Erdem Bayazıt Kimdir?

Adil Erdem Bayazıt (d. 1939, Kahramanmaraş – ö. 5 Temmuz 2008, İstanbul) Yazar, şair ve milletvekili.

Erdem Bayazıt

Erdem Bayazıt, 1939 yılında Maraş’ta doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Millî Kütüphanemde çalıştı (1965 -1973), sonra lise edebiyat öğretmenliğine geçti. 1987 seçimlerinde K.Maraş milletvekili seçildi.
Yazı ve şiir yayınlamaya 1960’ta başladı. 1969’tan itibaren uzun yıllar Edebiyat dergisi şairlerinden oldu. Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrı’dan kopardığı insanın manevi kurtuluşunu arayan Sebep Ey (1973) ile Risaleler (1987) yayınlanmış iki şiir kitabıdır. İpek Yolundan Afganistan’a (1985) ise gezi notlarıdır. Erdem Bayazıt, 5 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

Erdem Bayazıt’ın Eserleri:

Şiir:
  • Sebeb Ey : İlk şiir kitabı 1973’te Edebiyat Dergisi Yayınları (2. baskısı Akabe Yayınları, 1979)
  • Risaleler : Son şiirleri adı altında Akabe Yayınları arasında 1987 yılında çıktı (2. baskı 1989).
  • Şiirler (Sebep Ey ve Risaleler iki kitap bir arada) İz Yayıncılık tarafından 1992 yılında basıldı (4. baskı 1998).
Gezi:
  • İpek Yolundan Afganistan’a:1981’de İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’ı içeren iki aylık gezi ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırdı (Akabe Yayınları 1982).
Ödülleri:
  • Risaleler; Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülü.
  • İpek Yolundan Afganistan’a; TYB 1983 Gazetecilik Ödülü.

Erdem Bayazıt’ın Şiirlerinden Örnekler

SANA, BANA, VATANIMA, ÜLKEMİN İNSANLARINA DAİR
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı” Öyle değildi bu türkü, bilirim Bir de içime – Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen- Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek Bazan gelmesi beklenen, bazan ansızın çıkagelen Haberler bilirim, mektuplar bilirim. Gamdan dağlar kurmalıyım Kayaları kelimeler olan Kırk ikindi saymalıyım Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma, saçlarıma Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından Baştan ayağa ıslanmalıyım Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım. İçimde kaynayan bir mahşer var Bu mahşer bir de annelerin kalbinde kaynar Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde Ya da çamaşır sererken bahçelerde Alıverirler kara haberini ansızın Okul dönüşü bir trafik kazasında Can veren oğullarının. Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim Bir dolmuşta yorgun şoförler için bestelenmiş Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan Ya da melâl denizi parkların ıssız yerlerinde Örneğin hind okyanusu gibi derin İsyanın kapkara sularına dalan. Nice akşamlar bilirim ki Karanlığını Bir millet hastanesinde Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda Başını kalorifer borularına gömmüş Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiblerden Haber sormaya korkan Genç kızların yüreğinden almıştır. Bir de baharlar bilirim Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği, bilemeyeceği Anadolu bozkırlarında İstanbul’dan çıkıp diyarbekire doğru Tekerleri Yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen Cesur otobüs pencerelerinden Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen. Yazlar bilirim memleketime özgü Yiğit köy delikanlılarının İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan Üstüne cehennem güneşlerde göğermiş mor sinekler konup kalkan Diğeri kan ter içinde yayla yollarında Mavzerinin demirini alnına dayamış Yüreği susuzluktan bunalan İçinden mahpushane çeşmeleri akan Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp Apansız silahına davranan Nice delikanlıların figüranlık yaptığı Yazlar bilirim memleketime özgü.
