Edebiyatımızın Proleteri Cevdet Kudret Solok Kimdir?
Cevdet Kudret kardeşi Cevat, 1912
Kalemin Ucu adlı deneme kitabında şunları yazar: “Yoksul bir ailenin çocuğu idim. Görülüyor ki, daha ilk adımda, küçük bir azınlığın keyifli yaşamına değil, büyük bir çoğunluğun sıkıntılı yaşayışına aday olarak gelmiştim dünyaya. Bu sıkıntı bir ömür boyu sürdü.” “Özel yaşayışımı etkileyen ikinci olay, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması. O sırada yedi yaşında idim. Babam askere alınmış, evdeki iki kadınla, iki çocuk evde kalmıştı. Herhangi bir yerden herhangi bir gelirimiz yoktu. Kapalıçarşı’daki hazır elbiseciler için annemle, büyükannemin geceli gündüzlü diktikleri basma entarilerin geliri ile geçinmeye çalışıyorduk. Birkaç yıl sonra da babamın ölün haberi geldi. Artık, gelecekteki umut kapıları da yüzümüze kapanmıştı. Burada benim özel yaşayışımla halkın çoğunun yaşayışı birbirinden ayrılmaz. O günlerin benim çocukluk dünyamdaki korkunç izlerini silip atamadım hiçbir zaman.”Yedi Meşalecilerle, Cevdet Kudret (gözlüklü)
İlk şiiri 1922’de Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanır. Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Meşale dergisinde yazan genç şairlerin arasına katılır. Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Kenan Hulusi Koray ve kendisinden oluşarak Yedi Meşale diye anılan bu topluluk 1928’de ortak kitapları olan Yedi Meşale’yi çıkarırlar. Aynı yıl Meşale dergisinin kapanmasıyla topluluk dağılır. Yıllar sonra kendisiyle yaptığı söyleşide Yedi Meşalecilerin bir araya gelişini ve ortak kitap çıkarma düşüncesinin doğuşunu şöyle anlatır: “1926-1927 yıllarında, o dönemin genç ozan ve yazarları Servet-i Fünûn dergisinde yazmaya başlamışlardı. Kimisi çeşitli liselerde, kimisi darülfünunun (üniversite) ilk sınıflarında okuyan bu gençler sık sık gidip gelmeye başladıkları derginin yönetim yerinde birbirleriyle tanışmışlardı. Bunlardan 7 tanesi arasında yakın bir arkadaşlık doğdu. Dergi yönetim yerindeki toplantılar kendilerine yetmez olunca, hafta sonu tatillerinde evlerde toplanmaya başladılar. Çoklukla da, Yaşar Nabi’nin Şehzadebaşı’nda, Vefa’ya giden yoldaki evinde toplanılırdı. Günün birinde, o güne dek yazdıklarımızdan seçmeler yaparak onları bir kitapta toplamayı düşündük. Çeşitli önerilerden sonra, Yedi Meşale adı üzerinde anlaşmaya varıldı.”Konservatuar hocalarıyla, Sabahattin Ali, Herr Braun, Cevdet Kudret, 1938
1933 yılında Darülfünun Hukuk Fakültesi’ni bitirir ancak mizacına uygun olmayan hukuk mesleğini benimsemez. Öğretmen olur, 1935-1936 tarihleri arasında askerliğini yaparak Kayseri Lisesi’ndeki görevine döner. 1937’de öğrencisi İhsan Nisari ile evlenir. 1938 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı kurulmaktaydı; Cevdet Kudret, Ankara Konservatuvarı Edebiyat ve Diksiyon Öğretmenliği’ne atanır. Cevdet Kudret’in yeni çevresi çok ilginçti. Hitler rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış birçok ünlü sanatçı (Carl Ebert, Pretoryus, Lico Amar vb.) konservatuvarda hocalık yapmaktaydı. Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Ali Yücel getirilir; 1939’da Cevdet Kudret Solok gerekçesiz olarak konservatuvardan Ankara Erkek Lisesi’ne nakledilir.Kayseri Lisesi öğrencileri arasında, 1935
