Okunması Gereken Dünya Klasikleri

Klasikler, haklarında duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten okuduğumuzda o kadar yeni, beklenmedik, benzersiz bulduğumuz kitaplardır. Eski çağların tılsımları gibi, evrenin eşdeğeri biçimini alan bir kitaba klasik denir. En uyumsuz güncelliğin egemen olduğu yerde bile, arka plandaki gürültü gibi varlığını sürdüren şey, klasiktir.” (Italo Calvino’nun Klasikleri Niçin Okumalı? kitabından alıntı)

Carl Schleicher, Der Bücherwurm

1. Suç ve Ceza, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1866

1860’lı yılların Petersburg’unda buhran ve yokluk içerisinde bir hukuk öğrencisi olan Raskolnikov, tabuta benzeyen odasında, geçinmek için eşyalarını rehin verdiği tefeci kadını öldürme planı yapar. Ancak eyleme geçtiği sırada, yanında iyi bir insan olan kız kardeşinin olacağını hiç hesaba katmamıştır. Raskolnikov’un içine düştüğü ikilem ve psikolojik hesaplaşmalar, yüzyıllardır bütün dünyayı Tanrı’nın yokluğunda insanın sınırı ne olmalıdır sorusu ile kasıp kavurarak Rus Edebiyatı’nın en büyük eserinin doğmasını sağlamıştır.

“Heyecanını sözcüklerle de, ses tonuyla da anlatamıyordu. Daha yaşlı kadının evine giderken yolda yüreğini sıkıştırmaya, ezmeye başlayan sınırsız tiksinti duygusu şimdi öylesine büyümüş, öylesine belirginleşmişti ki, bu can sıkıntısından nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Yanından gelip geçenleri görmeden, insanlara çarparak sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordu yaya kaldırımında. Ancak bir sokak ötede biraz gelebildi kendine. Çevresine bakınınca, yaya kaldırımından merdivenle inilen bodrum kat bir meyhanenin önünde olduğunu fark etti.”

2. Savaş ve Barış, Lev Tolstoy, 1867

Savaş ve Barış, Tolstoy’un en büyük romanı olarak kabul edilir. Tolstoy, Napolyon Savaşları’nı Rus toplumuna etkileri açısından anlatırken, kahramanlarının 1820’ye kadarki gelişimlerini özetler. Yüzden fazla kişinin yer aldığı bu olaylar dizisi, daha çok dört soylu ailenin bireyleri arasındaki ilişkilerle dile getirilir.

Tolstoy’un 1854 – 1855’teki Kırım Savaşı sırasında, Türkler, İngilizler ve Fransızlara karşı çarpıştığını biliyoruz. Muhtemel ki Tolstoy, savaş meydanı betimlemelerini yaşadığı deneyimlerinden almaktadır. Tolstoy’un Savaş ve Barışı’nın bu denli güçlü bir eser olmasının en önemli nedeni, yazarın savaş ve tahakküm sorununa, savaş yaşayan insanlık durumlarına getirdiği filozofik yaklaşımdır. Eser, dramatik kurgu, çarpıcı karakterler, usta betimlemeler ve mükemmel yazılmış savaş temalı aksiyon sahneleri sunar, tüm bunların yanı sıra insanlığın varoluş sorunu dair tartışmaları da gündemimize taşır.

“Kötü ne? İyi ne? Neyi sevmek, neden nefret etmek gerekiyor? Ne uğruna yaşanmalı ve ben neyim? Yaşam ne, ölüm ne? Hangi güç her şeye hükmediyor? Bütün bu sorulara verilecek tek bir cevap vardı ve o da hiç mantıklı değildi. Öleceksin ve her şey bitecek. Öleceksin ve her şeyin cevabını öğreneceksin, ya da soru sormayı bırakacaksın. Ama ölmek de korkunçtu.”

