MERVE HODANCI-VEDA
Gri bulutlarla kaplı gökyüzü denizle birleşmiş, ufuk çizgisi görünmez olmuştu. Selma sahile ulaştığında öğle vakitleri olmasına rağmen hava bunun tam aksini söylüyordu adeta. Saatlerdir duruşunu hiç değiştirmemiş elleri yavaş yavaş gevşeyiverdi ve kuşun kanadını açması gibi kollarını açtı. Bütün rüzgarı can evine hapsetmek; şiddetli poyraz iliklerine dek işlesin, işlesin de yangını bir an evvel söndürsün istiyordu. Soğuk havayı derin derin içine çekerken içine buz gibi aktığını duyumsuyor ama bütün bunlar ona yetmiyordu. Kapkara, hırçın dalgalar taşları döverken, dayanılmaz bir istek duydu içinde.
Eşyalar taşınalı bir saat olmuştu. Aslında taşınalı değil, el konulanı, gasp edileli! Saatlerce süren hengameden arta kalanlar; elli yıllık yatak odası takımı, anneannesinden yadigar oyma çiçek ve kuşlarla bezeli çeyiz sandığı, duvardaki antika saat – çok eski gözüktüğünden olsa gerek onu almaya değer görmemişlerdi – ve hemen onun sağında asılı duran, tozlanmış kalın ahşap çerçeve içindeki anne - babası ve kendisinin yer aldığı aile fotoğrafıydı.
Ona bakan görüntüde; kumral uzun saçlarını omzunun sağ tarafından salmış, zarif bedenini saran su yeşili tayyörüyle zamanın birçok güzeline taş çıkaran annesi, ince dudağının üstünde bıraktığı bıyığının altında hiç eksik olmayan, kendinden emin o gülümsemeyi taşıyan, koyu renk takım elbiseli babası ve ortada kendisi; saçları iki yandan örülüp beyaz kurdelelerle süslenmiş, alnına küçük kakülleri dökülmüş, dizlerine kadar inen pembe fırfırlı elbisesiyle, muzip bakışlarla gülümseyen, hayat dolu, neşeli küçük Selma. Hayattaki bütün tasa ve kaygılardan arınık cam gibi parlak gülücüklü, ruhu capcanlı bu küçük kız çocuğunu nasıl da özlüyordu şimdi. Ya kayıplarıyla dünyası başına yıkılan anne ve babası mezarlarından kalkıp gelse ve bugün yaşadıklarını görseler ne derlerdi acaba? Ah keşke yanında olsalardı şimdi, yıllardır tıpkı bir can simidine tutunur gibi tutunduğu sevdası onların yokluğunu bir nebze olsun unutturmuştu. Şimdiyse hayatı hiç ummadığı bir anda böyle tuzla buz oluverince içine düştüğü boşluğun derinliğini Selma bile tahayyül edemiyor, sade ve sadece mezarlarında yatan ailesine sımsıkı sarılmak istiyordu.
Selma karmakarışık ruh haliyle içindeki çocukla hesaplaşırken etrafında olup bitenleri ve içinde yaşadığı gerçekliği bir anlığına unutup gitmişti. Ne daha dün gece karşısındaki koltukta oturmakta olan Ferit’in anlattıkları aklındaydı ne de o konuşmadan sonra olanlar. Çocukluğunun tasasız ve mutlu günlerine gittiği o birkaç dakikalık zaman diliminde biraz olsun nefes alabildiğini hissetti, zira yaşadığı hayal kırıklığı öyle bir felç etmişti ki yüreğini, kederden nefes alamadığının farkında bile değildi.
Sehpanın üstündeki bardaklar hırpani kılıklı adamların sarsak hareketleriyle beraber yere devrilmiş, soğumuş çay parke zemine yayılmıştı. Ellerinin hiç bırakmamacasına sarındığı yünden kazağını kavrayan parmakları öfkeyle karışık bir çaresizliğin hüküm sürdüğü ruhunun yansımasıyla buz kesmişti.
Ferit’in sesi hala kulaklarında çınlamakla birlikte git gide uzaklaşan bir çınlamaydı bu. Sesiyle birlikte varlığı da içindeki mevcudiyeti de usul usul akıp gidiyordu sanki… Hiç böyle olacağını düşünmemişti, yıllardır aynı evi, aynı sofrayı paylaştığı, aynı yastığa baş koyduğu, hayatın zevklerini bir yana bırakıp zor olacağını bile bile girdiği bu yolda emin adımlarla ilerlediğini zannederken, tam ortasında öylece bırakılmıştı, tıpkı kırık oyuncak bir bebek gibi. Hayalleri, umutları hep ikisini beraber, yan yana, el ele içeriyordu, onsuz nasıl yaşanır unutmuştu.
Ferit’in ağzından o acı cümleler dökülürken rüya gördüğünü sanmış, duyduklarına inanamamıştı. İçinde koca bir yığın halinde biriken çığlığı onu boğmak üzereydi. Şimdi, şu anda yine karşısında duruyor olsa ona ne derdi bilemiyordu. Ağzından çıkacak hiçbir kelimenin kontrolü artık onda değilmiş gibiydi. Aklı, fikri, vicdanı, ruhunun bir parçası onunla beraber gitmişti saatler evvel şu kapıdan. Yıllardır yüreğinin tam ortasına yerleştirdiği, bebekler gibi baktığı, titizlendiği sevdası şimdi onu alev alev yakıyordu. Bu muydu bunca emeğin karşılığı? Aklında dönüp duran fakat cevap bulamadığı soru buydu. İçi öyle feci bir yangın yeriydi ki bir süre sonra yerinde duramaz oldu Selma. Yaşlı gözleri, ifadesiz ve bomboş bakışları, ayağına alelacele geçirdiği açık terliğiyle yağmurlu havada attı kendini dışarıya. Kendisine yönelmiş hayret ve merakla dolu bakışlara aldırmadan, kalabalık caddelerden son sürat yürümeye başladı. Etrafında ne olup bittiğine dair bilince sahip değildi, kontrolsüz bir gücün etkisinde sürükleniyordu. Tek arzusu bir an önce sahile varmak, bağrını yakan acıdan biraz olsun kurtulmak için denizin karaya üfürdüğü soğuk ve sert nefesinden faydalanmaktı.
Gri bulutlarla kaplı gökyüzü denizle birleşmiş, ufuk çizgisi görünmez olmuştu. Selma sahile ulaştığında öğle vakitleri olmasına rağmen hava bunun tam aksini söylüyordu adeta. Saatlerdir duruşunu hiç değiştirmemiş elleri yavaş yavaş gevşeyiverdi ve kuşun kanadını açması gibi kollarını açtı. Bütün rüzgarı can evine hapsetmek; şiddetli poyraz iliklerine dek işlesin, işlesin de yangını bir an evvel söndürsün istiyordu. Soğuk havayı derin derin içine çekerken içine buz gibi aktığını duyumsuyor ama bütün bunlar ona yetmiyordu. Kapkara, hırçın dalgalar taşları döverken, dayanılmaz bir istek duydu içinde. Gözleri kapalı, kolları ardına dek açık halde özgürlüğüne uçan bir kuş gibi serin sulara bırakırken kendini, ardından bakan meraklı gözler acınası haldeki bu kapkara silüetin peşinden koşmakta ne yazık ki çok geç kalmışlardı.