HAŞİM BÖYLE EZBERLENİR! – RIFAT ILGAZ

HAŞİM BÖYLE EZBERLENİR! – RIFAT ILGAZ Tulum Hayri: Bırakın inekler gibi ezberlemeyi de bir kolayına bakalım! dedi. Refüze: “En iyisi suflör... Otursun Kalem Şakir ön sıraya, yavaştan okusun!” Buna ilk karşı çıkan Kalem Şakir oldu: “Piyale İhsan’ın gözleri bozuktur, ama tazı gibidir kulakları!” Domdom Ali: “Mademki gözleri bozuktur, tahtaya yazarız şiiri!” “Tahtaya başımızı çevirince kuşkulanır. Haşim’in şiiri bu. Farkına varırsa, tükürür çarkımıza!” Herkes, Tulum Hayri’nin bir şey yumurtlamasını bekliyordu. “İri iri yazarız bir kâğıda,” dedi. “Kürsüye geçip oturunca... Palamut bir dümenle kalkar, raptiyeyle tutturur kürsüye. Yüzüne baka baka okuruz! Ha nasıl?” “Tamam, oldu!” “Yaz bakalım Şakir, kaim bir uçla! Yaz, İnek Şaban bile görsün!” İnek Şaban’ın gözleri çok bozuktu. Kürsüdeki kâğıdı değil, kürsüdeki Piyale İhsan’ı görmesi bile kuşkuluydu. “Bana sizden hayır yok!” dedi. Başladı güldür güldür “O Belde”yi ezberlemeye... Piyale geldiği günden beri, edebiyat kalkmış, yerine Ahmet Haşim gelmişti. Nesir örnekleri, Bize Göre, Frankfurt Seyahatnamesi; şiir örnekleri de Piyale ile Göl Saatleri... Kalem Şakir, çift yanlı kâğıda iri iri “O Belde”yi yazarken Hababam Sınıfı’nın keyfi de yerine gelmişti. Sabah etüdü, gergin havasından sıyrılmış, herkes günlük işlerine dönmüştü. Tulum Hayri yüzünü sabunladı. Yalın jiletle makinesiz tıraşa başladı. Refüze, bir boyunbağı-m tersyüz ediyordu. Yıkılmaz Hâdi, “Sebebi hayatım babacığım!” diye başladı mektuba... Mektupta coğrafya kitabının bittiğim, yenisine başlanacağı için on iki lira kitap parasına ihtiyacı olduğunu yazıyor; Sidikli Turan, yazdığı akrostişe S harfiyle başlayan kelimeler arıyordu. İnek Şaban, başını tavana kaldırarak boyuna tekrarlıyordu: (“O belde... Kim bilir hangi kıt’ayı muhayyelde!” İnekliğini göstermiş, sonuna kadar su gibi ezberlemişti. Bütün kafasızlar gibi ezber işlerinde yoktu üstüne. Piyale derse girdiği zaman, Hababam Sınıfı, piyesin ne şekilde sahneye konulacağım merakla bekleyen aktörlerden farksızdı. Kürsüye geçip oturunca otoriter görünmek çabasıyla duvar gibi gözlüğünün altından Hababam Sınıfı’nı gözden geçirdi. “Nasıl!” dedi. “Hazır mısınız?” En verinde soru da buydu. “Hazırız!” dedik. Gerçekten de hazırdık. Bütün zorumuz kâğıdın kürsüye raptiyelenmesindeydi. Palamut kalktı. Bütün gözlerin kendi üzerinde olduğunu bildiği için, yürüyüşünde biraz da çalım vardı, Piyale’nin taa burnuna kadar sokuldu, burnuna kadar değil, kulağının dibine kadar... “Efendim!” dedi. “Affedersiniz, müthiş karnım ağrıyor! “Neden? Soğuk mu aldın?” Palamut, ceketinin eteğinden şiirin yazıldığı kâğıdı çıkarmış raptiyeliyordu. “Dün akşam fasulye vermişlerdi de, hâlâ kendime gelemedim.” “Canım, sade sen mi yedin bu mereti?” “Efendim, ben fazlaca yemiştim de...” Tamam, kâğıt yerini bulmuştu. “Müsaade ederseniz... Beş dakika!” Palamut dışarı çıkmış, az sonra da geçmişti yerine. Ferahlamıştı; ama bu ferahlık Piyale’nin aklına gelen nedenlerden değildi kuşkusuz. Karakaplı