En İyi 11 Korku Kitabı
Edgar Allan Poe, Anne Rice, H.P. Lovecraft başta olmak üzere Dünya Korku Edebiyatı’na damgasını vurmuş romanlar.
1. Stephen King (1947 – ) – Hayvan Mezarlığı, 1983
Stephen King en başından beri korku-gerilim kitapları yazarı olarak görüldü. Oysa King, korku, bilim-kurgu ve fantezi romanların yanı sıra tarihsel roman, western ve kısa öyküler de yazmıştır. Stephen King kariyerinin en başından beri kitaplarının yanı sıra büyük ticari başarılara da imza atmış bir yazar. Fakat edebiyat eleştirmenleri Stephan King’i hep göz ardı etti.
Ölen kedisini tekrar hayata döndürmek için komşuları olan ihtiyar doktordan yardım alan küçük bir kızın ve ailesinin yaşadıklarını konu alan, gerilim dozu bir hayli yüksek olan Hayvan Mezarlığı romanı, 1989 yılında sinemaya aktarılmıştır. Stephen King’in en korkutucu kitabı olarak görülen roman ile ilgili yazar, yazarken en çok korku hissettiği eseri olduğunu itiraf etmiştir.
“Şimdi çevresini bir sis bulutu sarmıştı, sis önce ayakkabılarını, sonra dizlerini örtmüş, sonunda kendisini parıltılı beyaz bir kapsüle hapsetmiş gibiydi. Işık daha parlaktı. Garip bir yüreğin atışı gibi hareketli. Doğanın gücünü böyle canlı olarak hiç görmemişti. Bataklık canlıydı, ama müzik sesiyle değil. Bu canlılığın yapısını ya da duygusunu tanımlaması istense yapamazdı. Olasılıklardan yana zengin ve güç dolu olduğunu söyleyebilirdi ancak. Doğanın içinde kendisini çok küçük ve çok ölümlü hissediyordu. Son geldiğinden hatırladığı gibi bir ses vardı, iniltiye dönüşen bir kahkaha. Bir an sessizlik oldu, ardından kahkaha yeniden duyuldu, Louis’in kanını donduran bir çılgınca çığlığa dönüştü. Sis çevresinde ağır ağır dönüyordu. Kahkaha zayıfladı, yerini yalnızca duyulan ama hissedilmeyen bir rüzgar uğultusuna bıraktı.”
2. Howard Phillips Lovecraft (1890 – 1937), Deliliğin Dağlarında, 1936
H. P. Lovecraft, küçük yaşta babasını kaybeden, gençliğinde de annesi akıl hastanesinde yatan ve büyükbabasının anlattığı korku öyküleri ile büyüyen bir çocuktur ve bütün bunlar hayal dünyasının kapılarını aralamıştır. Özellikle 1920’li ve 1930’lu yıllarda yazdığı öykülerle korku edebiyatına damgasını vurmuştur. Korku, bilim-kurgu ve fantezi türlerinde eser veren pek çok yazara ilham kaynağı olan Lovecraft, Deliliğin Dağlarında ile modern insanın umutlarının karşısında yükselen karanlığın ve deliliğin öyküsünü okuyucu ile paylaşıyor. 1936 yılında uzun bir öykü olarak yazdığı Deliliğin Dağlarında, bir jeoloji ekibinin Antarktika’ya giderek, yüzyıllardır ıssız olan bu coğrafyada tanımlayamadıkları varlıklarla karşılaşmalarını anlatırken, yaşanılan korkuyu bir bilim adamının gözünden yansıtıyor.