Auguste Toulmouche, In The Library, 1872

3. Anton Çehov’dan Hikayeler, Anton Çehov

Kısa öykünün ustası olarak Rus ve Dünya Edebiyatı’nda yerini alan Çehov’un ilk bakışta hiçbir anlam ifade etmeyen ufak ayrıntılara olan düşkünlüğü, kahramanlarının içsel yaşamlarını en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilme yeteneği, hafif mizah, keskin hiciv, iç karartıcı ve hüzünlü motifleriyle, yalnızca anavatanının değil, tüm Dünya Edebiyatı’nın gelişimini etkilemiştir. Her öyküsünde başka bir hayatı kaleme alan Çehov, büyük romanlarda yaratılan devasa tabloları, öykülerinde kendi üslubunca daha az olay ve kişiye indirgeyerek farklı anlatım tarzı sergilemiştir.

“Gene de ölümden söz edilirken akla gelen o itici korku yatak odasında hissedilmiyordu. Odadaki her şeyin öylece donup kalışında, annenin duruşunda, doktorun umursamaz yüzünde insanın içine dokunan, etkileyici bir şey vardı. Biz insanların anlayıp başkalarına anlatmayı daha uzun süre öğreneceğimiz, sanırım yalnızca müziğin yansıtma gücü bulabileceği, insan kederinin güzelliğiydi bu, hissedilmesi oldukça güç, incenin incesi bir güzellik!” (Düşmanlar)

4. Büyük Umutlar, Charles Dickens, 1861

Büyük Umutlar, Charles Dickens’ın en beğenilen, en çok okunan yapıtlarından biridir. Bu romanında yazar, insanlar arasındaki sevgisizliğe, ikiyüzlülüğe karşı çıkarken, para hırsı ve ayrımcılık üzerine kurulu toplum düzenine de acımasızca saldırır. Büyük Umutlar, yazarın canlandırdığı çok renkli, unutulmaz kahramanlarının yer aldığı bir roman. Dickens, metinlerindeki kahramanların yaşadıkları iç çatışmaları merkeze alarak mükemmel karakter analizlerine de ulaşır. Anlattığı hikayenin evrenselliği içinde gezinirken, bugünden bakıp dokunabileceğiniz şeyler bulursunuz.

“Kim tarafından yetiştirilirse yetiştirilsin, bir çocuğun içinde yaşadığı küçük dünyasındaki en ince, en hassas duygu adalet duygusudur. Bir çocuğun maruz kaldığı adaletsizlik çok küçük boyutlarda olabilir, ancak çocuk küçük bir insan olsa da içinde yaşadığı dünyada sahip olduğu her şey kendi ölçülerine göre büyüktür.”

Thomas Faed RA HRSA, The Dame’s School, 1879

5. Yabancı, Albert Camus, 1942

Kuşkusuz ki Yabancı, Camus deyince ilk akla gelen romanıdır. Kişinin yaşama ve eylemlerine yabancılaşmasını anlatır. Cezayir’de bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız olan Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Meursault’un dış dünya ile arasına koyduğu mesafeyi okur anlamakta zorlanır. Annesinin ölümüne üzülmez, sevgilisinin onu sevip sevmediği sorusuna rahatça olumsuz cevap verir, tutuklandığında ise tutuklanma durumuna bile yabancıdır. Yabancı, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür.

“Yatağımın üzerine oturdu. Özel hayatım üstüne bilgi edinmişler, annemin de geçenlerde İhtiyarlar Yurdu’nda öldüğünü öğrenmişler. Marengo’da soruşturma yapmışlar. Soruşturmayı yapanlar, anacığımın gömüldüğü gün, duygusuz davrandığımı saptamışlar. Avukatım, “Bunu size sormaya sıkılıyorum, ama ne yapalım ki çok önemli. Anlıyorsunuz ya! Verecek bir yanıt bulamazsam o zaman bu, savcılığın elinde ağır basan bir kanıt olur,” dedi.”

6. Dönüşüm, Franz Kafka, 1915

Elias Canetti, Dönüşüm’ü 20. yüzyılın birkaç kusursuz sanat eserinden biri sayar ve onu Kafka’nın bile aşamadığını ifade eder. Bu kusursuzluk, Kafka’nın kullandığı sade ve minimalist üslubun, okura aynı zamanda olağanüstü zenginlikte bir imge yelpazesi sunmasında yatar.

