GÖKYÜZÜ DESTANI
Sana bir hikâye anlatacağım, sadece dinle...
Kulağın ve gözlerinle... Ve ruhunla...
Evvel zamanların zaman olduğu anlarda, kalbur hep saman içindeydi. Sen görmedin belki...
Ben, kâinat yaratılırken; yerler ve gökler var edilirken var oldum. Sen de dahi varım. Gece gündüz, akşam sabah seninleyim. Varlığını, cismini, fikrini ve belki işleyişini bilmediğin zerrelerin zerresi hücrelerinin içindeyim. Damarlarında dolaşıyorum, an ve an ve sonra ve sonra.
İlk yağmur toprağa düştüğünde, ilk çiçek filiz verdiğinde ve ilk çocuk ağıtına başladığında vardım. Başı bulutlara değen mor dağların yaylalarında, al yanaklı kadınların ceylan bakışlarında, cengâverlerin yüreklerinde...
Ben vardım. Kor ateş ile sınandım, su ile terbiye edildim. Şimdi bildin mi ben kimim? Bir parça demirim. Sadece senden ibaret değilim...
Savaşlarda gök gibi parlar, düşmana korku salarım. Toprağı kazar, berekete gebe bırakırım. Topraktan çıkanı biçer, seni beslerim. Bir tırpan ile başlar, kaşık ile ulaştırırım o bereketi. Benim yardımımla, beni alırsın yine kanına canına. Bunlar mı yalnızca?
Değil!
Şimdi uzun uzadıya kendimi anlatıp daha fazla kibirlenmeden hikâyeme başlamalıyım.
Dolunayın aydınlattığı, parlak ve ılık rüzgârın ışığa yarenlik ettiği bir gecede dövüldüm. Özümden ayrılıp küçük bir parçaya bölündüm.
Dolunayın aydınlattığı başka bir gecede ise hırçın alazların göğe doğru yükselişini gördüm. Gözleri aç, gönülleri kör haramiler, sürdü alazları Temür Obası'nın üstüne. Masum yüzleri dolunaya çevrilerek haykırdı; kadınlar, erkekler, çocuklar ve yaşlılar… Ve kuzulamış koyunlar… Ve doru atlar...
Bir kedi ağıt yaktı, kara dumandan görünmeyen gökyüzüne. Tekir idi kedi, oynar zıplardı çocukların arasında.
Bir köpek uludu açgözlü alazlara, açgözlü haramilere.
Hangi yaydan fırladığı meçhul okun temreni, girdi çoban köpeğinin tüylü derisine ve yüreğinin ta ortasına. Bir damla yaş indi köpeğin gökyüzüne dikili gözlerinden, yeryüzüne...
Kıl, kara çadırlar yağmalandı, küle dönmeden önce.
Açgözlü, kör yürekli harami başının sağ yumruğu, sıra sıra mücevher dizili bir gerdanlık ile sıkıldı, gökyüzüne kalktı. Alınan alındı. Geriye bir şey bırakılmadı.
Ensesi mavi alaz dövmeli, kel kafalı harami başının gerdanlık sarkan eli yere inince, sarhoş naralar eşliğinde... Doymamış nefsi doyurmamak için başka obalara doğru yola düşüldü.
Alazlar, son bir gayretle yıldızlara erişmek üzere şahlandığında; direkleri çökmüş, pare pare yanmış, kara kıl çadır içinde, gök gözlü bir kız çocuğu ağladı.
Adı Gökyüzü olan kız çocuğu kaldı geriye Temür Obası'nın külleri arasında.
İsten kapkara olmuş yüzü, kirlenmiş altın saçları ve en iyi ilaç olan zamanın kudreti ile şifa bulacak yanıkları ile emekledi Gökyüzü. Yaşı, geçen baharda değmişti sekizine.
Sağına soluna bakındı, kül yığının içinde eline bir şey takıldı. Uzandı, aldı...
Bildin mi ne aldığını?
Matem her yanındaydı, hangi yöne dönse oradaydı. Ensesi mavi alaz dövmeli harami başını uzaktan seçti, atının üstünde giderken.
Obası kül oldu, yandı, bitti...
Sağ kalmayan canların ağıtı ile ayrıldı Gökyüzü obasından, ayrıldı gökyüzü, küllerin arasına düşen yıldırımların kudretinden.
Gök gözleri, ağıt yedi ağıt içti günlerce gecelerce.
Elinden hiç bırakmadı ata yadigârını. Az gitti uz gitti, sırtında çocuk yaşının ağırlığını taşıdı. Aç kaldı, açık kaldı ve yaşadı.