“Baktık ve aşağıdaki karanlık, penguenlerin çevrelediği dipsiz uçurumdaki harçsız sualtı şehrinde yaşayan ve galip gelenin ne olduğunu anladık, o yerden şimdi bile kötülükle kıvrılan bir sis, sanki Danforth’un isterik çığlığını yanıtlarmışçasına solgun püskürmeye başlamıştı. Kafaların kopmuşluğu ve o tiksindirici balçığı tanımanın şoku bizi sessiz hareketsiz heykeller haline getirmişti ve o anki düşüncelerimizin asıl niteliğini, ancak daha sonraki sohbetlerimizde öğrendik. Orada sanki çağlar boyu dikilip kalmış gibiydik, ama geçen zaman aslında on ya da on beş saniyeden daha fazla olamazdı. O nefret dolu, soluk sis sanki aslında uzaklarda hareket eden bir cüsse tarafından itiliyormuşçasına kıvrılarak ilerledi ve derken ne olduğunu aşağı yukarı tahmin ettiğimiz şeyi rahatsız eden bir ses duyuldu…”
3. Edgar Allan Poe (1809 – 1849), Kuyu ve Sarkaç (Kuyu ve Sarkaç), 1842
Edgar Allan Poe’nun, yazdıkları kadar yaşam öyküsü de çarpıcıydı. Belki de yaşamındaki zorluklar yüzünden, hem Dünya edebiyatı hem de Batı kültürü üzerinde derin bir etki bırakan olağanüstü öyküler ve şiirler ortaya koymuştur. Psikolojik gerilim unsurunu kusursuzlaştırmış, dedektiflik öyküsünü keşfetmiş ve okuru kendi doğaüstü alemine götürmeyi her seferinde başarmıştır. Kuyu ve Sarkaç’ta Engizisyon’un karar ve uygulamalarının kıskacındaki bir adamın aklı ve mantığı ile bulunduğu korkunç durumla nasıl mücadele ettiğini okursunuz. Öyküdeki tekinsizlik halinin okuyucuda bıraktığı etki had safhaya ulaşır. Edgar Allan Poe bütün öykülerinde olduğu gibi bu öyküye de karamsar ve gizemli bir hava katmıştır. Kuyu, sarkaç, mumlar, adalet anlayışından yoksun yargıçlar ve bağıran insanlar kapitalist düzenin kötü yönlerini simgelerken öyküyü akıcı ve heyecanlı kılmıştır.
“Aşağı durmaksızın çaresizce aşağı! Her salınımda soluk alıp çabalıyordum. Üstümden her geçişinde daha da küçülüyordum. Gözlerim en anlamsız umutsuzluğun hevesiyle yukarı ve yanlara gidişini takip ediyordu; ölüm bir kurtuluş olabilirdi ama yine de sarkaç indiğinde, ah, kasılarak kapanıyorlardı! Anlatılamaz! Mekanizmanın yavaş çöküşünün o keskin, parlak baltayı göğsüme nasıl çökerteceğini düşündükçe her yanım titriyordu. Beni titreten umuttu, bedenimin büzülmesini sağlayan. O umut ki, harabelerde zafer kazanan ölülere fısıldayan Engizisyon zindanlarında bile var olan.”
4. Anne Rice (1941 – ) – Vampirle Görüşme, 1976
Louis hiç istemeden vampir oluyor ve artık sonsuza dek vampir olarak yaşamaya mahkum oluyor. Vampir olmaya alışması, vampir olmanın getirdiği bütün olumsuz ve olumlu durumlar, artık insan olmamanın sebep olduğu bütün çelişkiler ama insan olmakla ilgili ahlaki bütün gerginlikleri Anne Rice, çok etkileyici bir üslupla anlatıyor. Sıkışıp kaldığı dünyada var olmaya, vampirliğin getirdiği zorunluluklarla yaşamaya çalışırken ahlaki çıtasını diğer vampirlerin tamamen aksine yukarıda tutmaya çalışıyor. Eser, 1994’te sinemaya da aktarıldı.
“Lestat için en muhteşem av genç erkeklerdi. Onlar Lestat için en büyük kaybı temsil ediyorlardı, çünkü hayatın azami imkanlarının eşiğindeydiler. Tabi Lestat’ın kendisi bunu anlamıyordu. Zamanla ben anladım. Lestat hiçbir şeyi anlamıyordu. Vampir olmak onun için intikam demekti. Hayatın kendisinden intikam aldığı her can bir intikamdı. Bu durumda hiçbir şeyin kıymetini bilmemesi şaşırtıcı değildi. Nefretle yanıp tutuşarak geriye bakıyordu. Kıskançlıkla yanıp tutuştuğundan, başkalarının elinden almadığı sürece hiçbir şey hoşuna gidiyordu; bir kere ele geçirdikten sonra da, aslında ele geçirdiği şeyin kendisini sevmediğinden soğuyor, doyumsuz oluyordu; böylece başka bir şeyin peşine düşüyordu. Kör, kısır ve aşağılık bir intikam…”
5. Clive Barker (1952 – ) – Ezelistan, 1994
Stephen King “Korku edebiyatının geleceğini gördüm, adı Clive Barker’dı” der. King’in, anlatamayacağı korkular üzerine yazıyordu Clive Barker, King bu sebeple böyle bir cümle kurmuş olabilir. Fakat Clive Barker korku yazarı olarak tanımlanmasına rağmen aslında insan psikolojisinden metafiziğe, beden politikalarından kaybolan romantizme kadar pek çok konuda yazan birisi.