çıkmış, gelişigüzel bir numaraya parmak basılmıştı: “624!” Güdük Necmi çıktı. Kürsünün karşısına dikildi. Boyu kürsüden daha yüksek olmadığı için, tam gözlerinin hizasında kalmıştı. “Oku! ‘O Belde!’” Güdük yarım adım öne giderek gözlerini ayarladı. Başladı okumaya: “O belde... Kim bilir hangi kıt’ayı muhayyelde!..” Bir iki görüş hatası yüzünden küçük bir aksama ile bitirdi. “Otur!” dedi. “Fena değil!” Sonra defterin başka sayfasına geçti. Piyale İhsan maymun iştahlıydı: “244!” diye sınıfa seslendi. Bu da, Hayta İsmail’di. “Oku!” dedi. Tam “O belde!” diye başlamıştı ki... “Dur!” dedi. “Kimin şiiri bu?” “Kimin mi? Kimin olacak Namık Kemal’in!” “Ne?” Bir bozukluk olduğunu anlamıştı. Rüzgâr gibi ön şuradan bir fısıltı geçti. “Ahmet Haşim efendim, yanıldım! ” “Açıp bir kere olsun okudun mu?” “Su gibi ezberledim!” “Oku!” Takılmadan okudu da. Piyale yumuşamıştı: “Aferin, çalışmışsın!” Sonra Refüze kalktı, peşinden Sidikli Turan, arkadan da Domdom, Kalem Şakir, Nuri, nihayet Tulum Hayri... Hayri, Hababam Sınıfı’nın en iyi şiir okuyanıydı. Tam Piyale İhsan’ın istediği biçimde okudu. Tulum’a hiç gitmeyen romantik bir okuyuştu bu... “Melali anlamayan nesle aşina değiliz!” dizesinde Piyale’nin gözleri yaşarmıştı. Şiir bittiği zaman: “Oku!” dedi. “Baştan bir daha!” Bu kez inadına daha da dokunaklı okumuştu. Piyale, kendini tutamadı, sarıldı mendile. “İşte!” dedi. “Haşim böyle ezberlenir!” Sonra tepeden tırnağa gözleriyle okşarcasına: “Kaç saatte ezberledin?” diye sordu, '“Bir okuyuşta!” “Bir okuyuşta mı, nasıl olur bu?” “Ben öyleyimdir; bir okuyuşta ezberler, çok geçmeden de unuturum.” “Çok tuhaf bir hafıza tipi!” “Evet hocam, kendi tipim gibi, hafıza tipim de çok tuhaftır.” Bir on kişi daha kalktıktan sonra, sıra İnek Şaban’a gelmişti. Kürsünün dibine kadar sokulduğu halde kâğıdı göremiyordu. Piyale İhsan, ters ters baktı: “Gel, ağzımın içine gir!” Domdom dayanamadı: “Ulan İnek, bas geri!” dedi. “Boynuzun yırtacak kâğıdı!” Nasıl olsa göremeyeceğini anlayan Şaban, kıçın kıçın ta kapının yanma kadar çekildi. “Oku!” “O belde... Kim bilir hangi kıtada?” “Ne?” “Kim bilir hangi bir kıt’ayı...” “Gerisi?..” “...muhayyelde.” İnek Şaban albaştan etmiş, o hızla, kemküm de olsa sonunu getirebilmişti. Yanlışsız ezberlemişti ama... Tulum’dan sonra okuması büyük şanssızlıktı. “Otur!” dedi. “Sana iki veriyorum! Gelecek ders kaldıracağım!” Sekizden, dokuzdan aşağı not alan olmamıştı oysa. İnek Şaban, kuyruğuna baka baka geçti yerine. Bir şeye kızıyordu; ama neye kızdığını, kime kızdığını kendisi de bilmiyordu. Piyale, defterini koymuştu cebine. Oh! Kurtulmuştuk. Şimdi kürsüden inecek, raptiyelenmiş kâğıdı mutlaka görecekti. Ne yapmalıydı? Kürsüye en yakın yerde Kalem Şakir oturuyordu. Kürsüden iner inmez arka sıralardan lafa tutmalı, hemen sökmeliydi bu belalı kâğıdı. Oooh!.. Bu iş de başarıyla bitmişti. Kalem Şakir elinin çabukluğunu göstermekte gecikmedi. Bir iki voltadan sonra Piyale İhsan, tam kürsüye geçmişti ki kapı üç kez vuruldu. Serveti Fünun