Güzler bilirim ülkeme dair Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir Kalakalmış bir kıyıda melûl ve tenha Kalbim gibi Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri Titreyen kenar mahalle çocukları Bir sıcak somun için, yalın kat bir don için Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi. Kadınlar bilirim ülkeme ait Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak Göğüsleri Çukurova gibi münbit Dağ gibi otururlar evlerinde Limanlar gemileri nasıl beklerse Öyle beklerler erkeklerini Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi. İsyan şiirleri bilirim sonra Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden Harfler harp düzeni almıştır mısralarda Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır Kimi bir soygun sofrasında ışıklı salonlarda Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır. Müslüman yürekler bilirim daha Kızdı mı cehennem kesilir, sevdi mi cennet Eller bilirim haşin hoyrat mert Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır Her kırışığı sorulacak bir hesabı Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır. Bütün bunların üstüne Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli Adın kurtuluştur ama söylememeliyim Can kuşum umudum canım sevgilim. Bülbülderesi, 1971 —— AŞK RİSALESİ
Dirilmek yeniden Yerin uyanması gibi, kımıldaması gibi toprağın Bulutları yarması gibi gün ışığının Yağmurun ansızın boşanması Binlerce kuşun bir anda parlaması havalanması Erimesi gibi karların ve buzulların Patlaması gibi dal uçlarında tomurcukların. Dirilmek yeniden Yüzyıl süren bir berzahtan geçmişiz gibi Kandan kinden öfkeden Üstümüze bir sağnak boşanmış gibi Sürekli lekelendiğimiz, çözülmeye terkedildiğimiz Bir bataktan çıkar gibi. Yürürken, otururken, yatarken Hep çürümek durumunda kalmış Duyduklarımızdan dolayı kulaklarımız Gördüklerimizden ötürü gözlerimiz Dokunduklarımız için ellerimiz. Belli bir bozgun yaşamışız Her şeye ölüm dadanmış sanki Kadınlar ki anne olmamak için direniyorlar Erkekler ki savaşmayı tümden unutmuşlar Çocuklar zaten hiç çocuk olmuyorlar Çocukluk kalkmış dünyadan gibi Her çocuk antik çağ filozoflarından bir kalıntı sanki. Aşkın son saltanatını yaşamak için mi ey kalbim Ruhun serüvenine bir kale olmak için mi? Bu başkaldırma kanatlanma. Durmadan geçiyordu o zamanlar Üstümüzden tanklar, toplar, binler tonluk arabalar Boğuk bir ses, madeni bir böğürme Bir metropol devinin içimiz titreten iniltisi Ta uzaklarda şehirlerin üstünde kımıldayan Bir korkunun yüreğimizde biriken tedirginliği Bir sam yeli gibi bedenimizi yüzümüzü saçlarımızı Yalayarak Çekiyordu bizi ve herkesi. Ama sen uzaklardaydın ey kalbim Uzaklardaydın, sevdiğim uzaklardaydı Ayın ve yıldızların çağlayarak Berrak şelaleler yaparak Coşku içinde aktığı Bir yerlerdeydi. Hani bir gün bir çobana rastlamıştık Kavalıyla bir sümbülü emziriyordu Adı ferhat mıydı neydi Koyunların, kuşların, böceklerin ve çiçeklerin Sadakatten mest oldukları Her birinin gözlerinde Kaybolur gibi, kayar gibi Dalıp gittiğimiz o saadet evreni Kayaların yüzlerinden okuduğumuz o ebedi bilinç Bizi çekip almıştı kılcal damarlarımızdan. Yaslan göğsüme sevdiğim Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir toprak gibidir Sen ki bulut gibisin Ay gibisin, güneş gibisin bazen. Usul usul inen Yağmur tıpırtılarını Dinler gibi Dalıp gitmiştik Sen konuşuyordun İpil ipil yağan bir yağmur gibi konuşuyordun Onlar ki konuklarımızdı Adları Keremdi, Yusuftu, Kaystı Hepsi de ezelden tanıdıktı dosttu. ( Ara Çağrı ) Sen bir taze haber gibi gelmiştin, unutmadım Her gelişin bir taze haberdi, unutmadım Aşktı alıp verilen altın