İsmi Az Bilinen Türk Edebiyatı Öykücüleri
1. Fahri Celalettin Göktulga (1895 – 1975)
Asıl mesleği psikiyatristlik olan Fahri Celalettin Göktulga, edebiyatımızda hakettiği ilgiyi görememiş yazarlardan biridir. Behçet Necatigil onunla ilgili şöyle diyor: “Kahramanlarını, çokluk kıyıda köşede yaşayan, zararsız ruh hastalarından seçen Fahri Celalettin, onların dünyalarını, saplantılarını ölçülü bir abartma ve ince bir mizahla ışığa çıkardı. Gerilerde kalmış bir dekor ve atmosfer, anılarda gömülü eski devir insanları, tipleri buldu; mesleğinden gelme bir dikkat ve kolaylıkla, canlı bir konuşma dili ve usta bir anlatışla onların küçük, dar dünyalarını canlandırdı.”
Öykülerinde, insanın psikolojik çatışmalarını ve mizacını ortaya çıkarmaya yönelik çabası, Göktulga’yı çoğu kez ilişkilendirildiği Memduh Şevket Esendal öykücülüğünden ayırır ve Rus öykücü Anton Çehov’a yaklaştırır.
“Uyku, ölümün fotoğrafından ziyade, hakikatine benzeyen karikatürüdür. Birbiri üstüne, mütemadiyen her gece rüya görürdüm, garip, karışık, manasız şeyler… Her defasında aynı vahim kavga, küçücük bir darbe ile yıkılıveren büyük dağlar, gürültü… Gürültü!.. İnanır mısınız? Felâketin başladığını derhal hissederdim.” (Hayalet, Bütün Hikayeleri)
2. Bekir Sıtkı Kunt (1905 – 1959)
Gerçekçi eğilimin dikkat çeken öykücülerinden Bekir Sıtkı Kunt’un öykülerinin çoğu kısa olay öyküsü özelliği gösterir. Bekir Sıtkı, öykü tekniğinden çok içeriğe önem vermiş. Onun kişileri toplumda sıkça görebileceğimiz orta sınıfa mensup insanlardan seçilmiştir. Sade bir dil kullandığı öykülerinde konuşma dilinin özelliklerini yansıtmaya çalışmıştır. İlk eserlerinde gerçekçi Anadolu hikayeleri yazmaya girişen Bekir Sıtkı Kunt’un sanat anlayışı, halk için yazmak, halkı anlatmak, halkın meselelerini ele alarak onu daha iyi bir hayata doğru götürmek doğrultusundaki ilk hikayelerinde görülen sert ve slogancı hiciv, kalıplaşmış ezen-ezilen teması, 1937’den sonra yazdığı hikayelerinde yumuşamaya başlar.
“Durgun, sakin bir sonbahar akşamı… Portakal renkli ve portakal kokulu bir akşam… Deniz ekini biçilmiş boz bir tarla gibi, hareketsiz uzanıyor. Ta ufuklarda Torosların hayal meyal seçilen tepeleri bir tül şeffaflığı ve inceliğiyle körfezi çerçeveliyor ve doğuyu kapayan morumsu dağ, Yarıkkaya, her zaman olduğu gibi esrarlı korkunç hain.” (Yarıkkaya, Yataklı Vagon Yolcusu)
3. Kenan Hulusi Koray (1906 – 1943)
Türk Edebiyatı’nda korku türünün ilk temsilcilerinden, bu türün öyküde en önemli temsilcisi ve belki de ilk özgün korku yazarımız Kenan Hulusi Koray’ın 1928-1931 yılları arasında yayımladığı ilk öyküleri, yarattığı çevre ve kişiler bakımından hayal gücünden, hayal ürününden beslenen öykülerdir. Bu dönem öykülerinin bazıları fantastik korku hikayeleridir. Koray’ın 1931’den sonra yazdığı öyküleri konularına göre toplumsal ve psikolojik konulu olmak üzere iki gurupta toplanabilir. Bu hikayeleri, üslupları ve rüya ile gerçeği karıştıran içerikleri bakımından Sait Faik ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın başlangıcı saymak mümkündür.