Kafka’nın dilimize Dönüşüm ve Değişim (Die Verwandlung) adıyla çevrilmiş eseri 20. yüzyılın en önemli romanlarından biri kabul edilir. Eserde güçlü bir toplum eleştirisi yapılır ve modern toplumda insanın yabancılaşması işlenir. Kafka’nın yaşam öyküsü incelendiğinde, Dönüşüm’de Kafka’nın öz yaşamıyla paralel pek çok unsurun bulunduğu göze çarpar. Sade bir dille yazılmış bu kısa hikaye, güçlü bir kurguya sahiptir. Bu kurgu sayesinde, masalımsı ve gerçekdışı bir havada başlayan hikaye, okuyucunun beyninde gerçekçi çağırışımlar yaratmaktadır.

“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içerisinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.”

Boris Ivanovich Kopylov, Old Woman Reading, 1959

7. Goriot Baba, Honoré de Balzac, 1835

Balzac’ın başyapıtlarından ve realist romanın en iyi örneklerinden Goriot Baba eserinde, 19. yüzyılda Paris’te yaşayan bir baba ve iki kızının öyküsünün yanı sıra, o dönemdeki Fransa’nın sosyal yaşamı da anlatılır. Kızlarını tutkuyla seven zengin bir babanın, tüm servetini kızlarının önüne serdikten sonra günden güne düşüşü, saygınlığını kaybedişi, damatları yüzünden kızlarına hasret kalışı, ucuz bir pansiyon odasında kızlarını görememenin üzüntü ve acısıyla kıvranarak can verişi anlatılır.

“Eliyle yüreğine vurdu, ‘Her şey burada’ diye ekledi. ‘Benim canım iki kızımdadır. Onlar eğleniyorsa, mutluysa, güzel giyinmişse, halılar üstünde yürüyorsa, ben şu ya da bu kumaşı giymişim, şurada ya da burada yatmışım, ne önemi var? Onların yeri sıcaksa, ben üşümem; onlar gülüyorlarsa benim canım sıkılmaz. Kederlerim yalnız onların kederleridir. Siz de baba olduğunuz zaman, çocuklarınızın cıvıldaştıklarını işitip de içinizden, ‘Bunlar benden çıktı’ dediğiniz zaman, bu küçük yaratıkların kanınızın her bir damlasına bağlı olduğunu, onun en iyi yanını oluşturduğunu sezdiğiniz zaman, onlar yürüdükçe kendiniz de hareket ettiğinizi sanacaksınız, böyledir bu! Sesleri sesime yanıt verir her yerde.”

8. 1984, George Orwell, 1949

George Orwell, 1946 yazında Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü yazmaya başladığında, bir yandan verem tedavisi görüyor, sık sık hastaneye yatıyordu. Romanın ilk taslağını 1947 güzünün başlarında tamamlamış, sağlığının adamakıllı kötülediği ve acı çektiği 1948’in yaz ve güzü boyunca, kitabın tümünü gözden geçirerek yeniden daktiloya çeker. Orwell, başlangıçta öykünün geçtiği yıl olarak 1980’i seçer, kitabın tamamlanması biraz da hastalığı yüzünden uzadıkça ilkin 1980’i 1982 olarak değiştirir, daha sonra da 1984’te karar kılar. Sonradan, romanına 1984 yılını tarih biçmesinin nedenini yakın dostu, yazar Julian Symons’a açıklarken, “Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948’in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim” diyecektir.

Bir distopya olan 1984’ü çeviren Celal Üster “Bana kalırsa, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz insanlığı bekleyen bir total totalitarizm tehlikesine karşı edebiyatın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak, iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır.” der.

“Acı çektirerek. Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi?”