bir vakitti yaşadığımız Bir muştuyu algılamanın sürekli gerilimiydi sanki unutmadım. Can oynanırdı evlerde yollarda meydanlarda Can alınıp can verilirdi hiç unutmadım Sen uyurdun, uykun bir tepeden seyredilen uçsuz bir vadi Kıyısından seyredilen bir denizdi sanki, unutmadım. Ah sevgili! Hayat görünürdü kapından, bir çırpınış yüreklerimizde Sen evinden çıktığında güneşler doğardı içimizde unutmadım. Toprağa düşen tohum, onda gizlenen renk şekil koku Senin için biçimlenirdi renklenirdi kokardı senin için unutmadım. Ebedi masum çocuklar zamanın solmayan çiçekleri İstemişlerdi de ezan okumuştu Bilal bir sabah unutmadım. O dirildi, O dirildi diye birden çalkalanan sokaklar Ölüm ki sonsuza açılan bir kapıydı hiç unutmadım Ey aşk ey dirilik soluğu ey evrenin hareket kaynağı Nasıl unuturum nasıl unuturum hiç unutmadım. Haydi gel sevgilim Uzanalım toprağın altına Çiçekler mayalansın göğsümüzde Bu akıp giden, bu kör gidip yol giden Kalabalıkları bu insanları Ezen çiçekleri, bir kere bile farkına varmayan Dökülen bu yıldızları yağmur birikintilerine Çiğneyerek geçen bu adamları ve kadınları Uyarmak için, bir an durdurmak için Bu bizi terkeden, bacaları öksüz ve boynu bükük Bırakıp giden leylekleri, o güzelim hacı leylekleri İçimizde sonsuzluk kavislerinden izlerini taşıdığımız Ama şimdi kendimizi zorlasak da anımsayamadığımız tasarlayamadığımız o kırlangıçları Ah tekrar dönülebilir mi? yaşayabilirmiyiz, Uzansak yerin altına ve toprak olsak. Haydi gel sevgilim Bir daha deneyelim Bir kere daha kesmek için yolunu kalabalıkların Yüreğimizden, gönlümüzün derinliğinden Vermek, hep vermek için Çünkü dağıttıkça çoğalır bizim zenginliğimiz Aşkın bir adı da berekettir En iyi anlatandır o Hıra’da bir mağarada Gözden döküleni Gönülden geçeni. Ah hep o kelimeyi bulmak için bütün bu Çabalarım Seni çağıracak olan. Nasıl da unuttuk Oysa daha anar anmaz adını Ansızın patlayan bahara bir pencere açmışız gibi Kış ortasında çıkıveren güneş gibi Birden sıyrılıverip bulutlardan Üryan görülen can gibi Doldururdun içimizi Ve eviçlerimizi. Ah oruçlu bir ağustos vaktinde Bir kayanın dibinden kaynayan Soğuk ve berrak sulara Uzanıp kana kana Avuç avuç alıp Yüzümüzde, içimizde Duyduğumuz Gibi Aşk. Ah bir yalnızlık vaktinde Herkesle birlikte olduğumuz Gene de yalnız olduğumuz Bir parkta Ta uzaklardan gelir gibi Bir tamburdan bir ezginin Bizi bizden ve herşeyden Alıp götürdüğü gibi Aşk. Haydi gel sevgilim gene arayalım Makam-ı İbrahimde rastlanan ayak izlerini Dedesinin elinden tutup Kubays dağına götürdüğü Yüzüsuyu hürmetine yağmur istediği Yeryüzünün bereketlenip çiçeklerle bezendiği Develerin coşarak çöllerde Ayak sesleriyle şiirler bestelediği O vakitleri. Haydi gel bir daha bir daha Arayalım Herkesin ve herşeyin uykuya vardığı Bir vakitte Gürül gürül Bardaktan boşanır gibi Yeryüzünü ve gökyüzünü Dünyanın bu yüzünü ve öbür yüzünü Geceyi ve gündüzü Dolduran Yüreğimizi kuşatan O kitaptan Okunanı. Yaşamak, avını gözleyen Sessiz gergin Soluk soluğa Bir atmaca Sağ elimin Parmakları ucunda. Ve ölüm Bir güvercin Beyaz Süzülen masmavi gökten Berrak sulara. Bir yıldız kayıyor kayıyor kayıyor Bir dal uzuyor uzuyor Bir gül kanıyor bir seher vaktinde Yanıyor bir ateş için için İçimde içimin de içinde Bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor Bir ney eriyor dudaklarımda Aşkın bir adı da yorulmamaktır. Ankara, 1979 BULMAK Bir an kayboldun gibi! Yaşadım kıyâmeti Yoruldun ama buldun ey kalbim emâneti. Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma. Çiçeğe durdu kalbim, içtim parmaklarından Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından. Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde, Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde. Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş. Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine Kapılıp gidiyorum saçının sellerine. Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar. Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın, Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın. Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi. Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım. Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden. Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm. Güzlek, 1971 KAR ALTINDA HÜZÜN DENEMESİ Dünyanın en uzun hüznü yağıyor, Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne. Kar yağıyor ve sen gidiyorsun, Ağlar gibi yürüyerek gidiyorsun, Belki bulmağa gidiyorsun kaybettiğimiz O insan ve tabiat çağını. Dön bana ve dinle Kuşlar uçuşuyor içimde. Loş bir keman solosu gibi Kuşların uçuştuğunu içimde Dön bana ve dinle. Karanlık denizlerin dibinde, Birtakım incilerin olduğunu Birtakım incilere ve hatıralara Neden bağlı olduğumuzu unutma. Duy beni ve dinle Denizler boğuşuyor içimde. Unutma diyorum ama sen anla Anlat bizim de yaşamak istediğimizi onlara. Ankara, 1962 ÖLÜM RİSALESİ – Aziz kardeşim Yusuf Erzincanî’ (Ergün) nin anısına – Önsöz Damla damla oluşuyor hayat Ölüm kımıl kımıl Duymak kolay Anlatmak değil. Her an Farkındayım Az az öldüğümün. Bilincindeyim doğan ayın Eriyen karın, akan suyun Ve usul usul tükenen zamanın. Tekrarlayıp duruyor saat Vakit de mahlûktur Vakit de mahlûktur. İşliyor kalbim Eskiyor saçlarım Ve gözlerimin en ince hücreleri. Okuyorum hayatı Toprağın üstünden çok Altındakilerle var olduğunu. Toprak Ölüme aç Ölüme muhtaç Hayat. Ölüm muhakkak Ve ölüm mutlak Tek kapısıdır ölümsüzlüğün. Ölümle tanıştıktan sonra anladım Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın. Kesitler Mahlûkta devinen Gürül gürül bir ırmaktır ölüm. Babalar ölür Dolaşır eli ölümün Saçlarında anaların oğulların. Analar ölür Kök salar hasret yüreklere “Bir evlat pir olsa da” O zaman anlar ancak neymiş öksüzlük. Oğullar ölür Bir kafes olur ölüm Ana kalbi bir kuştur Azad kabul etmez. Sevgililer ölür Bir hicret olur ölüm, Bir sıla. Mesela arkadaşlar Arkadaşlıklar vardır okullarda Bakarsın biri gelmez bir gün Ve artık hiç gelmeyecektir Simsiyah bir gölge düşmüştür adeta Bahçeye koridorlara sınıflara Bir fısıltı dolaşır dudaklarda Kimi kirpikleri ıslak Çökmüş bahçenin tenha bir yerine Elinde bir çöp resmini çizer toprağa Anıların Kimileri öbek öbek toplanıp Çaresizliği dile getirirler anlamsız sözcüklerle – Nasıl olur daha dün beraberdik – Salıncakta İki Kişi’yi izlemiştik daha dün nasıl olur – Geçen pazar kırlarda dolaşmıştık “Göçmen kuşlar yerli kuşlardan daha mutlu olmalılar Hayatı dolu dolu yaşıyorlar” demişti, unutamıyorum. Sonra bir mezarlıkta Bir çukurun başında Bir kapının ağzında Herkes susar Konuşur ölüm. Ve sürer hayat. Bazan bir tekerlek altında Ansızın gelir ölüm Apansız biter sınav Bir elektrik kesilmesi gibi Kesilir tûlu emel. Bazen ölüm vardır Ölümden önce gelir Mesela bir hapishanede bir hücrede yaşanır Sorular hep yanıtsız kalır orada Sadece konuşan rüyalardır Yahut hayaller suskun duvarlarda Gözler kabul eder parmaklar kabul eder Ama beyin hep umuttan yanadır. Bazan akan bir film şeridinin Tek kare donan bir fotoğrafı gibidir Ölüm. Karşıda bir manga asker Gözler namluların karanlık ağızlarını görmez de Takılıp kalır masmavi gökyüzünde Asılıp kalmış bembeyaz bir buluta. Ölümden uzak ölümler vardır Gazete ilanlarında rastlanılan Dünyaya bağlılığın