Boyacı

''Boyacı,'' dediğini duydum elbette. Alındım. Bana böyle hitap etmelerini istemiyordum, adımı unutacaktım neredeyse. İki gün önce Sağlık Ocağına muayeneye gittiğimde Şükrü Bey adımı sorduğunda Boyacı demiştim. Aldırmadım müşteriyi, devam ettim. Az ötede sokak köpeklerine ip geçiren çocuklarla ilgileniyormuş gibi yaptım.

''Hey Boyacıııı,bakabilir misin lütfen!''

Afalladım, şaşkınlığımı gizleyemedim. Artık onu görmezden gelemezdim. Kaç yıl oldu bu terlikleri ellerimde taşıdığım, bütün memleket en az bir kez giymiştir mutlaka bu boyacı terliklerimi. İlk defa rastlıyordu bu kulaklarım böylesine bir müşteriye, hayır hayır, beyefendiye.

Kayıtsızca ''boyim mi abi?'', dedim.

Dün Diyarbakır'a ayak basar basmaz kirlenmiş kunduraları. Kaç gündür boyacı aralıyormuş gözleri, bulamamış, kısmet banaymış demek ki, sözde. Hikayenin sonunu beklemeden tekrardan ''Boyim mi abi?'', dedim

Kısa bir an bön bön baktıktan sonra ''Ha evet evet, bunun için çağırdım seni'', diyebildi.

Ne garip adam, niye bu kadar dalgın ve heyecanlıydı ki, üstelik benim gibi bir sokak fahişesi boyacısının karşısında? Genç sayılırdı, alnındaki kırışıklılar daha belirmemiş ve göz altları pürupaktı, yüzü aydınlık bir sabahı andırıyordu.

 İyi bilirim böylelerini, cömert olur bunlar. Şişman değil pek, zararı yok, olsaydı iyi olurdu ama, iyi bahşiş verirler çünkü. Markete yollayıp al babam şunu, bir parlıyament al, üstü senin olsun, ha babam benım, derlerdi.

Terliği uzattım, siyah ayakkabılarını alıp hemen önünde diz üstü çömeldim arnavut kaldırıma. Uzaklaşmamalıydım. Çok boya süreceğimi görür de fazladan bahşiş verirdi belki. Boyacıya verilen bahşiş asıl ücretten fazla olur genelde, ne yaman bir uğraş bu boyacılık, milleti soyuyoruz kuruş kuruş.

''Neden oraya oturdun, al şu sandaleti, üstüne otur da gör işini, üşüteceksin bu havada.''

''Olmaz ağbiii, böyle iyi, kahvehanenin sahibi görür de izin vermez birdaha gelmemi, alışıyormuşuz sonra müşterileri rahatsız etmeye.''

''Canım olur mu öyle şey, sen otur, hiçbir şey diyemez sana. Hadi otur!''

Bilmiyordu elbette bu mesleğin adabını. Ziyanı yok, zaten tek bir Allah'ın kulu boyatmazdı ayakkabısını bu pinti adamın mekanında. Kovarsa kovsundu zaten.

Nurileflef cilamı, siyah boyamı ve fırçamı çıkardım. İyi bir giriş yapmalıydım. Fırçayı şöyle bir getirdim götürdüm, yüzüne baktım, iyi, asık değildi. Birazdan sorardı herhalde adımı, kaç yaşında olduğumu, günde ne kadar kazandığımı...

Süngeri iyice boya kutusuna batırdıktan sonra ayakkabıyı ve ellerimi iyice boyaladım. Hala izlemekle yetiniyordu. Sorsana be adam neden eldiven takmadığımı diye, ne gezer, gözleri hala ayakkabılarındaydı. Anladım, buralı değildi, meraklı değildi bir kere.

Kısa bir süre sonra sessizliğini Öğretmen olduğunu söylemekle bozdu. İngilizce Öğretmeniymiş hem de. Doğrusu dikkatimi çekmişti. Birkaç küfür öğrenip aşağı mahallenin boyacılarının alayına giderdim. Bunu anlattığımda hiç de sinirlenmedi, aksine dudakları bir derece daha gerildi.

''Bunun yerine sana şu kullandığın malzemelerin İngilizcesini desem daha iyi olmaz mı?''

İlgi gösterdiğimi belletmeliydim ve olur diyerek belli belirsiz sırıttım.

'' Misal elindeki boya süngerinin karşılığı shoe spongedir, fırça ise shoe brushtır''.

İlgisizliğim sırıtmıştı bir yerden, İngilizceyi cazip bulmadığımı anlamış olacak ki devam etmedi.

Boyayı sandığıma koyduktan sonra cilalamaya geçecektim ki mekan sahibinin, boş bardakları almaya gelirkenki yüz ifadesi beni bir hayli ürkütmüştü. Geniş yüzü ile gözaltlarındaki birikmiş sarkaç morluklar simasına ayrı korkunç bir hava veriyor, dibe kaçmış kırmızımsı gözleri beni tehdit edermişcesine yuvalarında dört dönüyordu. Belli ki yüzümün her hattından nefret ediyordu. Müşterimin- daha doğrusu mekan sahibinin müşterisi oluyordu- kahvehaneciye bana sıcak bir çay getirmesini istediğinde dahi yumuşamamıştı, benden gelecek herhangi bir paranın içine etsindi.

Bu korkunç adam gittikten hemen sonra müşterimin ağzından şunlar dökülüverdi: Bak gördün mü, hiçbir şey demedi sana, korkulacak bir şey yokmuş demek ki.