Pierre Auguste Renoir, Reading Couple (Aka Edmond Renoir And Marguerite Legrand), 1877

9. Bülbülü Öldürmek, Harper Lee, 1960

Bülbülü Öldürmek, 1930’ların Alabama’sında başlar, insanoğlunun en büyük hastalıklarından biri olan ırkçılığı konu eder. Amerika’nın güneyi Alabama’da, Maycomb adındaki küçük bir kasabada yaşanan ve bir siyahinin haksız yere suçlanmasıyla gelişen olaylar, küçük kahramanımız Scout Finch tarafından anlatılır. Roman her ne kadar küçük bir Amerika kasabasında geçse de, yansıttığı evrensel değerleriyle tüm sınırları ortadan kaldırır. Konu, bir çocuk bakış açısından anlatıldığı için anlatımda çocuklara has duyarlılık görülür. Romanın anlatıcısı, dokuz yaşına henüz basmamış olduğu sık sık bize hatırlatılan küçük kız Scout’un müthiş incelikli zekasına, hayata, okul yaşamına, büyüklerin dünyasına esprili bakışına, haylazlığına, bir hanımefendi olmamak için elinden geleni yapışına hayran olmamak elde değil.

Romanın bir diğer önemli kahramanı olan ve küçük Scout’a adalet, dürüstlük gibi kavramları aşılayan babası Atticus Finch’tir. Harper Lee, 1956’da yazmaya başladığı otobiyografik öykülerden yola çıkarak Bülbülü Öldürmek’i ortaya çıkarmıştır. Scout, büyük ölçüde Harper Lee’nin kendisi diyebiliriz. Lee’nin çocukluk arkadaşı Truman Capote de romanda Dill karakteri olarak yer alır.

“İstediğin kadar kuş avlayabilirsin, ama sakın bülbüle dokunma. Zararsız olanları öldürmenin günah olduğunu aklından çıkarma.”

10. Fareler ve İnsanlar, John Steinbeck, 1937

Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan John Steinbeck’in çağımızın toplumsal ve insani meselelerini ustalıkla resmettiği eserleri, modern Dünya Edebiyatı’nın başyapıtları arasında yer alır.

Steinbeck’in, 1936 yazı boyunca sık sık Sacramento’nun kuzeyindeki Gridley Göçmen Kampı’na gittiği, onlarla birlikte olmaktan hoşlandığı, pamuk toplamak için onlarla birlikte güneye gitmeyi düşündüğü kütüphaneci arkadaşı Lawrence C. Powell’e yazdıklarından biliniyor. Gezici tarım işçilerinin düşlerini ve dramlarını yansıttığı Fareler ve İnsanlar’ı (Of Mice and Men) da bu yıl içinde bitirir.

1937’de yayımlanan Fareler ve İnsanlar, kendilerine ait küçük bir ev ve arazi satın alma hayaliyle Kaliforniya’nın Salinas Vadisi’ndeki bir çiftliğe çalışmaya giden iki arkadaşın ve çiftlikte çalışan diğer işçilerin karın tokluğuna verdikleri zorlu yaşam mücadelesini anlatır.

“Biz onlar gibi değiliz. Bizim bir geleceğimiz var. Derdimizi paylaşacak, bizi seven biri var. Başımızı sokacak yer bulamadık diye barlara dalıp paramızı son kuruşuna kadar harcayanlardan değiliz biz. Öyleleri hapse girse, kimsenin umurunda olmaz. Ama biz öyle değiliz.”

Meditation, Claude Monet, 1871

11. Yüzyıllık Yalnızlık, Gabriel García Márquez, 1967

Gabriel García Márquez, 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. İsveç Bilimler Akademisi, bu ödülün gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin bir hayal dünyasında birleştiren roman ve çelişkilerinden dolayı, bu ödül Gabriel García Márquez’e verilmiştir.”

Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık’ta büyükannesinin anlattığı masallardan, toprak yiyen kız kardeşine, büyükbabasının kasvetli ve kalabalık evinden, renkli akrabalarına kadar çocukluğunun tüm gerçek kişilerini gerçeküstü, masalsı bir anlatımla yazdığı, büyülü gerçekçiliğin en önemli yapıtı olarak kabul edilen bu romanı için “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek bir cümle bulamazsınız.” der. Fantastik ve gerçeküstücülüğün aksine büyülü gerçekçilik, kişinin geçmiş ve geleneklerle bağını kesmez, yani insanı geçmişinden ve bulunduğu toplumdan uzaklaştırmaz.