Demokrat Parti’nin iktidar olduğu dönemlerde de Cevdet Kudret’in sıkıntıları bitmez. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidar olunca, Milli Eğitim Bakanlığı’na Tevfik İleri getirilir. Daha önceki yıllarda tohumları atılan McCarthy’cilik büyük boyutlara ulaşmıştır. Öğretmenler oradan oraya sürülür. Bu arada Cevdet Kudret 1950 tarihinde Bitlis Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak nakledilir. Bu, memuriyette alt kademeye düşürülme anlamında bir uygulama olarak bilinir. Cevdet Kudret yasal olarak itiraz hakkını kullanmaz “Şan olsun diye gideceğim” der. Milli Eğitim Bakanlığı’nın en üst yetkililerinden bir kişinin (Faik Reşit Unat) muhtemel birtakım tehlikelere karşı uyarısı üzerine Bitlis’e gitmekten vazgeçer; görevinden istifa eder. “Yaşayışımı etkileyen üçüncü olay, Demokrat Parti iş başına geçtikten birkaç ay sonra Bitlis’e sürülmek istenişimdir. Yabancı bir çevrede kim bilir başıma ne çoraplar örülecekti. Gitmeyip istifa ettim. Tam yirmi yıl açıkta kaldım. Ekmek parası peşinde koşmak sanat çalışmalarımı aksattı.”Kayseri Lisesi öğrencileriyle Samsun gezisinde tren garında
Cevdet Kudret’in öykü ve romana yönelişinde Batı ve Türk klasiklerinin etkisinin olduğu görülür. Öykü ve romanlarındaki sadelik, yalınlık ve içtenlik Kudret’in göze çarpan ilk özelliğidir. Dilindeki samimilik ve canlılık ise içinde yaşadığı toplumun samimiyeti ve kendi içerisindeki insan sevgisidir. Öykü ve roman anlayışını şu cümlelerle özetler: “Ben biyografik romanla başladım işe. 1914’ten 1945’lere kadar getirdim. Birbirini tamamlayan ayrıca her biri bağımsız birer cilt olan üç roman yazdım. Böylece Türk toplumundan otuz yıllık bir kesit vermek istedim. Hatta bu tarz romanlara -yazmadım, söylemedim ama- “kesit roman” diye bir ad taktım kendi kendime. Uyguladığım roman tekniğinde kendimce yapmak istediğim şey şu: O zamana kadar olaylar tek kahraman üstünde örülür, tek kahramanın serüveni ile roman biterdi. Ben ise asıl kahramanı Süleyman’ın çevresinde toplumun türlü kişilerini vermeye çalıştım. Bu fikri de Gogol’un ünlü romanı Ölü Canlar’da uyguladığı teknikten aldım. Bilirsiniz, Ölü Canlar’da roman kişisi, çeşitli çevreleri dolaşır başka başka kişiler verilir. Ben de o tekniği benimseyerek Türkiye’ye uyarlamaya, o verilerle çeşitli çevreleri vermeye çalıştım.”Ankara Erkek Lisesi öğrencileriyle, 1940
Cevdet Kudret’in Süleyman’ın Dünyası üst başlığında toplanan tüm romanları; 1943 tarihli Sınıf Arkadaşları, 1958 tarihli Havada Bulut Yok, 1976 yılında yayımlanan Karıncayı Tanırsınız isimli otobiyografik özellikler taşıyan bir üçlemedir.Cevdet Kudret, romanlarında, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinden başlayıp, İkinci Dünya Savaşı yıllarına otuz yıllık süreçte, Süleyman’ın dünyasını, yarattığı canlı, inandırıcı karakterlerle akıcı bir dille anlatır. Sınıf Arkadaşları ve üçlemenin diğer kitaplarında, olayları, roman kahramanlarının iç dünyalarında yaşananları, karakterlerin duygu ve düşüncelerini bilen bir anlatıcı anlatmaktadır. Bu anlatıcı, yazarın kendisidir.
“Vücudunun içinde ruhu sanki buruşuyor, büzülüyor, ufalıyordu. Aylar var ki eline kalem almış değil; yazmak şöyle dursun, doğru dürüst bir kitap okuduğu yok. Çevresiyle ilgisi azaldıkça, içinde yaşadığı dünya, kendisi farkında olmadan, gittikçe küçüldü, gittikçe küçüldü; sonunda, genç adam, okul, kahve, lokanta, sonra yine okul, yine kahve, yine lokanta arasında dönen birkaç kilometrelik bir daire içinde yaşamaya başladı.” (Havada Bulut Yok)Cevdet Kudret Davutpaşa’da doğduğu evin önünde, 1979