devrinden kalma şık bir bay girdi: Müfettiş! Arkasından da bizim müdür! Takdimden sonra, müdür geldiği gibi çekip gitti. Şaşkınlıktan pencerenin yanma kaçan Piyale İhsan’a: Rica ederim, dedi, “kürsüden inmeyin... Devam edin dersinize!” Piyale, akıl edip defterini çıkarmıştı: “Şiir okuyorduk efendim,” dedi. “Haşim’in Belde’sini!” Çok güzel efendim. Ben de çok severim bu şiiri...” Piyale İhsan’ın, bir “ziyafet-i edebiye”1 vereceğinden hiç kuşkusu yoktu. Defteri karıştırdı. Tulum Hayri’yi aradığım biliyorduk. Bir türlü numarasını anımsayamıyordu. Evirdi, çevirdi defteri, bulamadı. Palamut yavaşça: “Ulan kalk!” dedi. “Seni arıyor işte!” Ama Tulum’da hoşafın yağı kesilmişti. Piyale, defterden bulamayınca, sıraları taramaya başladı bakışlarıyla. Tulum, tam siper oturduğu için aşırtmaca da baksa görüneceğe benzemiyordu. Piyale dayanamadı. Kürsüden indi, sıraların arasında dolaşırken Tulum Hayri’ye rastlayınca rahat bir nefes aldı. Teftişin resmi havasına yakışır bir nezaketle: “Buyurun, siz kalkın!” dedi. Hayri, ister istemez kalkmıştı ayağa... Ama sıradan bir adım atamıyordu: “Buyurun, çıkın!” Bir adım atıp dışarı çıktı. Piyale dayanamadı: “Gelin canım, şöyle ortaya!” “Efendim!” dedi. “Beni bu ders affedin!” “Sebep?” “Çalışamadım!” “Neee? Çalışamadın mı?” “Evet, efendim, çalışamadım!” “Canım, sana bir şey soracak değilim. Şiir okuyacaksın!” “Şiir mi?” “Şiir tabii... Hani şu geçen ders verdiğim Belde’yi...” “Ah... Çok özür dilerim, ben o şiiri ezberleyendim.” “Nasıl? Ezberleyemedin mi?” “Evet efendim, ezberleyemedim! “Canım, nasıl olur? Aklım almıyor! Piyale şabanlaşıp kalmıştı. Nasıl olurdu bu? Unutmuş muydu, yoksa mahcupluktan mı okuyamıyordu? Şaşkın şaşkın yüzümüze bakınırken, bir ara gözü Güdük Necmi’ye ilişti. Çoktan razı olmuştu ona: “Siz kalkın!” dedi. Güdük, öyle Tulum gibi nazlanmadı; hemen kalktı, çıktı ortaya... Piyale’nin biraz olsun keyfi yerine gelmişti. Gitti kürsüye kuruldu: “Oku!” dedi. “Neyi efendim?” “O Belde’yi!” “Onu bilmiyorum efendim!” “Neden?.. Nasıl olur bu?” Güdük Necmi, boyundan büyük bir laf etti: “Haşim’den hiç hoşlanmam. İsterseniz Yahya Kemal’den okuyayım! Mesela ‘Vuslat’ı!” Bu cevap küfür gibi gelmişti ona: “Git!” dedi. “Otur yerine!” Hayta’ya uzattı parmağım: “Sen!” “ Çalışamadım! ” Refüze’ye döndü: “Sen!” “Ezberleyemedim! ” “Sen!” Bu işaret de Palamut’aydı. “Arz etmiştim efendim, fasulye dokunduğu için...” “Sen!” Kalem Şakir’i gösteriyordu; ama Şakir başını pencereden yana çevirmişti. “Sen canım, sen!” Parmak, Şakir’in yanağından kayarak İnek’in gözlüğüne uzandı: “Evet, sen!” İnek, hepimizi şaşkına çeviren bir yüreklilikle kalktı. Küt küt yürüyerek sınıfın ortasına dikildi. Dikilmesiyle de, “O Belde!” diye başlaması bir oldu. Tek yanlışsız okudu bütün şiiri. Şaşkınlıkla “Otur!” bile diyemeyen Piyale İhsan’ın önünden yine aynı tok adımlarla yürüdü. Yenilgiye uğramış bir takımın şeref golünü atmış bir futbolcu gibi, geçti yerine. SEÇME ÖYKÜLER, TÜRKİYE İŞBANKASI YAYINLARI 1. Edebiyat ziyafeti, edebiyat eserleri sunumu