Güzün haberini getiren rüzgârlar, bulut süpürdü gökyüzünde. Dirhem dirhem sarardı yapraklar yüksek dallarda. Yağmur indi damla damla...
Aç karnını doyurup açığını kapamayı öğrenerek yaşamaya alıştı.
Çağıl çağıl akan derenin yamacına geldi bir gün. Yer sarsıldı, bütün ağaçlardaki kuşlar kaçıştı. Derenin diğer yakasında ufuktan gelen karartıyı gördü. Toprak dövülüyordu, örs üzerindeki demir gibi... Benim gibi... Elini alnına siper etti Gökyüzü, seyreyledi yaklaşan karartıyı. Baktı, baktı. Gelenler yılkı atlardı.
Rüzgârı yanlarına yoldaş edip tozu dumana katarak dereye doğru, Gökyüzüne doğru koştular atlar. Toprağa her vuruşta toynakları, özgürlüğü haykırdılar. Şahlanıp yelelerini savurdular, kuyruklarını kaldırdılar. Birlik ve kardeşlik notasında kişnediler saflarını bozmadan. Temür obasının her bir sakinin yüzü saklanmıştı sanki iki gözünün arasına yılkıların. Güneşin doğduğu yerden gelip battığı yere doğru gittiler. Arkalarında yaşlı gözlerle Gökyüzünü bırakıp…
Kalabalık bir kurt sürüsü geçti, yılkıların bıraktığı izlerden uluyarak. Gökte kartallar bağırıştı, geniş kanatlarını çırparak.
Sergüzeştimiz böyle başladı gök gözlü kız ile...
Bundan sonrasını iyi dinle!
Koyaklarda geçirdik, yıllara devrolan günlerimizi; yazlarımızı, kışlarımızı. O obasını unutmadı, ben koparıldığım cevher yatağını.
İnsan içine karışmadık, kimselere kendimizi bildirmedik, sesimizi duyurmadık. Biz bize yettik de arttık. Zamana zaman kattık.
Gökyüzü, bastı on altısına. Altın saçları indi dizlerinin altına, gök gözleri iri bademler gibi asıldı kaşlarının altındaki ok kirpiklerinin arasına. Gezdiğimiz gördüğümüz yaylalardaki gelinciklerden aldı güzelliğini; dudakları ve yanakları. Gürbüz ve güçlü bir kız oldu.
Artık yayını akça ağaçtan, oklarını da çam sürgünlerinden yapmaya başladı. Hedefini şaşmaz, gözü pek oldu. Bir de kılıç kuşansaydı...
Sıcak bir yaz gecesi idi, göl kenarında konaklıyorduk. Gökyüzü, ay ışığı damlayan suya girdi; ışıkla yıkandı, ışıkla arındı. Sudan çıktığında ay gibi parladı. Otlardan ve hayvan derilerinden yapılma esvabını giydi. Uzun zamandır beni eritmemişti, dudaklarının arasına alıp.
Gölden uzaklaşıp dik yamaca, dolunayın hemen altına oturdu. Beni, o en sevdiğim ve en çok ıstırap çektiğim gelincik dudaklarının arasına aldı. Derin bir nefes çekti önce... Yüreğinin orta yerinden ciğerlerine akıp arındı nefesi. Lakin boğazına gelince, üç düğüm oldu, oraya oturdu.
Sıcak yaz gecelerinde anasının gülen yüzünü yâd etti, zihninden çıkarıp ayın orta yerine uçurdu anasının yüzünü. Kızgın demiri terbiye eden babasını düşündü; demire her vuruşunda çıkardığı kıvılcımların içine saklayıp yıldızlara yolladı babasını.
Usul usul ağladı, usul usul üfledi. İnce, narin kirişim, usul usul titredi benim. O yanmaya, ben erimeye devam ettik. Boğazındaki ilk düğümü çözmeli idik.
Ne oldu ise o an oldu... İçindeki ağıtın ateşi harlandı.
Göl öfkelendi, çalkalandı yatağında. Adam boyu dalgalar yükseldi, Gökyüzüne ulaşıp, Gökyüzünü yutmak istercesine…
Bunca hengâmenin arasında o dimdik durdu, hiç bir an korkmadı. Boğazındaki ilk düğüm koca yumru oldu. Nefesini derince çekip rüzgâra eş olsun diye bırakırken başka sesler katıldı ezgimize.