“Kuşların ölümüne gerçekten onun mu neden olduğu bir türlü anlaşılamadıysa da, ne yeni gelinler canavarlar doğurdu, ne de sıcaklık arttı. Rebeca o yılın sonunda öldü. Ömrü boyunca yanından ayrılmamış olan hizmetçi Argenida, yetkililere başvurarak hanımının üç gündür odasından çıkmadığını bildirdi ve kapıyı kırdıklarında, Rebeca’yı yatağında büzülmüş buldular. Saçkırandan kel olmuştu. Parmağı da ağzındaydı. Aureliano Segunda, cenazeyi kaldırmayı üzerine aldı.”

12. Kırmızı ve Siyah, Henry Beyle Stendhal, 1831

Stendhal, edebiyatın klasiklerinden biri olan Kırmızı ve Siyah’ın konusunu gazetede çıkan bir yargılama haberinden almıştır. Kırmızı ve Siyah’ta, Julien Sorel ile Madame de Renal’in gittikçe büyüyen tutkulu aşkları anlatılır. Roman, o yıllarda kimsenin ilgisini çekmez. Ama Stendhal, eserlerinin kendi yaşadığı dönemde anlaşılamayacağını pek iyi sezecek ve “Ben eserlerimi hep birer piyango bileti saydım. Bugün çıkarmış olduğum eserler, ancak 1900 yılında yeniden basılacaktır” der.

Stendhal romantizm akımının da bir temsilcisi olarak, eserlerinde insan psikolojisini ön plana çıkarır, çağdaşlarının aksine, mümkün olduğu kadar sade ve anlaşılır bir dil kullanarak, Dünya Edebiyatı’nın vazgeçilmez adları arasında yerini alır.

“Julian odasına girdiğinde, ilk düşüncesi şu olmuştu: ”Tanrım! Mutlu olmak ve sevilmek! Hepsi bundan mı ibaret yoksa?” Bir insanın uzun süre hasret duyup da sonunda özlem duyduğu şeyi elde ettiğinde hissettiği, o şaşkınlık ve sinirlilik durumunu yaşıyordu. Hasret, insanın alışık olduğu bir durum olur da, birdenbire ortadan kalkarsa, bu boşluğu dolduracak olan anılar, henüz yeterli olgunluğa sahip değillerdir.”

Walter Langley, A Quiet Read

13. Genç Werther’in Acıları, Johann Wolfgang von Goethe, 1774

Genç Werther’in Acıları, aklın yerine duyguyu, düş gücünü koymasıyla, yani bireyin ilk kez bu kadar yüceltilmesiyle Tanrı’nın yansısını insanın kalbinde ve doğanın her bir zerresinde bulmasıyla modern Alman romanının başlangıcı olarak kabul edilir. Ona asistanlık eden Johann Peter Eckermann’ın Goethe ile Konuşmalar kitabında, Goethe romanın otobiyografik özelliklere sahip olduğunu kendi cümleleri ile açıkça ifade eder: “Bunlar daha çok, beni huzursuz eden, üzen ve Werther’i yazacak bir halet-i ruhiyeye sokan kişisel ilişkilerin ürünüydü. Yaşadım, sevdim ve çok acı çektim! Durum bu.”

Mektup-roman tarzındaki bu şiirsel eser, Werther adındaki genç bir adamın, ölen sevgilisinin acısını unutmak için gittiği Walheim adındaki küçük bir kasabada geçer. Lotte adındaki nişanlı bir kıza aşık olmasıyla Werther’in dünyası değişir; bir yandan ayakları yere basmaz, diğer yandan yaşadığı umutsuz aşkın acısıyla ve kıskançlıkla kıvranır.