Art üçlemesinin ilk kitabı Muhteşem Gizli Gösteri’den sonra yayımlanan üçlemenin ikinci kitabı olan Ezelistan (Everville) ilk kitaptan devam eden hikayeyi anlatır. Bu kitapta aynı zamanda Clive Barker’ın Hellraiser kurgusundan tanıdığımız ünlü paranormal dedektif Harry D’Amour ana karakter olarak karşımıza çıkıyor. Art üçlemesinin henüz üçüncü kitabı yayımlanmadı.
“Ezelistan’a hoşgeldiniz… Şehrin tepelerinde başka bir dünyanın kıyılarına açılan bir kapı var. Ve tepenin eteklerinde hiç kimse, kaçınılmaz olan değişimden etkilenmeyi başaramayacak. O kapının ötesindeki dehşetleri çok iyi tanıyan Tesla Bombeck ise o eşiği geçmeden önce şehrin geçmişinde yatan gizemi çözmek zorunda…”
6. Mary Shelley (1797 – 1851), Frankenstein, 1818
Mary Shelley, görmüş olduğu rüya üzerine Frankenstein veya Çağdaş Prometheus‘u (Frankenstein or Modern Prometheus) yazar. Eser, derin anlatıma ve konuya rağmen, yıllardır yalnızca bir korku öğesi olarak kullanılmıştır. Oysa, eserin kaleme alınışında korku unsuru olarak öne çıkan nokta yaratığın kötülüğü, çirkinliği ya da eylemlerinin vahşiliği değil, bilinçsizce yaratılan bir varlığın, doğal yaratılış sürecinin dışında bir anomali oluşu ve bu durumun ne kadar büyük bir çelişki yarattığıdır. Victor Frankenstein da annesinin ölümünden sonra doğaya ya da tanrıya karşı isyan bayrağını açar. İnsan ırkının aksine mutlu ve mükemmel bir tür yaratma hayaliyle kendini, cansız maddelere hayat verebilme amacına adar. Shelley, kitabını yazarken esinlendiği konuların başında yaratılış öyküsü, Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu anlatan John Milton’un ölümsüz eseri Kayıp Cennet gelmektedir.
“İlk kez şefkat aradığımda, tüm benliğime dolup taşan erdem duyduğum sevgi, mutluluk hissi ve şefkatti paylaşmak istediklerim. Ancak, bu erdem benim için artık sadece bir gölgeden ibaret. (…) Tüm insanoğlu bana günahkar davranırken, suçlu olan tek kişi ben miyim? Arkadaşını kapısından hakaretlerle kovan Felix’ten neden nefret etmiyorsunuz? Çocuğunun kurtarıcısı öldürmeye çalışan köylüye neden lanet etmiyorsunuz? (…) Frankenstein… Bana hala intikam besliyor olsaydın, bana hayat verdiğinde doyuma ulaşmalıydın, yok olduğumda değil. Fakat öyle olmadı, daha büyük kötülüklere sebebiyet vermemem için, sonumu dört gözle bekledin.”
7. Ann Radcliffe (1764 – 1823), Sicilya’da Bir Aşk Hikayesi, 1790
Sicilya’da Bir Aşk Hikayesi, Ann Radcliffe’in gotik türde yazan yazarlar arasına kabulünü sağlamış, ona ün kazandırmış bir çalışmasıdır. Roman kahramanları bu şatoda yaşayan Julia ve genç Kont Veraza. Hikayeyi karanlıklaştırıp gotikleştiren kahramanlar ise Julia’nın hırslı, kötücül babası Marki Mazzini ile şatonun nicedir kullanılmayan güney bölümünde geceleri cirit atan tuhaf ışıklar ve duyulan inlemeler.
“Şatonun yıllardır kapalı kalmış ve geçen zaman içinde şartların etkisiyle tuhaf bir kasvet havasına bürünmüş bir bölümünde ışık görülmesi, doğal olarak şaşkınlık ve korku yaratmıştı. Sıradan halkın zihni, doğaüstüne dair her şeyi büyük bir hevesle kabul eder. Dolayısıyla hizmetkarlar da şatonun güney bölümünün doğaüstü bir güç tarafından ele geçirildiğine inanmakta gecikmediler. Uykuya dalamayacak kadar tedirgin oldukları için de gecenin geri kalanında nöbet tutmaya karar verdiler. Bu amaçla, ışığın geldiği güney kulesini görebilecekleri doğu balkonuna yerleştiler. Gece olaysız geçti ve tarifsiz bir keyifle izledikleri şafak vakti, üstlerine çöken korkunun kasvetini bir süreliğine dağıttı. Ne var ki, akşamın geri gelişi genel korkuyu yeniden canlandırdı ve şato halkı ardı ardına birkaç gece boyunca güney kulesini gözetledi. Bu süre içinde kayda değer bir şey görülmemiş olsa da, çok geçmeden şatonun güney tarafının hayaletli olduğu yönünde bir bilgi ortaya çıktı ve herkes tarafından benimsendi.”
