Bir Gölgenin Hatırası – Tolga Alver

Birkaç ağaç ötede ıslanmaktan helâk olmuş bir köpek yavrusunu gördü. Uzaklardan bir tren çığlığı duyuldu. Belki de o tarafa doğru yürümeliydi. Sağını solunu unuttuğu bir anda elinden genç bir kadın tuttu. Kafasını kaldırıp kim olduğuna bile bakamadan onun peşinden sürüklendi. Kadın başka birisiyle telefonda konuşuyordu.

            Tolga Alver

            Bu sonbaharda emekli olmuştu. Kırmızı yapraklı bir ağacın altında ömrünü harcadığı şeyleri düşündü. Kaygılarını, esamesi bile hatırlanmayan rekabetlerini, gülüşlerini, sevişlerini tahayyül etti. Emekli olmak hayata veda etmek demek değildi. Çalışırken emekliliği bir işe yaramamak şeklinde kodlamıştı. Hem işe yaramayan hem de geçinemeyen insanlara emekli denirdi. İnsan bir ömür çalışıp da nasıl iş hayatının sonunda açlık çekerdi? Bunun emekli olanların kendileriyle ilgisi yoktu, biliyordu.

            Önünden bir kedi geçti. Emeklilik kaygısı yoktu ama o da açtı. Yaşayan tüm varlıkların kaygısı belki de ortaktı. Yaşamalıyım, karnımı doyurmalıyım, daha çok yaşamalıyım, daha çok karnımı doyurmalıyım… Ömrünün yorgun günlerinde yapması gereken bir şey daha vardı. Yaşadığı tüm şehirlere, nefes aldığı tüm sokaklara yeniden gidecekti. Sevdiği, sevmediği, tanıdığı, tanımadığı kişileri görmek için değil mazisini hizaya çekmek için… Kimse ona hisleri için “Son kararın mı?” diye sormadığı için gidecekti. Bir gölgenin hatırasını yeniden renklendirmek için…

            Birden ortalık toz duman oldu. Aydınlık hava kararmaya, yapraklar sağa sola uçuşmaya başladı. Önünden insanlar acele ederek geçtiler. Kimi işine yetişmeye çalışıyor kimi işinden çıkıyordu. Sonucunda emekli olacaklarını bilseler bu kadar heyecanla koşarlar mıydı bilmiyordu. Rüzgâr şiddetini artırınca etrafta kimseleri göremez oldu. Bir silüet yaklaştı yanına.

            “Sen!”

            “Evet, ta kendisi!”

            “Ama ama ben sana gelecektim. Seni ilk gördüğüm sokakta yüzleşecektim duygularımla. Olamaz, zihnim beni yanıltıyor!”

            “Bunca zaman inkar ettin de ne oldu? Yapacak son işin neden en başta yapman gereken ha!”

            “İnsan nereye giderse gitsin, sonunda yine kendisine dönüyormuş.”

            “Ruhun çöplüğe dönmüş be adam! Bu saatten sonra kim kaldıracak bu enkazı? Unutuldun işte, bir hayat uğruna kendini unuttun!”

            “Ama anladım değil mi, geç de olsa anladım! Hep mi geç olunca anlar insan?”

            “Geç bunları be adam!”

            “Hey, dur nereye?”

            “Hiç gelmediğin yere, o sokağa!”

            “Geleceğim, yemin ederim sana geleceğim!”

            Gözlerinin içine tozlar kaçtı. Yoldan hızla geçen arabaların rengini bile seçemiyordu. Bir adım ötesi tufanken bir hayat ötesine nasıl gidecekti? Neden sonra gözünde bir şey canlandı. Kırmızı elbiseli bir kadın yaklaştı yanına. Ellerinde siyah eldiveni, gözlerinde siyah gözlükleri olan bir kadın.

            “Yemin ederim, o sokaktan sonra sana yani seni beklediğim çınarın altına gelecektim.”

            “O çınar devrildi!”

            “Gölgesini bulur yine beklerdim.”

            “Kökünden söktüler, yerine yokluğunu diktiler.”

            “Sahi bekledin mi beni? Çok mu bekledin?”

            “Ne fark eder be adam, neyi değiştirir bu?”

            “Ama ben geleceğim, bu az şey mi?”

            “Geldiğinde kendi yokluğunu bile bulamazsın artık!”

            “Fakat ben… Dinle beni… Ben…”

            Kadın koşarak gözden kayboldu. Bir vakit sonra yolun kenarında kırmızı bir kamyon durdu. Bir gıcırtıyla açılan kapıdan inen şoför “Yolunu mu kaybettin bey amca!” diye sordu. Bunca zaman kendisine sorulması gereken en önemli soru buydu belki de. Yolunu mu kaybetmişti? Bir fırtınalı akşamda hiç tanımadığı bir adamın kendisine bu soruyu sorması onu sinirlendirmişti.

            “Neredeydiniz be! Ha! Neredeydiniz şimdiye kadar?”

            “Valla amca ben neredeydim seni pek ilgilendirmez ama sen epey zordasın galiba! Gel seni gideceğin yere bırakayım!”

            “Hadi oradan be ahmak! 30 sene öncesine gitmek istiyorum ben! Var mı öyle bir yol?”

            “Ah be güzel amcam, belli üzmüşler seni. Sohbetin iyidir hoştur da daha fazla ıslanamam! Haydi sen de git yoluna, hastalanma!”

            Birkaç ağaç ötede ıslanmaktan helâk olmuş bir köpek yavrusunu gördü. Uzaklardan bir tren çığlığı duyuldu. Belki de o tarafa doğru yürümeliydi. Sağını solunu unuttuğu bir anda elinden genç bir kadın tuttu. Kafasını kaldırıp kim olduğuna bile bakamadan onun peşinden sürüklendi. Kadın başka birisiyle telefonda konuşuyordu.

            “Buldum onu merak etmeyin. Yine aynı ağacın altına gelmiş. Allah’ın cezası bir ölmedi gitti! Zincirle bağlayacağım artık. Neyse ki hep aynı yere geliyor. Kim bilir ne günah işledi bu ağacın altında! Beni, kızını bile hatırlamayan adam lanet ağacı her defasında nasıl buluyor anlamış değilim! Sökmeli bu ağacı, kökünden sökmeli!”

            Elinden tuttuğu kadının ardından ilerlerken ayakkabısının içine sular doldu. Gözlerinden dökülen yaşlar yağmura karıştı. Yine gidememişti. Yine geç kalmıştı.