zavallı Ve muannit Bir belgesidir Daha çok kalanlara ait. Bir de bir örümcek ağının ortasına düşmüş Bir sineğin titrek bacaklarında seyretmiştim ölümü. Ölümler vardır: Bir ağacın köklerinin topraktan çatır çatır sökülmesi gibi Can çatır çatır çıkar damardan Ölümler vardır: Can kuş gibi uçar gider Bir martının süzülüp Kaybolması gibi maviliklerde. Bir Portre Engin sakin berrak bir denize Uçsuz bir kumsaldan ağır ağır Nasıl yürürse insan Sokrates öyle yürüdü ölüme. Tilmizleri ağlaşırken O vasiyet ediyordu: – Asklepyos’a bir horoz borçluyuz Unutmayınız. Ne tuhafsınız dostlar Güçsüz kadınlar gibi ağlaşmak niye Yükselmek varken ölümsüzlüğe. İnancına sahip olmak İnsan olmanın şartı Kölelikler içinde en onulmaz kölelik Hayatın ölümcül yanına Takılıp kalmak değil mi? İlkin ayaklarında duydu Sokrates Zehirin soğukluğunu Ve yavaş yavaş ölüm Yükseldi göğsüne çenesine. Dudaklarında donan son bir tebessümle Bir işaret taşı da böylece Sokrates dikmiş oldu ölüme! Ölümün Sesi Ölümden bir işaret var her şeyde Ölümün sesini duyuyorum şarkılarda, türkülerde: – Kışlanın önünde redif sesi var Namluların ucunda ölümün sesi! – Bir ay doğdu geceden oy oy Karanlığın ağzında ölümün sesi! – Erzurum dağları kar ile boran Vadilerin koynunda ölümün sesi! – Ezo gelin durmuş bakar yollara Umudun ardında ölümün sesi! – Bir ihtimal daha var Umuddan da öte ölümün sesi! Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme Bir gün öleceğim biliyorum Bunu her an ölür gibi biliyorum. Anamın yüreğinde bir kor Ölene dek sönmeyecek bir ateş Kımıldanıp duracak hep. Karım bomboş bulacak dünyayı – N’olurdu birlikte ölseydik, deyip duracak Oysa insan yalnız ölür Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak. Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm Bir süre kaçacaklar insanlardan Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine. Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar – Yaşayıp gidiyorduk yahû Ne vardı acele edecek! Diyecekler. Biliyorum yaklaşıyoruz her an Biliyorum oruçlu doğar insan Ölümün iftar sofrasına! Son Söz Ve zaman döne döne Gelmişti başlangıç noktasına İlk yaratılış düğümüne. Mahlukatın var olduğu Yüzüsuyu hürmetine Evrenin Efendisi’nin Kavuşmak vakti gelmişti sevgilisine. Hayatın menbaı Merhametin son durağı Mâdeni, muhabbet ocağının Ateşler içindeydi Yatağında. İltica etmişti sanki Kâinat Kutsal tenine Hayata şafak olan alnında Ter taneleri Her biri insanlık çilesinden Bir haberdi sanki Bir an oldu Aralandı gözleri Sonsuzu kuşatan bakışları Süzdü ciğerpâresi Fatıma’yı Süzdü tek tek çevresindeki Can dostlarını Kıpırdadı dudakları, dedi: – Ebu Bekir kıldırsın namazı Sonra daldı daldı uyandı Son defa aralandı Bakışları Yöneldi bir noktaya Karar kıldı bir noktada Ve dedi: – Merhaba ey refik-i âlâ! Olacak oldu Akıllar kamaştı Kalbler tutuştu Feryat ve figan gökleri tuttu Çekti kılıcını Faruk olan Sıçradı orta yere: – Kim derse ”O öldü”, öldürürüm! Ayrılık ateşinden Ateşin şiddetinden Sanki bendler çözülmüş Felekler çökmüştü Şuur tutuşmuş Akıl iflas etmişti. Sonra Sıddıyk olan Yetişti geldi Baktı baktı yatağında hareketsiz yatan sevgiliye Mağarada arkadaşına Hicrette yoldaşına Sonra baktı çevresine Mahşerden önce mahşer hali yaşayan Ashabına Âline Ebu Bekir dedi: – Ey nâs, susun! Kim ki Resulullaha tapmaktadır Bilsin ki Resul ölmüştür Kim ki Allaha tapmaktadır Bilsin ki Allah ölmez Hayy ve Lâyemuttur. Ey ns, susun! ”İnnâ Lillâh ve innâ ileyhi râciûn” Sonra eğildi sevgilinin yüzüne Sürdü bulutlanmış gözlerini O güzellikler ülkesine Baktı baktı ve dedi: – Hayatında güzeldin, Ölümünde güzelsin Öldün Bir daha ölmeyeceksin!