“Bütün gece uyumadım. Dışarıda aynı tipi, hanı bir yuva gibi saran ağaçlar üzerinde fırtına ile karışık devam ediyordu. Bir aralık odanın yegane eşyası olan tahta bir sedire uzanmayı tecrübe etmek istedim; bütün hislerim o kadar ayaktaydı ki, kendimde varlığını bilmediğim bir takım his uzuvlarının vücuduma ilave edildiğini anlıyordum; garip bir el, yalaza tutulmuş gibi, karanlıkta ara sıra kaybolup parıldayor; içinde bulunduğum odadan dışarıda, Kavaklıkoz hancısının içimizden birini gözüne kestirerek ve yavaş yavaş dolaşarak, kapılardan içerisini dinlediğini işitiyordum.” (Kavaklıkoz Hanında Bir Vaka, Bahar Hikayeleri)
4. Mahmut Özay (1908 – 1981)
Tahir Alangu “Mahmut Özay, genellikle Anadolu’da ailesinin yoksul yaşayışını, kendi öğretmenlik yıllarının olaylarını betimlediği öykülerinde küçük kasaba yaşantısını anlatırken yumuşak, okşayıcı ve mutlu olabilecek küçük adamları yansıtırken dilinde bu insanlara ve hayata karşı duyduğu sevginin ince titreşimleri görüldü. İddiasız bir ustalığa ulaştı.” der.
“Ürperdi, titredi ihtiyar elma ağacı en uçtaki dallarına kadar. Demek şunun şurasında birkaç aylık ömrü kalmıştı. Güz aylarının sonunda bir gün bir adam çıkıp gelecekti elinde baltası ile… İdam hükmünü yerine getirmek için Haydar Gürer’in. Direnemez, karşı koyamazsın! Neyinle, nasıl savunursun ki? Sen, bir ağaçsın nihayet! Yalvarsan kim duyar, dur desen kim dinler!… Beş on, bilemedin çok çok yirmi kere vurdu muydu adam kaldırıp da ağır keskin baltasını koca gövde çatır çatır yıkılıverecekti yere… Serin bir güz rüzgârı esecek, öteki ağaçlar sararmış yapraklarını pıtır pıtır dökeceklerdi gözyaşları gibi!” (İhtiyar Elma Ağacı, İhtiyar Elma Ağacı)
5. Ayhan Bozfırat (1932 – 1981)
Az bilinen kadın yazarlarımızdan Ayhan Bozfırat, 12 Mart ve 12 Eylül gibi toplumsal değişim ve dönüşümlerin yoğun bir biçimde yaşandığı bir dönemde, kaleme aldığı öyküleriyle bu süreçlere tanıklık eder. Toplumsal düzendeki değişimler ve bunun bireyin iç dünyasında meydana getirdiği huzursuzluklar, Ayhan Bozfırat’ın öykülerinin temel izleğini oluşturur. Kafka ve Beckett etkisinin yer yer gözlemlendiği bu öykülerde toplumsal meseleler, derinlikli ve bütünlüklü bir bakış açısıyla ele alınır. Genellikle kenar semtlerdeki sıradan insanların konu edildiği öykülerde, kişilerin birçoğu, arada kalmışlığı ve yoğun bir iletişimsizliği yaşarlar. Yazar, öykü kişilerini daha çok kadınlar arasından seçmesine rağmen, feminist bir bakış açısı benimsemez ve meseleleri, insan olmanın beraberinde getirdiği durumlar olarak algılar.
“Babası ayakkabı tamircisiydi. Sabah erkenden evden çıkar, dört kişilik aileyi geçindirmek için akşama kadar çalışırdı. Osman’ın okumaya düşkünlüğünü, derslerdeki başarısını gördükçe için için sevinir, “Onu okutmak için elimden geleni ardıma koymayacağım” derdi. Babasının övüncüydü Osman. O da babasının duygularını anlar, onun umutlarını boşa çıkarmamak için elinden geldiğince çalışırdı. Aslında kendisine düşen görevde buydu. Ailede herkesin bir görevi vardı. Annesi sabahtan akşama kadar onlar için uğraşırdı. Yemek yapar, ortalık süpürür, çamaşır yıkar, bütün gün çalışırdı. (Annen Gelsin Görüşeceğim, Sokakta TekBaşına/Köprü)
6. Selçuk Baran (1933 – 1999)
Edebiyatın diğer türlerinde de eser vermesine rağmen, daha çok öykücü kimliği ile tanınan kadın yazarlarımızdan Selçuk Baran’ın öykülerinde okuyucu, kendisini bir olayın ortasında buluverir. Olayın başı ve kahramanların yaşayabilmesi, mümkün olayların akışı, okuyucunun hayal dünyasına bırakılır. Selçuk Baran, öykülerinde genellikle kadın erkek ilişkilerinin aksayan yanlarını öne çıkarır. Büyük bir çoğunlukla kadın penceresinden bakarak bu dünyanın çeşitli sorunlarına eğilir. Yanlış kurgulanmış kadınlık durumlarının bu cinsteki yaralarını irdeler. Umutsuz, acılı kadınların dünyasına bakar. Bir külü yeniden alevlendirmeye çalışan kimi kadınların umutsuz çabalarını anlatır. Hiçbir şeye yetişememiş, geç kalmış kadınlar onun ilgilendiği tipler olur.