Hemen hemen yazınsal türlerin tamamında eser veren Cevdet Kudret’in önemli bir yönü de denemeciliğidir. Şiir, öykü, roman tiyatro, dil ve farklı konular üzerine yazdığı denemeleri, Bir Bakıma (1977) adlı kitapta toplar. Denemelerinde birey toplum ilişkisi apaçık ortadadır. Denemelerinin bir diğer önemli özelliği de denemelerindeki yergi gücüdür. Cevdet Kudret’in denemelerinde nesnellik ve kanıtlama ağır basar. Denemelerinde daha çok dil, kültür ve sanat konularına yer verir. Cevdet Kudret, bir şair, öykücü ve romancı olarak dil konusuna çok önem verir. Türkçenin sadeleşmesine, Arapça ve Farsçadan aldığımız kelimelerin arındırılmasına kafa yorar. Dil konusunda yazmış olduğu Dilleri Var Bizim Dile Benzemez (1966) adlı kitabı bu yönüyle önemlidir. “Ama biraz kurcalamak gerek: birtakım Türkçe kelimelerin köklerini biliyor muyuz acaba? Su, yol, dağ, kır, koş, dur, bat, bin, sar, vb… sözleri nerden çıkmıştır? .. Bunlar kök kelimelerdir. Konuşurken, kök kelimelerin nerden geldiklerini aklımıza bile getirmeyiz. Su içerken nasıl iki hidrojenle bir oksijen içtiğimizi düşünmezsek, su derken de onun aslının ne olduğunu düşünmeyiz. Biz, ancak türetme yoluyla kurulmuş kelimelerin köklerini düşünebiliriz: sulak, yolcu, dağlı, kıraç, koşu, durgun, batak, binek, sarmaşık, vb...”(Dilleri Var Bizim Dile Benzemez)Cevdet Kudret ve eşi, 1984 (Fotoğraf: İsa Çelik)
Cevdet Kudret’in tiyatro alanındaki çalışmaları da önemlidir. Karagöz (1968- 1970) çalışması hacimli ve büyük bir eserdir. Üç cilt olan bu eserde 37 oyun, 19 muhavere ile 56 örüye ulaşılmıştır. Geleneksel gölge oyunu hakkında etraflı bilgilerin yer aldığı bir eserdir. Tiyatro üzerine yazdığı ikinci eser iki ciltten oluşan Ortaoyunu’dur. (1973-1975) Tıpkı Karagöz’de olduğu gibi geleneksel halk tiyatromuzu irdeleyen bir yapıttır. Tamamı yirmi dört oyundan oluşan bu eser tiyatro severler için faydalı ve rehber bir kitaptır. Birçok tiyatro eseri veren yazar diğer türlerde olduğu gibi tiyatroda da yerli ve milli konulara yer verilmesi gerektiğini savunmuş, Tanzimat’ta Batı tiyatrosu ile karşılaşan aydın yazarlarımızın, halk tiyatrosu geleneğini küçümsemelerini sert bir şekilde eleştirmiştir. İlber Ortaylı bir yazısında sanatçının tiyatro alanında verdiği eserleri “Türk tiyatrosu kadar, toplumsal tarih ve kültür tarihimiz için de olumlu bir olaydır. Macar Türkolog Kunos’tan bu yana sadece 7 tanesi yayımlanan Ortaoyunu metinleri Cevdet Kudret’in arşiv araştırmalarıyla 20’ye çıkmış olup aydınlarımızın Türk tiyatrosu hakkında daha değerli ve doğru yorumlar yapmasını sağlayacaktır.” “Ortaoyunu’nun Tanzimat, özellikle Abdülaziz (1861-1876) devrinde en parlak çağına ulaşmış olduğunu daha önce yazmıştım. Bu gelişmede, halkın sevgisi yanında, sarayın koruyuculuğunun da büyük payı bulunduğunu düşünmek yerinde olur. Bu yazımda, söz konusu sanatın padişahça sevildiğini ve oyuncuların korunduğunu bildiren birkaç belge üzerinde duracağım.” (Ortaoyunu)Aziz Nesin, Cevdet Kudret, 1991 (Fotoğraf: İsa Çelik)
Cevdet Kudret’in yaşadığı sıkıntılar, dönemin sosyal özellikleri, maddi problemler yazarın kalemini fazlasıyla etkilemiştir. Yazdığı kitapların pek çoğu Abdurrahman Nisari, Suat Hızarcı, Nevzat Yesirgil gibi takma adlarla yayınlanmıştır. Denemelerindeki ışığın, akıcılığın onun gizli mizahçılığından geldiği pek göze çarpmaz. Oysa Cevdet Kudret, ince bir alayı yaşam biçimi olarak benimsemiştir. Cevdet Kudret, Solok soyadını taşıdığı ve öğretmen olduğu yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, bakan Hasan Alî Yücel’in imzasını taşıyan ve “Solok soyadını niçin aldığını soran” bir mektup alır. Bu mektuba verdiği yanıt onun anlatım biçiminin en güzel örneklerindendir: “Kurtuluş Savaşı’nda Sol Cenah’ı başarıyla savunan Komutan Nazmi Paşa’ya Atatürk tarafından verilen soyadının bir gün soru konusu olabileceğini hiç düşünmediğim ve de yazılışındaki O’lar hoşuma gittiği için Solok soyadını aldım.” Daha sonra Solok soyadı, yazdıkları, söyledikleri kovuşturulup yargılanmamış olsa da, onun düşüncelerinin göstergesi sayılıp, sürgünlerin, istifaya zorlamaların gerekçesi olacaktır.