Arz titredi bizim gibi, içinde ne var ne yoksa boşaltmak istedi. Yamacın aşağısında! Arzın üstünde göründüler! Onlar kalabalık yılkı sürüsüydüler! Ağızlarını açıp şahlanarak; göle, fırtınaya, ağaçlara, yıldırımlara, arza, gökyüzüne ve Gökyüzüne kişnediler. Onların ardı sıra gelenler vardı uzaktan. Kurtlardı!
Ve sağanak yağmura, fırtınaya inat; geniş kanatlarını çırpıp üzerimizde halka halka uçanlar, kartallardı.
Gökyüzü ‘nün nefesi ısındı, ısındı… İşte o an çözüldü ilk düğümü...
Yılkıların biri kara yağız idi. Kişneyerek Gökyüzüne seslendi. İki dudağının arasından beni bırakmayan Gökyüzü, yamaçtan aşağıya indi ve kara yağızın üzerine bindi. Rüzgâra meydan okuyarak koşan kara yağızın peşinden diğerleri de geldi; kurtlar tepeleri aşarak, kartallar göğü yararak.
Yıllar sonra ilk defa içten gülümsedi Gökyüzü. Sabaha kadar, sabahtan akşama, akşamdan geceye dur durak bilmeden koştuk. Ardımızda kurtlar, üstümüzde kartallar...
Yorgunluk değildi o gece bizi durduran; sönmüş alazların tüten dumanıydı karşımızdaki obadan.
Gökyüzü ‘nün boğazına oturmuş ikinci düğüm büyüdü, büyüdü ve koca bir yumru oldu. Ben ezildim, büzüldüm, buruldum...
O an sonunda gördü Gökyüzü, atının üstünde uzaklaşan kel kafalıyı. Ensesindeki yeri hiç değişmeyecek dövmenin mavi alazlarını.
Gök gözleri kıvılcımlar saçtı Gökyüzü ‘nün. Nefesi harlandı; o da yandı ben de yandım. Alınacak intikam, bir ok atımı ırağımızda idi. Ve... İkinci düğüm çözüldü.
Kişnemesi yeri göğü inleten kara yağızın da yüreği yandı belli. Belki onun da canını cananını yakmıştı harami başı.
Akça ağaçtan yapılma yayını gerdi, sürdü okunu yaya. Hedef şaşmayan temrensiz ok, vınlayarak geçti harami başının, başı yanından. Atı ürktü ve şahlandı. Harami başı, tozu dumana katıp kayıplara karıştı.
Atacağı ikinci oku, kırdı parçaladı Gökyüzü. Kara yağızın sırtından indi, yılkılar ve kurtlar peşinde obaya doğru koştu. Lakin geriye; kül ve dumandan başka bir şey kalmamıştı. Yılkıların toynakları önünde, dizlerinin üzerinde yere yığıldı.
Gecenin kalın perdesi gün ışıkları ile yırtılırken ayağa kalktı. Kara yağızın sırtına atlayıp güneşi ardına aldı, yılkıları, kurtları peşine… Kartalları üstüne. Dinmeyen öfkesini katık, hırsını azık etti. Hayvanlar, kan ter içinde kalıncaya kadar koştular. Yeşil ovayı ve içindeki küçük tepeleri aştılar.
Kudretine kudret, servetine servet katan harami başının, aşılmaz sandığı yıkılmaz bildiği haşmetli kalesinin yamacında durdular. Kurdun biri, en irisi... Açtı ulu çenesini.
Uludu kalenin burçlarına... Atlar şahlandı, kartallar kanat açtı.
Gökyüzü, sürdü kara yağızı kalenin köprüsüne doğru. Haramiler olan biteni anlamadan içeriye girdi, ardında hırçın hayvanları ile.
Bir harami, iki harami derken hepsi gördü onları. İki ayakları bir pabuca dolandı. Kimi oklarını, kimi kılıçlarını kuşandı. Ateşler yakıldı; yıkılmaz sanılan, geçilmez sanılan lakin geçilen ve yıkılmaya çalışılan kalenin içinde. Okların temrenleri, yanmış yağa batırılmış çaputlarla dolandı. İlk ok alev alıp Gökyüzü ‘ne nişan aldı. Kara yağızın üstündeki Gökyüzü, bir sıçrayışta fırlamamış oku geren haramiyi indirdi. Alev almış oku haraminin göğsüne sapladı. Rüzgâr gibi esiyor, yıldırım gibi düşüyordu haramilerin üstüne.
Arkasına dönüp baktığında, oldukları yerde dikilen hayvanların donuk bakışlarını gördü. Yine o bakışlarda Temür obasının fertlerini.