8. Joseph Sheridan Le Fanu (1814 – 1873), Carmilla, 1871
Edgar Allan Poe’nun çağdaşı olan ama çok farklı üslupta yazan Le Fanu, takma adla yazdığı ilk kitabıyla
hayalet öykülerine başladı. Daha sonra gerilim tarzında öyküler yazdı. Sheridan Le Fanu’nun Carmilla kitabı, vampir türünün ilk örneklerindendir, yani 1871’de Carmilla yazıldığında Dracula yazılmamıştı. Tam yirmi yıl kadar sonra yazıldı. Kimilerine göre Dracula’dan çok daha ustaca yazıldığı söylenen bu eser, şüphesiz vampir hikayeleri türünün en zengin, edebi ve kalıcı örneklerinden biri oldu ve ardından gelen eserleri büyük ölçüde etkiledi.
“İhmal edildiğimi düşünüp üzülmüş, kendimi aşağılanmış hissetmiştim ve sağlam bir yaygaranın habercisi olarak ağlayıp sızlanmaya başladığımda büyük bir şaşkınlıkla, yatağın yanından bana bakmakta olan ciddi ama çok da güzel bir yüz gördüm. Ellerini yorganın altına sokmuş, diz çökmüş genç bir hanımefendiye aitti bu yüz. Hem sevinç hem merakla ona baktım ve sızlanmam dindi. Beni okşadı ve yatakta yanıma uzandı, gülümseyerek beni kendine doğru çekti; derhal yatıştım ve tekrar uykuya daldım. Göğsüme, boğazımın tam altına, hem de oldukça derine, iki iğne batıyormuş gibi bir hisle uyandım ve yüksek sesle bağırdım. Genç kadın, gözleri bana dikili, irkildi, yataktan yere doğru kaydı ve sanıyorum ki yatağın altına saklandı. İşte şimdi ilk kez korkmuştum ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Dadı, çocuk odası hizmetçisi ve kahya kadın koşarak içeri girdiler; hikayemi dinleyip fazla önemsemeksizin beni yatıştırmaya çalıştılar.”
9. William Wilkie Collins (1824 – 1889) – Beyazlı Kadın, 1860
Beyazlı Kadın, Victoria dönemi kurgusal yapıtları arasında duygusal gerilim romanı diye tanımlanan ve gotik edebiyatın gerilimini, İngiliz edebiyatının psikolojik gerçekçiliğiyle kaynaştıran türün ilk örneği olarak kabul edilir. Roman karakterlerinin çeşitli ruhsal durumlarını aktaran çarpıcı anlatım biçeminin ustası Wilkie Collins, bu ilk romanında gotik romanlardaki dehşeti gizemli İtalyan şatolarından, Victoria dönemi İngilteresi’nin daha modern, orta sınıf evlerine taşıdı. Gotik edebiyat çoğunlukla cinayet, delilik, iki eşlilik temalarına odaklanırken Beyazlı Kadın türü romanlar, dönemin kırsal malikânelerinde olabilecek bir takım kötü niyetli emelleri ve onlara bağlı olayları aktarır.
“O zaman ya da daha sonraları, güzel tatilimiz bittikten sonra da, minnettar dostumun o çok arzuladığı bana hizmet etme fırsatının pek yakında çıkacağı, onun bu fırsatı ânında değerlendireceği, böyle yaparak da hayatıma bütünüyle farklı bir yön vereceği ve beni neredeyse kendimi tanıyamayacak kadar değiştireceği hiç aklıma gelmemişti. Ama öyle oldu işte. Eğer Profesör Pesca suyun altında, çakıldan yatağında yatarken onu kurtarmak için suya dalmış olmasaydım, büyük olasılıkla bu sayfalarda anlatılacak hikayeyle hiçbir ilgim olmayacaktı; her an aklımda olan, tüm enerjimi emen ve şu anda hayatımın amacını belirleyen tek yol göstericim haline gelmiş olan o kadının belki de adını bile duymamış olacaktım.”
