Davetsiz Misafir

Davetsiz Misafir Yüreğine sığınan ve senden başka kimsesi olmayan zavallı bir çocuktum ben. Senin yüreğine, gözlerine, ellerine, sevgine, ilgine, sıcaklığına ihtiyacım vardı. Huzurumu senden otlanırken, huzursuzluğumu sensizlikten otlanıyordum. Sensiz kaldığım zamanlarda sessiz kalıyordum. Çok uzaklarda, hiç tanımadığım, bilmediğim, görmediğim bir denizde alabora olmuş küçük bir sandal oluyordum. Ama senlilik öyle değildi. Çok çok farklı hisler barındırıyordu bende. Tanımadığım, hissetmediğim hisleri hissetmeme yarıyordu. Seni hissedince, kendimi de hissediyordum. İlk defa kendime yabancı olmadığımı fark ediyordum, senli olduğum zamanlarda. Senle olduğum zamanlarda. Sen geldiğin vakit; hani ansızın dağlara bahar gelir, bir başka yeşil olur ya doğa, tüm canlılar ağzı açık hayran hayran gezer ya ortalıkta, ben de aynen öyle oluyordum işte. Şaşırıyor, karışıyordum, ama aşırı bir mutlu, aşırı bir huzurlu oluyordum. Ben seni tanıdıktan sonra öğrendim; hayata çok uzak olduğumu, ölüme tuzak kurduğumu, yaşama çok uzak durduğumu. Önceleri hayat benden habersiz, ben hayattan habersiz akıp gidiyorduk, bilmediğimiz, sonunu, önünü göremediğimiz bir yere. Ama sen gelince adımlarımı daha sert basıyordum yere. Arkamı sana yaslıyordum. Arkamda dağ gibi sevgilim var diye bağırıyordum. Sılam, hasretim, gurbetim sendin. Ruhumun derinliklerinde, yerini benim de bilmediğim bir yere benden izinsiz girmiştin. Bir misafir ancak bu kadar tatlı, içten, samimi, can alıcı olabilirdi. Ve ben o misafiri en iyi şekilde ağırlamaya çalışıyordum. Misafirin gelişi bende değişiklikler yarattığı gibi evde de, sokakta da, kentte de değişiklikler yaratmıştı. Ev pırıl pırıl olmuş, o tanrısal kokun evin etrafını kaplamıştı. Elbiseler ter temiz, pencere kenarındaki kuşlar daha içten ötüyordu. Üşümüş kediler azalmış, çocukların yüzüne renk gelmişti. Kent baştanbaşa yenilenmişti. Senin gelişinle; yarım kalan tebessümlerim, ağzımın kenarında donakalmış gülümsemelerim tamamlanmış, gerçek anlamını bulmuştu. Senin gelişin; bir daha hiç tatmayacağım yalnızlıklarımı ve acılarımı, elinin tersiyle itip uzaklara fırlatmıştı. Bir yarımdım sadece. Hatta yarım bile değildim çoğu zaman. Diğer yarımı sende unutmuş, aşka susamış bir çocukluğa bırakmıştım. Bazı gecelerde karanlığın yardımıyla izimi kaybettirmek, koşup sana gelmek ve o gül yüzünü yüzüme sürmek, saçlarını koklamak istiyordum. Özlemlerim kirli bir kan gibi yüreğimi tıkıyordu çoğu zaman, karanlıklar üzerime çöküyor, yalın kayalar suratıma sırıtıyordu durmadan. Ömrümüzün sadece kışı vardı, sanki hiç bahar gelmeyecek gibi, istemiyorduk da aslında. Bizi ne ilgilendirir ki birilerinin her bahar âşık olduğu. Biz kışın tanıştık, kışın sokulduk birbirimize, kışı sevmem, kışa ayrı bir ilgi duymam ve o soğuğa aldırış etmemem bundandır. Hele bir de akşamüzerleri vardı. Hani benim senin üzerine, senin de benim üzerime uzandığın akşamüzerleri vardı. Soğuğun bizi soğutmadığı, aksine elini tuttuğum zaman içimin terleyişi, avuç içlerimi sırf senin elin değdi diye gizliden öpüp koklamam bundandı. Kendini uzaklarda arama, kaçma kendinden. Sen çaldığın kalbimin içindesin. Bak kalbime, orada masum, saf, şirin, kendini göreceksin. Başım dönüyordu o tanrısal kokundan. İçim içime sığmıyordu. Heyecanlanıyor, çocuklaşıyordum. Yine de karşında küçülüyordum. Sen yaptığım hataları, işlediğim suçları hep üzerine alıyordun, Cemal Süreya gibi “ne günah işlediysek yarı yarıya” da değildi, hepsini üzerine alıyordun. Sen benim meleğimdin, doğruları anlatmaktan yorulmayan, bıkmayan, usanmayan. Arif toprak   Hüzünbaz sevgiliye mektupla