“Dayanamadım; eğilip sevinç dolu gözyaşlarıyla elini öptüm. Ve yine gözlerine baktım. Lotte diğer eliyle yüzünü kapadı ve mendilini gözlerine bastırdı. Her ikisi de müthiş bir biçimde duygulanmıştı. ve birlikte döktükleri gözyaşları ikisini birleştiriyordu. Werther’in gözleri ve dudakları Lotte’nin kolunda kor gibi yanıyordu; Lotte ürperdi uzaklaşmak istiyordu, ama keder ve acıma duyguları kurşun gibi çökmüştü üstüne. Werther’in ellerini sıkıp göğsüne bastırdı, acıyarak başını eğdi ve ikisinin de yanan yanakları birbirine değdi. Werther ona sarıldı, onu bağrına bastı ve titreyen, mırıldanan dudaklarını ateşli öpücüklere boğdu.”

14. Babalar ve Oğullar, Ivan Turgenyev, 1862

Ivan Turgenyev, romanlarının zirvesini oluşturan Babalar ve Oğullar’da, adeta yaşadığı bunalımlar çağının insan ruhundaki akislerini çizer. Kitap, batıda şöhret kazanmış ilk Rus romanı olması, nihilizme odaklanan ve bu terimi bir romanda ele alan ilk eser olmasıyla da önemlidir. Roman kahramanı Bazarov, Rus toplumunda yeni yeni ortaya çıkan materyalist dünya görüşünü benimseyen kuşağın temsilcisidir. O, toplumun değer yargılarının ve ahlaki değerlerinin kökten değişmesi gerektiğine inanır. Böylece hiçlik istencini dile getirerek üstün değerlere, ölümden sonraki bir dünya görüşüne, dolayısıyla Tanrı’ya karşıdır. Yeni olan her şey, bir yozlaşmaya karşılık gelir. Bu yüzden, aristokrat ve soylu insana karşıdır.

Zaman, bilindiği gibi bazen kuş gibi uçar, bazen de solucan gibi sürünerek geçer. Ama insan en çok zamanın ağır mı, yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendisini iyi hisseder.

“Mutluluk üzerine konuşuyorduk galiba. Ben size kendimi anlatıyordum. Bakın yine mutluluk sözünü kullandım. Söyleyin neden güzel bir müzikten, hoş geçirilmiş bir akşamdan, cana yakın insanlarla konuşmaktan zevk duyduğumuz zaman, bütün bunlar sanki bir yerlerde var olan, ama bizim sahip olamadığımız gerçek, sonsuz bir mutluluğun basit bir kopyasıymış gibi bir hisse kapılıyoruz? Neden öyle oluyor? Yoksa siz böyle bir duygu içinde kalmıyor musunuz?”

John Singer Sargent, Man Reading

15. Sefiller, Victor Hugo, 1862

Fransız Edebiyatı’nın en önemli romanlarından biri olan ve romantik akımın etkilerini taşıyan Sefiller, kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikayesi üzerine kuruludur. Jan Valjean, yoksul bir köylüdür, ailesini doyurmak amacıyla çaldığı yalnızca bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış, defalarca kaçma teşebbüsünde bulunduğundan cezası katlanmış ve on dokuz seneye çıkmıştır.

Victor Hugo, bir edebiyat uğraşının büyük bir kısmını romandan çok şiirlere ve sahne oyunlarına ayırmıştır. Üç kalın şiir kitabı yayımladıktan sonra yeniden düzyazıya dönerek yarım bıraktığı Sefiller’i tamamlamıştır. Sefiller, yayımlandıktan kısa bir süre sonra Hugo’yu sadece Fransa içinde değil, yapılan çevirileriyle ülke dışında da hızla büyük bir üne kavuşturmuştur.

“Tanrı, hiçbir çocuğu kötü olsun diye yaratmaz! Onu kötü yapan, kötü eğitimdir! Kötü anne-baba, kötü çevre, kötü yönetim balçık gibidir, zavallı yavruları da çekip yutar.”

