yarı bitkinlik, yarı alaycı bir bakışla söylediğim sözün ona hiçbir faydasının olmadığını ispat edercesine: ‘mendil alır mısın abla?’ dedi. Önce başını okşadım bir şeyler diyecek gibi oldum, sonra omzuna indirdiğim elimle ‘ver bakalım iki tane’ dedim, zoraki gülümseyerek. Kendi tercihi olmadığını ve bu hayata mecbur bırakıldığını haykırdı o dakika bana o bakışlarıyla. Ben çöktüğüm yerde kala kalırken, o küçük adam avuçlarına sıkıştırdığı parayla çoktan, onun da deyimiyle şalteri atmış hayatına iş başı yapmıştı.
Peki, sebep ne?
O çocuğu o gün belki de akşama kadar düşündüm, hayata eşit şartlarda gelmemiştik kesinlikle ve benim sarf ettiğim o cümle, onun dünyasında farklı kapıları aralamıştı ki bana o cevabı layık gördü. Peki, o çocuk kadar dertlerimiz olmadığı halde biz neden verilen nimetler arasında umutsuzluk içine düşüyor ve verilen hayatımıza aykırı davranıyorduk? Sebep neydi? Bu defa bu soruların cevabını arıyordum beynimde. Çok geçmeden de buldum, insanoğlu hep daha fazlasını istiyordu çünkü. Nefis denilen o illet duygu doymak bilmiyordu. Ve en ufak şeylerde sanki dünya yıkılmış ve altında bir tek biz kalmışız gibi davranıp hayatın tüm ışıklarını söndürüyorduk. O çocuk küçüktü ama büyük düşünmüştü, bizler ise büyüktük ve küçük düşünüyorduk. Bir kitapta okumuştum sanırım bu cümlelerimin özeti gibi bir sözdü:
‘Garip bir zamanda yaşıyoruz. Tuşsuz telefonlar, kulpsuz kapılar, duygusuz ilişkiler ve beyinsiz, düşüncesiz insanlar’
O zaman da çok hoşuma giden bu söz, yaşadığım olayın üzerine beyin dünyamdan sökülüp dökülüvermişti dilime. Azıcık dertlerimizi büyütüp isyan kapılarını sonuna kadar aralayıp, bir başkası başına gelen bir olaya üzülünce ağız dolusu samimiyetsiz bir şekilde ‘imtihan dünyası’ diyen bir garip topluluk olup çıkmıştık işin özü.
O günden sonra kendimin de uyguladığı ve sürekli tekrarladığı yapılması gereken ne? Sorusunun yegâne cevabı ise şuydu: Başımıza gelen musibetlerde sabrı elden bırakmayıp, umut dünyamızın ışıklarını hemen kapatmadan ve bizden daha kötü durumda, daha ağır imtihanlarda olanları göz önüne alıp şükürle yolumuza devam etmekti. Bize sunulan bu hayatın tüm imkânlarını değerlendirip bütün yolları denemeden ‘yapılacak bir şey artık kalmadı’ diye hayıflanmamak, insanların çektiği zorlukları hafife almamak ve her insanın farklı fıtrata sahip olduğunu akıldan çıkarmamaktı. Tüm olumsuzluklar bir olup üzerine gelse bile her kışın bir baharı olduğunu bilip, hep güzele odaklanmaktı. Çünkü en azından bizler o küçük adam gibi çocukluğu elinden alınmış kimseler değildik. Ve çözümü olan dertlerimizi çözüp tıpkı o çocuğun dünyası gibi dünyalara ışık tutmak için çabalamalıydık. Gerçekten umutsuz ve ışıksız olan dünyalara…
Velhasıl hayatınızın elektriğine sözde, fazla dertten(!)su kaçırıp şalteri attırmayı bırakın ve ışığınızın sönmesine asla izin vermeyin. Çıkın karanlık dünyanızdan ve hayatın ışıkları yanınca bakın bakalım hangi güzellikler sizlere merhaba diyor…