İhsan Oktay Anar Kitaplarından 10 Alıntı

Tarihsel ve fantastik öğeleri harmanlayan, kendine özgü üslubuyla sizi bambaşka diyarlara götüren bir yazar İhsan Oktay Anar. Her kitabından iz bırakan alıntıları sizlerle paylaşıyoruz. Eğer halen bir İhsan Oktay Anar kitabı okumadıysanız, bu yazıyı okumak yerine hemen bir kitabını alıp okumanızı öneririz.

Puslu Kıtalar Atlası (1995)

Sayfa 55

Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun binbir halinden korkma.

Sayfa 90-91

Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa, Uzun İhsan Efendi, Dünya’nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. (…) Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.

Sayfa 146

“Yaratılmamış olanı” anlaman için önce “yaratılmış olan” ile kastedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için “yaratılmış olan” kumaş iken, “yaratılmamış olan” ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne “yaratılmamış olan” ipliğe de “yaratılmış olan” diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı “yaratılmamış olan” diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için “yaratılmamış olandır”. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?

Kitab-ül Hiyel (1996)

Sayfa 139

Arapçada noktasız ha ile yazılan tahayyül becerikli olmak, maharet göstermek, hiyle yapmak, hiyel ilmiyle uğraşmak gibi anlamlara geliyordu. Noktalı hı ile yazılan tahayyül ise hayal etmek, imgelemek anlamına geliyordu. Sonuçta, hiyelkar da hayalkar da tahayyül ediyordu. Gelgelelim, adına ilim denen, yokluğu gözleri kör eden, belki de karacahillerin görmek maksadıyla büyüttükleri o nokta, onlardan sadece birinin tahayyülünde vardı. Hiyelkar, sayısız hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yollarını ararken, hayalkar, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor, kainatın kendisinin gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni yeni hayaller yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil, hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu.

Efrâsiyâb’ın Hikayeleri (1997)

Sayfa 139

Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum. Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözüyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı. Sayfa 204 Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. İşte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Bu da aşktır işte! Arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da aşk da biter. İşte o zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur! Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir. Sayfa 244 (…) kurdelesini düzeltirken, kızın gözünden bir damla yaş geliverdi. İşte Ölüm, bu gözyaşını gördü. Ardından çocuğun yüzünü, o yüzdeki harfleri, masalları ve cenneti farketti. Evet, çocukluk cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi. Ölüm, seyrettikçe yüzünün yumuşadığını ve göklere yükselir gibi gerçek şekline erişmeye çalıştığını farketti. Bu sırada, birşey çatırdadı. Mühür kırılmış, Ölüm gülümsüyordu.

Amat (2005)

Sayfa 187 “Hayal gücü sınırlı olanlar” ölümsüzlük otu alt tarafı bir masaldır der ve geçerler. Oysa dünya, binde bir de olsa yanılma payı bırakanlara aittir. İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da..bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.

Suskunlar (2007)

Sayfa 139-140 Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum, gördüğü anda O’nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu. Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billur kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebediyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti. Nasıl ki ancak boş bir kadeh İsa’nın kanıyla doluyorsa, aynı şekilde sadece her şeyi unutan bir gönül ilahi esintiyle dolardı. İşte “Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi” olarak tanınmaktan ziyade, “ney” denilen o muhteşem, derin ve bir o kadar da yalın sazı, hazakatle ve ustalıkla üfleyip gönülleri açmasıyla bilinen Neyzen İbrahim Dede Efendi, bu esin dolu insanlardan biriydi. Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.

Yedinci Gün (2012)

Tabakasından bir cıgara alıp yaktı ve ellerinin titrediğini gördü, çünkü heyecanlanmıştı. “Âlâ!” dedi. “Demek ki hâlâ yaşıyorum.” Evet! Kitleler baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silâhtı. Onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. Çünkü kitleler dalkavukları severdi. Tek iken sefil, zavallı ve haksız, biraraya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. Bu, on pezevengin biraraya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi.

Galiz Kahraman (2014)

Utanmaz enayiye göre demokrasi ancak hakikat’ın keşfedildiği memleketlerde varolabilirdi. Oysa, asırlardır sultanlar veya fuhrerler tarafından idare edilmiş memlekette hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki hakikat, başta hâkim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa hakikat despot, uzlaşmaya dayalı hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle, memlekette hakikat mutlak değil, örfî idi. Hatta daha fazlası, hukuki idi de.