10. Richard March (1857 – 1915) – Böcek, 1897
Yayımlandığı yıllarda büyük yankı uyandıran ve ekolün en başarılı örneklerinden biri olarak kabul gören Böcek, bugüne göre de oldukça sıra dışı bir karakter tanımlama ve olay örgüsüne sahip. Paul Lessingham, geleceği parlak bir politikacıdır. Kusursuz ve materyalist dünyasında doğaüstü güçlerin varlığını sorgulamaya gerek duymamıştır. Ta ki Mısır’dan gelen gizemli varlığın ihtişamlı bedeniyle tanışana kadar. İstediği zaman biçim değiştirebilen, insanları hipnotize ederek dediklerini yaptıran böcek, Leesingham için nehirlerin tersine akmasıdır. Akıcı diyaloglar ve heyecan yüklü olay örgüsüyle Böcek, edebiyat ve sinema tarihinde tartışılmaz bir öncü rol üstlenen Dracula’yla aynı yıl yayımlanmasıyla ayrı bir önem taşıyor.
“Orada benimle birlikte olan şey neydi bilemiyordum; tahmin bile edemiyordum. Zihinsel düzenimdeki bir parça aniden felce uğramış gibiydi. Böyle ifade etmek çocukça görünebilir; ama sinirlerim bozulmuş, yorulmuştum; somut olarak söylemek gerekirse, son hareketimle, bir an içinde, habersizce gelen, tuhaf bir duyguya kapıldım, daha önce hiç hissetmediğim, bir daha da hissetmek istemeyeceğim bir şeydi, korkunç bir sıkıntı hissiydi. Olduğum yere çakılıp kalmıştım, kıpırdamaya cesaretim yoktu, nefes almaya korkuyordum. Odada bulunduğunu hissettiğim varlık her ne ise tuhaf, uğursuz bir şeydi.”
11. Robert Louis Stevenson (1850 – 1894) – Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın Tuhaf Hikayesi, 1886
Sadece büyük korku klasiği Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın değil, en sevilen çocuk klasiklerinden Define Adası’nın da yaratıcısıdır Robert Louis Stevenson. Sessiz sinema günlerinden beri yönetmenlerin ilgisini çeken bu fantastik romanın kimi zaman komedi ya da parodileri tarzındaki uyarlamaları da yapılmış, ancak hikaye daima korku türü içerisinde düşünülmüştür. Oysa metinde fiziksel değişim şeklinde karşımıza çıkan iyi ve kötü temsilleri bir kişilik bölünmesi metaforundan başka bir şey değildir. Korku öğesi ise hikayenin kendisinden çok insan doğasındaki bastırılmış şiddeti farketmişliğimizden kaynaklanan dışsal bir özellik olarak okunabilir. İnsan kişiliğinin iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünen Dr. Jekyll, laboratuarında yaptığı bir iksirle bastırılmış diğer benliğini özgürlüğüne kavuşturmuştur. Böylelikle zaman zaman değişim geçirerek kötü Hyde kimliğine bürünebilmekte, ancak her seferinde ilacın etkisi geçtiğinde yeniden iyi yanı, yani Dr. Jekyll geri dönebilmektedir.
“Hemen o anda iki değişik kişi gördüm önümde: küçük bir adam ağır ağır doğu istikametinde ilerliyor, sekiz on yaşlarında bir kız çocuğu canı burnunda karşı sokaktan aşağı koşuyordu. Sonra azizim, doğal olarak bu ikisi köşede birbirlerine çarptılar; ve hikayenin korkunç kısmı da o zaman başladı zaten. Adam sakin bir edayla vücuduna basarak yerde yatan çocuğun üzerinden geçti ve zavallıyı çığlık çığlığa o halde bıraktı. Kulağa önemsiz geliyor belki, ama görmesi çok fenaydı bu sahneyi. İnsan gibi değil de sanki lanetli bir put gibiydi bu adam. Hemen seslendim, koştum, adamı yakaladım ve çığlık çığlığa yatan çocuğun çevresinde şimdiden oluşmuş insan kalabalığına doğru sürükledim onu. Adam çok sakindi ve hiç itiraz etmedi, bana şöyle bir baktı sadece ve bakışı o kadar çirkindi ki, üzerimden ter boşandı hemen.”
Kaynak
BBC Türkçe Haber, Kitap Kokusu – Korku Edebiyatı Listesi, Clive Barker Külliyatına Giriş İçin Okuyabileceğiniz 10 Roman, Ömer Türkeş