Anlamıyordu, üstelik Öğretmendi. Kimlere emanettik okulda öyle. Kaç kitap okumuştur acaba. Ne önemi var, yeniyetme henüz. Sokağa çıkıp mahallenin insanlarına maruz kalmadığınız sürece esnaf dilini anlayıp konuşamazsınız. Bunu bilen ben, sizlere kaç yaşında olduğumu söylemeyeceğim. Çatlayın.

Ayakkabıyı bir an önce boyayıp teslim etmek istiyordum, çay gelmeden bitirmeliydim. Kısa bir süre sonra bitirip ayakkabıyı önüne dizdim, hiç de kontrol etmedi, öylece giydi. Ellerini ceplerine götürürken bütün malzemelerimi toplamakla meşguliyet buldum. Bitmesini hiç istemediğim ve yüz binlerce kez tekrarlanmasını istediğim sahnelerdendi, onun gibi Öğretmenler'in anlayamadığı duygulardandı bu. Avlamak üzereydim onu. Aşağı mahallenin boyacıları neredeyse üşüşecekti buraya. Allah vere de elini çabuk tuta. Sonunda  ellerinden bir onluk çıkardı -ücretin on misli, bir günlük yevmiyem-, ellerime tokuşturdu ve alıklarımdan ıslak ıslak öptü ve teşekkür etti.

Aldırmadım, tam uzaklaşacaktım ki kolumdan tuttu ve neden acele ettiğimi sordu. Yoksa Kahvehaneciden mi korkuyordum?

''Yok ağbii. Annem bekliyor''.

Geç kalırsam eve girer girmez şaplağı indirecekti, evet evet doğru dedim aslında, endişe ettiğinden değil, parayı geç verdiğim için şaplağı indirecekti, severim anamı ama.

Bir beşlik daha çıkarırken parayı istemediğimi söyleyip beni salıvermesini istedim. İstemez yahu, gelmek üzereydi herkes.

''Ağbii nolur bırak beni geç kalıyorum''.

''Çayın gelmedi daha, iç de öyle git, için ısınsın, hah geldi işte çayın''.

Oturup büzüldüm tekrardan sandaletin üstüne. Mekan sahibiyle göz göze gelmeden almalıydım şu lanet çayı. Çayı uzatırken telaşla hemen ellerimdekilerini bırakıp çaydan bir yudum aldım, ağzım yandı ama belli ettirmemeliydim, tek şeker dahi konulmamıştı bardağın yanına. Kahvehaneciye çayların parasını ödedikten sonra parmakları pas tutmuş saçlarımda gezindi. Korkunç adamdan sonra arkasına dahi bakmadan bacalardan tüten dumanların arasına karıştı ve birden dumanın onu yuttuğunu sandım. Uzaklaşmıştı sadece ve siyah mantosunun yakıştığını, ayakkabısının cilalanmasıyla farketmiştim.

Mahalleye tüneyen sonbahar bulutlarının eşliğinde usul usul kayan alemin sessiz görültüsünü işittim kısa bir süre. Hemen arkamda havlayan köpeklerin gürültüsünden irkildiğimde ellerimdeki bardağı yere düşürüp kırmıştım. Kırılan bardağın sesi bütün memlekette yankılanmıştı sanki. İçeriye baktığımda mekan sahibinin ayağına dolanan öfkeyeyi görebilmeme rağmen donakalmıştım. Tam yetişecekti ki ellerimdeki bardak altlığını attım ve boya sandığımı alıp gelişigüzel bir yere doğru kaçmaya başladım.

Hayret ettim, peşimden koşmamıştı bu seferlik, hayra alamet değildi bu. Sadece gülümsediğini görmüştüm ani bir hareketle başımı yarım daire döndördüğmde.

Eve gelmek için erkendi henüz. Ama günlük yevmiyemi çıkarmıştım neticede. Evimiz eski bir yapının sonuncu, yedinci  katındaydı, asansör yokmuş o zamanlar. Anama seslendim, pencereye çıktı hemen.

''Anaa sepeti yollasana''.

''Neden erken geldin boynu kırılıcası, ekmek parasını çıkarmadan gelme sakın yukarıya''.

''Boyam bitti, yarın alırım artık''.

Küçük sandığımı sepete yerleştirdikten sonra mahallede şöyle bir gezindim. Görünürde kimse yoktu. İnternet kafe dedikleri yerlerdeler herhalde. Fırıncıya yöneldim, eve gidecektim sonra.

''Ağbii beş tane ekmek versene, sıcak olsun ama-soğuk verecekti yine, aldırış ettiği yoktu zaten-.''

''Ver bakalım parayı''.

''Tamam, bi dakka.''

Ellerimle ceplerimi defalarca yoklamama rağmen onluğu bulamadım. Sırada bekleyen kuyrukta oflamalar başlamıştı bile.

''Ağbii parayı düşürmüşüm, yarın getiririm ya da bir ay boyunca ayakkabını boyatırım, beleşe hem de''.

''İstemez, yarın getir parayı, hadi kaybol''.

Bana kısmet değilmiş demek ki o son ayakkabıyı boyatmak. Elimdeki parayı ısmarlanan çaya uzandığımda bırakmıştım yere farkına varmadan, Kahvehaneciden kaçarken düşürmüştüm, ondaydı şimdi, o yüzden peşimi bırakıp ardımda gülüyordu herhalde...