“Mutluluk, elde etmek için peşinden koşulacak; sonra da kaybetmemek için çaba sarf edilecek bir şey değildir. Mutluluk, senden bağımsız olarak, istediği zaman gelir, dokunur sana… Önemli olan, o eşsiz temas anının tadını çıkarmayı akıl edebilmektir…”

16. Beyaz Diş, Jack London, 1906

20. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden olan Jack London, unutulmaz romanlarından olan Beyaz Diş’te bir kurdun hayatını anlatır. Hem bir kurdun hem de bir köpeğin kanını taşıyan Beyaz Diş’i, Amerika’nın kuzeyindeki vahşi ortamda zor bir hayat bekler. İçindeki köpek doğası onu insanlara çekerken, kurt doğası da vahşete sürükler. Verdiği çetin yaşam mücadelesi içinde, yolu bir gün insanla kesişir.

“Ama o, dünyasının bir duvarının diğerinden farklı olduğunu çabuk keşfetmişti. O duvar mağaranın girişi ve ışığın kaynağıydı. Kendi düşünceleri, kendi bilinçli kararları gelişmeden önce keşfetmişti o duvarın farklı olduğunu. Gözlerini açıp orayı görmeden önce, o duvar bu küçük gri yavruyu karşı konulamayacak biçimde çekmeye başlamıştı. Oradan sızarak göz kapaklarına vuran, gözlerini ve göz sinirlerini sıcak renkli kıvılcımlarla titreten bu ışık, yavruda garip, ama hoş bir duygu uyandırmıştı. Vücudundaki yaşam ve her bir hücresi, kendi kişisel yaşamının yanında varlığının da temeli olan o yaşam, bu ışığa özlem duyuyor, marifetli kimyası bir bitkiyi nasıl ışığa yöneltirse onu da öyle ışığa yöneltiyordu.”

George Henry Boughton, The Waning Honeymoon, 1878

17. Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf, 1929

Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Virginia Woolf’un, Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi Judith’i konu alan Kendine Ait Bir Oda adlı deneme kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik kitaplarından biri olmuştur.

“Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte ise hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. Kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır. Tarih, kadından hemen hemen hiç söz etmez.”

18. Satranç, Stefan Zweig, 1940

Stefan Zweig, Brezilya’da sürgünde olduğu bir dönemde kaleme aldığı, son, ancak en önemli eseri Satranç’ta, satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde bireylerin tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve varolma mücadelelerine dair yaşanan süreci aktarır. Satranç hikayesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik tahlillere yer veren bir hikayedir.

Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından tutuklandıktan sonra yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle, dünya satranç şampiyonu olan bir karakterin satranç mücadelesi ele alınır. Hikayenin belki de en önemli özelliği, kurgu kişilerle gerçek kişiler arasındaki paralelliklerdir. Satranç okunduğunda, yazarın adeta kendisini anlattığı görülür ve hem kitaptaki karakterin hem de yazarın hazin sonu da birbirine benzer özellikler gösterir.

“Bu boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse bir başkasına da kendine de anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kağıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin, insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.”

Poul Friis Nybo, Reading Woman, 1929

19. Böyle Buyurdu Zerdüşt, Friedrich Wilhelm Nietzsche, 1885

Böyle Buyurdu Zerdüşt, edebiyatla felsefenin iç içe geçtiği, harmanlandığı eşsiz bir eserdir. Kitapta Nietzsche, şiirsel ve duru bir üslupla felsefi meseleleri dile getirmiş, kendi düşüncelerini ve felsefi kavramlarını açıklamıştır. Kendi deyimiyle bu kitap, yazılmış en yüce kitap, insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağandır. Kitabı, 1883 – 1884 yılları arasında üç bölüm olarak yazar ve 1885’te dördüncü bölümünü ekler.

