Güneşin Doğduğu Şehir: Urfa
Her şehrin bir hikâyesi vardır. Anlatılınca anlaşılan, anlatılınca ağlanılan ve anlatılınca gülünen… Şehir bu hikâye ile özdeşleşir belleklerde. Sonra mekânları eklenir hafıza kartlarına şehrin; dağı, taşı, düzü, yokuşu, ovası, yeşili, alı, ırmağı, köprüsü, yolu, izi kare kare… Sonra insanı gelir; gönüllere imza atan şivesiyle, sesiyle, sazıyla, sözüyle, huyuyla, sevdasıyla, öfkesiyle… İnsanı dedik de insan ile kültürü, yaşantısı da bir başka film şeridi olur eklenir hafıza kartlarımıza... Düğünü, cenazesi, halayı, aşı, ekmeği birer çiçek tarlası gibi rengârenk çizgilerle süsler bu filmi.
Urfa öyle mi? Urfa, bin bir hikâyesinin canlandığı her sokağı ile bir zaman tüneli gibidir. O tarihi bin bir gece masalları gibi bin bir hikâyenin beşiğidir. Mezopotamya, Sümerler, Asurlular, Akadlar, Babilliler denilince ilk akla gelen ve Nuh Tufan’ından sonra kurulan ilk yerleşim yerlerinden biridir Urfa… 10 bin yıllık bir geçmişi vardır derler de kim bilir tufan öncesinde vardı belki de… Göbeklitepe’nin 12 bin yıllık bir geçmişi olduğunun söylenilmesi bunun delili gibidir. Yine Hz. Âdem’in yeryüzünde ilk defa tarım yaptığı şehir denilmesi de boşuna değildir.
Nemrud ve İbrahim (A.S) arasında geçen tevhid mücadelesine de sahne olmuştur Urfa. Aradan geçen binler yıla rağmen Balıklıgöl’e her gidişinizde içinizdeki Nemrut, yine içinizdeki İbrahim’i ateşe atar. Atar da atmasına ateşin “berden ve selamen” formuna değişimi ile küllerin güllere, külhanın gülşene dönüştüğüne şahitlik edersiniz. Oradaki balıklar, tarihin canlı şahitleridir de sanki siz onlara her yem attığınızda suyun yüzüne çıkıp “ben de oradaydım” derler. Çok şey anlatırlar size lisan-ı hâl ile... Kulak verirseniz duyarsınız, duyarsanız anlarsınız. Bu mekâna girip de şöyle alelâde dolaşıp bir an önce çıkan kimse var mıdır acaba? Kesinlikle yoktur, olamaz da…
Hz. İbrahim’in yaşadığı şehirdir demiştik. Ta doğduğu günlerde Nemrud’un zulmünden korunması için saklandığı mağara ile başlayan serencamı, o mağaraya girip bir iki dakika tefekküre daldığınızda bile yaşarsınız. Bu gün bile uykusunda korkan çocukları oraya götürüp, oradaki sudan içirmeleri, elini yüzünü yıkamaları tesadüfi değildir. İşte bu mağarada insana bir emniyet gelir. Ardından tefekkür, onun ardından sorgulama… Cesareti olmayanlar hiçbir şeyi sorgulayamazlar. Sorgulayamadıkları için de her şeyi olduğu gibi kabul ederler. Hatta öyle olmadığına inansalar bile “öyle değil” demek cesaretini kendilerinde bulamadıkları için susarlar ve kalabalıklara uyarlar. Sükûtları ikrarlarıdır bir nevi. Oysa burada hissettiğinizi emniyet, burada tattığınız tefekkür lezzeti size bir cesaret verir ve siz de haykırırsınız içinizdeki çarpık iğva ve vesveselere “BEN BATANLARI SEVMEM” diye… Zira batanlar, batıllardır. Siz ise hakikatin iz sürücüsüsünüzdür. Bu mağaradan çıkar çıkmaz sizi karşılayan mabetler peş peşedir, yan yanadır. İşte bu haliyle Urfa, Tevhid’in Şehri’dir. İkirciklik Urfa’da barınamaz.
Urfa’nın bu kadim hikâyesine eklenen bir diğer hikâye de Hz. Eyyüb’ün hikâyesidir. Sırf Hz. Eyyüb’a kinaye olarak siz Urfa’ya Sabrın Şehri’dir de diyebilirsiniz. Eyyübiye semtinden Eyyüb Nebi beldesine uzanan hikâyenin peşine düştüğünüzde sabrı ve teslimiyeti daha iyi anlarsınız.
Tevhid’in şehridir demiştik ya işte bu tevhide teslimiyetin de bizzat yaşandığı yerdir Urfa… Sabrı, iliklerinize kadar hissedersiniz bu şehirde. Bu sabır size sükûneti, sükûnet de dinginliği bahşeder. Aslında sabretmek, dünyanın en zor zanaatıdır. Şeytanı çileden çıkaran bir hâldir. İşte kâmil manada bir sabır size dünyevi ve uhrevi dertlerinize çare olacak devayı da hediye eder. Gerek Eyyübiye’de gerekse de Eyüp Nebi Beldesinde gördüğünüz çilehaneler bu sabrın ocaklarıdır. Bu ocaklarda pişen gönüller dünyanın meşakkatlerine karşı daha da bir dirençlidir. Kim bilir belki de Urfalının diline pelesenk olmuş “bi şey olmaz” sözü de buradan geliyordur. Siz eğer bu çileyi yüreğinizin derinliklerinde yaşarsanız, o külhanlarda pişerseniz işte buradaki şifalı sular sizin maddi ve manevi dertlerinize bir ilaç olur. Âcizane bu satırları yazan bendeniz dahi bu sulardan şifa bulmuş bir kardeşinizdir.