Gözüne kestirdiği burçlardan birine tırmandı. Tam da ben ne vakit intikamımı alacak ve savaşacağım diye düşünürken; cebinden çıkardı. Dudaklarının arasına aldı. Öyle güçlü üfledi ki...
Mavi gök bir an da karardı, kartallar kara bulutların uçlarından tuttu, sürükledi kalenin üzerine. Çarpıştı kara bulutlar, kamçı gibi şakladı yıldırımlar. Kaçamayan yandı kül oldu. Kaçanlar ise Gökyüzü ‘nün okları ile yüzleşti. Ayağa kalkanlar, yılkıların toynaklarından ve çiftelerinden nasiplendi. Kurtlar sivri dişleri ile aman vermedi kapıya koşanlara. Kartallar pençelerini geçirdi. Bir bir yokladı Gökyüzü, üst üste yığılan cesetleri.
Bir o eksikti! Harami başının başı görülmedi.
Demir bir kapı aralandı; ince, kısa kirişim yaylandı, demirim harlandı kapının kanatlarında, Gökyüzü ‘nün ağzında... Haykırdı Gökyüzü, harami başının başını görünce.
Küstah ve acımasızdı harami başının bakışları. Ölmüş adamlarının yığınına dikildi bakışları. Öyle bir gürledi ki... Yıkılmaz sanılan kalenin surları inledi. Kurtlar ve yılkılar geri çekildi.
Taşları döven adımları, Gökyüzü ‘ne yanaştı. Sert siması tehdit etti yeri, göğü, Gökyüzü ‘nü.
Yıldırmadı, gök gözlü kızı harami başının bakışları. Yaktığı obaları, akıttığı kanları, aldığı canları düşündü harami başının. Bir elinde kılıç, bir elinde gürz sallayan adamın yanından fırlayıp ardına geçti, o daha ne olduğunu anlamadan. Ensesinde dalgalanan mavi alazlara düştü Gökyüzü ‘nün gök gözleri. Avucunun içinde kor olmuş bir parça demir vardı.
Bildin mi o demiri?
Babasının ateş ile dövüp su ile terbiye ettiği, onun da nefesi ile dövüp şekle şemaile soktuğu demiri bildin mi?
Havaya kaldırdı, kartallar kaptı, şimşeklere ulaştırdı. Şimşekler, güç ve kudret ile donattı kurtlara attı. Kurtlar dişlerini ödünç verdi, yılkılara gönderdi. Yılkılar, şahlandırdı hızına hız kattı ve daha an bitmeden Gökyüzü ‘nün avucuna ulaştırıldı bir parça demir.
Gökyüzü, gök gözlerini yumdu ve beni, mavi alazların ortasına gömdü. Ardına dönemeden harami başı, taş zemine yığıldı. Göğe değen bakışları Temür obasını gördü ve diğerlerini ve diğerlerini... Cevherimden koparıldığım gün girdi benim de düşüme. Mavi alazların kana boyadığı o gün gibi. Oluk oluk kana boyandım.
Kor kızıl eritilip dövüldüğüm o günü andım.
Çekti çıkardı beni Gökyüzü, bir daha gökyüzüne yolladı, kartalların pençelerinde. Yağmur ve rüzgâr ile arınıp geldim yine ellerinin arasına.
Kurtlar, yılkılar ve kartallar hepimiz aldık intikamımızı harami başından!
İçeride esir tutulmakta olan kadınlar, çocuklar... Onlar da aldı.
Aşılmaz ve yıkılmaz sanılan kaleyi aştık ve yıktık. Taş taş üstünde koymadık.
İşte o vakit çözüldü Gökyüzü ‘nün boğazındaki üçüncü düğüm.
Yola revan olduk, ocağı tüten obaların ırağından geçtik, nerede bir harami görsek; başı büyümeden başını kestik. Obaların ocağı tütsün, gök gözlü, kara gözlü, çimen gözlü kızları ağlamasın, yürekleri yanmasın, babalar ölmesin, analar ölmesin diye...
Hiç bir yerde yurt tutmadık. Koyaklarda, dağ doruklarında, geniş ovalarda, yüce yaylalarda yaşadık yaşlandık. Yılkılar, kurtlar ve kartallar yoldaşımız oldu.
Sana anlattığım hikâye de burada son buldu. İyi bildin mi beni? Kimdim? Neydim? Temür Gubuz dediler adıma. Bundan gayrı da unutma!
Beni bir kez gören ve işiten, hikâyemi nesillere aktaracak olan unutmadı, sende unutma!