Böyle Buyurdu Zerdüşt, tamamen kurgusal karakterlerden oluşan bir eserdir. Zerdüşt, M.Ö. 6. yüzyılda İran’da yaşamış bir peygamberdir. Nietzsche’ye göre tüm geleneksel ahlakın öteden beri, ilk kez Zerdüşt tarafından yapılan büyük bir yanlışa dayandığı görülür. Zerdüşt, iyi ile kötü arasındaki çatışmanın, aşkın kozmik düzenin bir parçası olduğu fikrini yaratan kişidir. Bu yanlışı yaptığından, muhtemelen bu yanlışın da ilk farkına varan kişidir. Zerdüşt doğruluğu en yüksek erdem olarak gördüğünden, ahlakı metafizik aleme yansıtmanın yanlışlığını itiraf etmeye en meyilli düşünür olacaktır. Zerdüşt, bu itirafla geleneksel olarak bilinen tüm ahlakı yok eder ve sonuçta ilk ahlaksız olur.

“Evet, insanın kendini taşıması güçtür! Bunun nedeni kendi omuzlarında birçok yabancı şey taşımasıdır. O, bir deve gibi çöker ve sırtına bolca yük yüklenir. Hele güçlü dayanıklı ve saygılı olursa. O zaman pek çok yabancı sözler ve yabancı değerler yüklenir ve hayatı bir çöl olarak düşünür.”

“Birçok insan çok geç ölürken, bazıları çok erken ölür. Bir söz vardı: “Zamanında öl.” diye. Bu daha yabancı geliyor herkese. Zerdüşt “Zamanında öl” der ve bunu önerir. Hiçbir zaman, zamanında yaşayamayan, zamanında nasıl ölsün? Keşke hiç doğmasaydı gereksiz kişiler…”

20. Ölü Canlar, Nikolay Vasilyeviç Gogol, 1842

Gogol’un en önemli ve ünlü eseri Ölü Canlar’dır. Rusya’nın ünlü yazarı Puşkin’in yakın arkadaşlarındandır. Hatta bu kitabın konusunun Puşkin tarafından kendisine önerildiği söylenmektedir. Aslında Gogol romanı üç cilt olarak tasarlamak istemiştir. Fakat o kadar çok tepki almıştır ki, diğer iki cildini tamamlayamamıştır. Bir kriz anında ikinci cildi için yazdıklarını yaktığı söylenir. Tam bir vatansever olan Gogol, bu eserinde ülkesindeki çarpıklıkları gerçekçi bir dille anlatır.

Gogol, kendi ülkesi dışında hep Dostoyevski ya da Tolstoy’un arkasından gelir. Hiçbir zaman onlar kadar popüler olmamıştır, ancak Rusya’da sorulduğunda akla ilk gelen odur. En büyük eseri Ölü Canlar tamamlanmamıştır, ama buna rağmen en çok okunan klasikler arasındadır. Belki nüshaları yakmış olması ve ikinci cildin kurtarılan parçalardan birleştirilmiş olması esere ve kendine gizem katmaktadır.

“Para dünyada en güvenilir şeydir. Arkadaş, dost dediğin insanlar seni kazıklar ve sıkıyı gördüler mi seni hemen ele verirler; paraya gelince, başın ne büyük dertlere girerse girsin, o seni asla ele vermez. Dünyada parayla aşamayacağın hiçbir engel yoktur.” Oğluna bu öğütleri veren baba, yeniden Saksağan’ın çektiği arabasına bindi ve gitti; çocuğun babasını son görüşü oldu bu, ama babasının öğütlerini ömrü boyunca unutmadı.”

Kaynak
Albert Camus’un Yabancı Romanında Kimlik ve Yabancılaşma Problemi, Varoluşçuluk ve Franz Kafka’nın Dönüşümü, Balzac ile Esendal’ın Kiracıları, Futurolojik Bir Roman Analizi: George Orwell’in 1984’ü, Çocuk Bakış Açısının Anlatıda Kullanılışı ve İşlevi Üzerine, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları ve Mehmet Rauf’un Eylül Romanlarında Umutsuz Aşk İzleği, Turgenyev – Babalar ve Oğullar İncelemesi, Satranç Hikayesinde Kişiler Dünyası, Gogol ve Bir Delinin Hatıra Defteri