Eyüb Nebi denilince Rahime annemiz ve Hz. Elyesa’yı da anmak gerekir. Onların da ayrı bir hikâyesi vardır. Rivayete göre Hz. Elyesa da Hz. Eyyüb’ün hasta olduğunu duyunca kalkar onu ziyarete gelir ve burada vefat eder. Onun ölmeden önce toprağa sapladığı asası koca bir ağaç olur.
İslam dini hayatın bizzat içindedir. Münzevi değildir, ölü değildir… İnsanın olduğu her yerdedir İslam dini. O, yaşanmak için gönderilmiştir. İşte bu manevi atmosferin hemen bitişiğindeki ticarethaneler, hanlar da bunun bir göstergesidir. Haşimiye çarşılarına ayak attığınızda Balıklıgöl’de yaşadığınız Hz. İbrahim ve Nemrud zamanında kalmışçasına sanki binlerce yıllık yolculuğunuza devam edersiniz. Gümrük Hanı, Kazzaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Kürkçü Pazarı, Keçeci Pazarı, Attar Pazarı, Oturakçı Pazarı sizi ta o çağlardan zamanımıza kadar getirir. Akla gelmeyecek kadar farklı ürünün, kumaşın, baharatın, bakırından gümüşüne, gümüşünden altınına kadar her türlü emtianın sergilendiği bir yerdir burası. Geze geze bitiremezsiniz ve illaki yorulursunuz. Lakin dert etmeyin, mutlaka bir çay için Gümrük Handa, tüm yorgunluğunuz gider. Acıktınız mı? O da söz mü kardeşim her köşeden burnunuza kadar gelen kebap kokuları sizi Urfa mutfağının eşsiz lezzetlerine zaten davet ediyordur. Davete icabet etmek zaten şart değil mi?
Şuayb Peygamber de şehrin bir diğer hikâyesidir. Şuyab Şehri diye bir antik yerleşim yeri vardır. Burası Harran’a 38 km mesafededir. Şuayb Peygamberin buradaki bir mağarayı ev ve ibadethane olarak kullandığı rivayet edilir.
Ve Harran… Urfa’nın en kadim hikâyelerinden birisidir. Yolların kesiştiği yerdir kelime olarak. Bu kesişme sadece yolların değil kültürlerinde kesişmesine şahitlik etmiştir. En eski zamanlarda Mezopotamya putperestlerine ait ay tanrısı Sin ile güneş tanrısı Şamaş’ın mabetleri burada olduğu tabletlerde yazılıdır. Sin Mâbedi’nde Hititler’le Mitanniler arasında bir antlaşma yapılmış ve antlaşmaya antlaşmaya Harran’daki ay ve güneş tanrıları şahit tutulmuştur. Harran’ı tufandan sonra Hz. Nuh’un oğullarından Kaynan inşa etmiş. Hz. İbrâhim de Filistin’e gitmeden önce bir müddet bu şehirde yaşamıştır. Hatta burada adını taşıyan bir mescit ve onun otururken yaslandığı söylenen bir taş vardır. Harran, ayrıca dünyanın ilk üniversitesine de ev sahipliği yapmış bir yerdir. İşte tüm bunları yan yana koyunca Urfa, güneşin doğduğu şehirdir bana göre…
Hayat El Harrani’den Nabi’ye kadar tarihe mal olmuş binlerce insanın hikâyesi bu kadim şehrin başındaki altın tacın zümrüt taşları gibidir. Hangisine baksanız gözleriniz kamaşır. Hangisine kulak verseniz sizi hayretler içinde bırakacak hikâyeler anlatır size…
Bendeki Urfa sevgisi, 1998 yılında bu şehre tayin olmamla başladı. Her ne kadar bir yıl kalsam da hemen hemen her yıl bu şehre gelerek özlem gideren bir insanım. Ta o yıllardan başlayan dostluklarımız, arkadaşlıklarımız hâlâ devam etmekte. Atalar boşa dememişler bir acı kahvenin kırk yıllık hatırı vardır diye. Urfa’da görev icabı hangi köye gitsem, hangi hanenin kapısını çalsam bir acı kahve yani mırra ikram edilmiştir. Urfa kahvaltılarında yediğimiz isotlar da bu acıya dâhil midir bilmem ama Urfa denilince içim cız eder. Yoksa ben de mi ezelden Urfalıyım diye de kendime sormuşluğum vardır. Her ne kadar Urfalı değilsem de kendini Urfalı hissedenlerdenim diyebilirim.
Peygamberler Şehri, Urfa’ya hatta milli mücadelede Fransız’a yeryüzünü dar eden Şanlıurfa’ya selam olsun.
Halit YILDIRIM