“Gece, uykusunun arasında gözlerini açtı. Oda henüz karanlıktı ya, sabah yakın olmalıydı; gecenin koyu karanlığı biraz ağarmıştı; odadaki eşyaları seçebiliyordu. Çevresinde elini uzatsa tutuvereceği bir ılıklık vardı. Bir şeylerden duygulanmış gibi oldu. Gözlerini kapatıp yeniden uyumaya hazırlanırken uykusunu bölen sesi duydu. Gecenin bu saatinde türkü söyleyen de kimdi? Az kulak verince, duyduğu sesin türkü filan olmadığını anladı. Adamın biri Kuran okuyordu. Öyle ya, Ramazan başlamıştı. Yatağından kalkıp perdeleri araladı. Dışarı baktı.” (Işıklı Pencereler, Ceviz Ağacına Kar Yağdı)
7. Muzaffer Hacıhasanoğlu (1924 – 1985)
Unutulmaya yüz tutan öykücülerimizden biri de Muzaffer Hacıhasanoğlu’dur. Anadolu’nun değişik yerlerinde hekimlik yapan Hacıhasanoğlu’nun yaşadığı, tanıklık ettiği olayların izlerini bütün kitaplarında görebiliriz. Öykülerinde genel olarak klasik öykü anlayışına bağlıdır, kenti anlatan öyküleri neredeyse yok gibidir. Köyün, özellikle de kasaba insanlarının anlatımında daha başarılıdır. Eller adlı öykü kitabı 1980 yılı TDK Öykü Ödülü’nü kazanır.
“Dönüşte anasını, elinde tokaç bekler bulmuştu. Besbelli vuracaktı. Fakat kaçmayı hiç aklına getirmedi. Er geç nasıl olsa eve girecekti. Anası “Domuzun doğurduğu, nerelerdesin? Peşinden adam mı salmalı. Ahmet az daha yanıyormuş” deyip tokaçın ağır tarafını beline savurmuştu. Beli acımış, iki gün doğrulamamıştı. Kötürüm kalıverir diye korkmuşlardı. Fakat sonra birşeyi kalmamıştı. Ahmet’in parmakları yanmıştı. Ne vardı sanki ateşle oynayacak? Ama çocuk nereden bilecekti ki, o güzel kırmızı şey adamın elini yakar.” (Tokaç, Bir Tespih Tanesi)
8. Kamuran Şipal (1926 – )
Edebiyatımızın Cumhuriyet dönemi içerisinde görmezden gelinen önemli isimlerinden biri de Kâmuran Şipal’dır. Yayımladığı ilk ürün şiir olmasına rağmen öykü, roman, özellikle de çeviri onun en önemli uğraşıdır, ancak çevirmenliğinden sonra en öne çıkan özelliği öykücülüğüdür. Eserlerindeki karakterler kahvehane, ev, tren vb. yerlerde yalnız yaşayan tam olarak beklentisinin, korkularının ne olduğu belli olmayan insanlardır ve en sıradan hâllerle öykülerinde karşımıza çıkar. Kafka’nın eserlerini çeviren kimliği ile öykülerinde Kafkaesk bir yapının olabileceği düşünülebilir. Kafka’nın izleri sadece bir bunalım edebiyatı olması yönüyle onun eserlerini etkilemiştir. Şipal de Kafka’dan daha çok yerli bir hikaye tadı vardır. Bu bağlamda, Sait Fait Abasıyanık havasını daha çok görmekteyiz. Ancak ilk öykülerindeki Sait Faik etkisinden sıyrılıp özgün bir üslup oluşturmuştur.
“Ayna karşısında sürüp giden ilk sessiz… ‘Peki, bu gömleğiniz niçin narçiçeği kırmızısı?’ ‘Böyle hoşumuza gidiyor.’ ‘Böyle mi hoşunuza gidiyor?’ Böyle hoşunuza gidiyor demek. Koyu esmer ve yuvarlak bir yüz, kahverengi gözler, koyu siyah saçlar…
Karpuz kırmızısı, kiremit kırmızısı, kan kırmızsı mı? Evet, kan kırmızısı. Peki, kan görseniz? Nasıl yani? Bayağı kan. Ama siz devam edin saymanıza. Bordo. Fransa’da bir kent… Bordo şarabı. Demek bordo şarabı kırmızı oluyor…” (Nar Çiçeği, Buhûrumeryem)
9. Osman Cemal Kaygılı (1890 – 1945)
Osman Cemal Kaygılı, Türk Edebiyatı’nda ismi unutulmuşlar arasında sayılan yazarlarımızdan biridir. Türk okuyucusu onu daha çok Çingeneler romanının yazarı olarak bilir. Osman Cemal’in kendini en iyi ifade ettiği ve gösterdiği tür hikayedir. Yetiştiği ve yaşadığı çevreyi okura hissettirmesi bakımından Ahmet Mithat, Ahmet Rasim ve Hüseyin Rahmi çizgisinde değerlendirilen Osman Cemal, mizahi yönünü özellikle roman ve hikayelerinde öne çıkarmıştır. Kurguladığı diyaloglarda çeşitli söz oyunları, atışmalar dikkati çeker. Kişileri konuşturmadaki başarısı, onu Türk roman ve hikayeciliğinde çok önemli bir yere koyar. Yazarı farklı kılan unsurlarından biri de kaleme aldığı kişilerin, ilk defa onun eserleriyle edebiyatımıza giriyor olmasıdır. Yazar, folklorik unsurları, İstanbul’un özellikle kenar mahallelerini ve insanlarını, gözlemci gerçekçi bir yaklaşımla ortaya koymuştur.
“Kırk beş yaşına geldiği halde Köse İsmail, kendine hala adamakıllı bir iş bulamamıştı. Mamafih İsmail, isterse ekmeğini taştan çıkarmasını bilir, cebbar bir adamdı. Bundan iki ay evvel, bir akşam üstü, Balat’tan geçerken baktı ki, iki Yahudi köşeye balık tablalarını koymuşlar, hem ellerini şıkırdatıyorlar, hem de kıvrak bir makamdan “Al, yarım okka, ver bir çeyrek!..” diye âdeta türkü söylüyorlardı. Yahudilerin bu hâli Köse’nin hoşuna gitti ve güldü, geçti. Oradan biraz daha ileride, ona benzer diğer bir sahneye rastgeldi. Yine iki Yahudi çocuğu, yolun ortasında çikolata ve bisküvi kutularını koymuşlar, hem oynuyorlar, hem de “Çikolata nestle, canını da besle!” diye balıkçıların makamını daha tiz perdeden terennüm ediyorlar ve cayır cayır satıyorlardı…” (Kırkından Sonra Saz Çalınır mı?, Eşkiya Güzeli)
10. Fikret Ürgüp (1914 – 1977)
Sait Faik’in yakın dostu ve doktoru, Ece Ayhan’ın marjinali, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Doktor Fikret’i olarak anılırken, öykücülüğü geri planda kalan Fikret Ürgüp için Leylâ Erbil “İç hastalıkları uzmanı, psikiyatr, yazar, ressam ve bir Ex-Prince olan Fikret Ürgüp Deliler Teknesi’nden başka bir şey olmayan dünyamızı yazdı. İnanılmaz gizli kültür birikimi ve kimselere benzemeyen kalemi, hem bireyin hem toplumsal bilincin çeşitli alanlarından köklü örneklerle doludur. Bu görkemli hikâyelerin hiç eskimeyeceğini ve bir daha yazılamaz olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Sait Faik’in, tıpkı Franz Kafka’nınkiler gibi…” der.
“Gökyüzünün bir tanesi. avucumun derisinden yarattığım al çiçek, elveda! gözyaşlarımın toplandığı yerde diz çökmüş ağlıyorsun. tabanların geceyi sererken merdivenlere, benden kaçan güneşlere elveda! sevdiğim çiçekleri yasemin kokulu ayaklarının altına serdim. onlara bas da beni unuttur. geceleri, gökyüzünde, ay, yıldızlar, gözlerin, gözyaşların parıldıyorlar. ateş dalgaları, kırık kılıçlar, düşen yıldızlar, dünyanın en hüzünlü balıklarının dolaştığı kumsala yağıyorlar geceleri. seni anıyoruz. çıkmayan hıçkırıklarım sana olan aşkımı göğsümün içinde muhafaza edecektir. dünyanın en hüzünlü balıklarına altın yaldızlı şarkılar söyleyen sarı tüylü serin balıkçı. geri kalanların yüreğindesiniz sen ve öteki.” (Sen Gideli, Fikret Ürgüp Bütün Hikayeleri)
Kaynak
Fahri Celalettin Göktulga’nın Öykülerinde Anomi ve Geçmişe Kaçış, Bekir Sıtkı Kunt’un Öykücülüğü, Kamuran Şipal’in Hayatı, Eserleri ve Sanatı, Osman Cemal Kaygılı: Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri