Aşkın Mahkemesi,Sanığı ve Maduru

Aşkın Mahkemesi,Sanığı ve Maduru Geçenlerde bir haber okudum. Genç bir kadın, birine âşık olmuştu. Aşkına karşılık bulamayınca, sessizce gitmeyi tercih etti bu dünyadan. Ama adam yaşamaya devam etti. Kadın ise yok oldu. İşte o an içimden geçti: “Keşke terk edenler, aldatanlar, sevmeyenler cezalandırılsa…” Ama sonra sustum. Çünkü eğer aşk bir suçsa, biz de suçluyuz. Biz de birilerini sevemedik, yüz çevirdik, kaçtık. Ve belki farkında bile olmadan bir kalbi sessizce incittik. Birini sevmişti o kadın. Derinden, içine alarak, sessizce… Kalbinin merkezine koymuştu onu. Her bakışta sadece onun izini aramıştı. Ama o kişi, onu hiç görmedi. Sanki hiç var olmamış gibi geçip gitti. Gecelerce ağladı. Anlam veremedi,kendini değersiz hissetti. İçinden şu cümle geçti ama kimse duymadı: "Umarım sen de hiç sevilmezsin. Hiç sevme, hiç sevilme. Benim yaşadığımı sen de yaşa. İçinde yan, dışarıdan dimdik görün ama tepetaklak ol." Bu bir beddua değildi aslında… Bu, çaresiz bir adalet çağrısıydı. Çünkü bu kadar büyük bir acı, boşlukta kaybolmamalıydı. Bir yere çarpmalıydı, bir karşılığı olmalıydı. Bir cezası olmalıydı,bir madur varsa orada bir de suçlu olmalıydı. Ama hayat adil değil. Bir adam, sevdiği kadına böbreğini verdi. Kadın iyileşti, başka birine âşık oldu. Bir kadın, aşkı için her şeyini bıraktı. Adam sadece "Ben değiştim," dedi ve arkasına bile bakmadan gitti. Ve bütün bu hikâyelerin içinde aynı sessiz çığlık vardı: “Ben seni sevdim. Sen beni yok saydın.” Ama biz de bazen sevgiyi taşıyamadık. Bazen birinin sesi bile yorucu oldu. Birlikteyken içimiz daraldı. Ve sonunda gitmek istedik. Gitmek kolaydı belki ama biliyorduk… Biz gitmek isterken, o kişi kalmak için dua ediyordu. Ve yıllar sonra bir gün… Yolda karşılaşırsın. İçin titrer. Ne selam verirsin, ne tebessüm edersin. Sadece geçip gidersiniz. Ama aklından şu geçer: "Ne zaman yüzsüz olduk birbirimize? Ne zaman vazgeçtik, göz göze bakmaktan?" Aşkın bir mahkemesi yoktu belki… Ama cezası hep vardı. Aşk, sadece sevinç değil… Kendinle yüzleştiğin bir aynaydı. Terk edilmek, sevilmemek… Özdeğerini parça parça söküp götürürdü. Çünkü çocukluktan gelen o “sevilmeye layık olma arzusu” bir kez daha yaralanırdı. Ve aşk gittiğinde sadece biri gitmezdi: Güven giderdi. Umut giderdi. İnsanın kendine duyduğu sevgi kaybolurdu. Bazen insanlar aşk yüzünden değil, kendilerini artık sevemedikleri için ölürdü. Toplum, aşk acısını hâlâ hafife alır. Birinin aşk yüzünden dibe vurması, hâlâ zayıflık sayılır. Ama kimse sormaz: “Bir insan neden bu kadar sever de, cevapsız kalınca bu kadar dağılır?” Birini sevdiğinde, sadece kalbini değil, varlığını koyarsın ortaya. “Ben buradayım” dersin. “Sana görünmek istiyorum.” Ama karşılık bulmazsan, bu çıplaklık utanca dönüşür. Kendi duygularından utanmaya başlarsın. Ve o zaman başlar aşkın en derin trajedisi: Var olmak isterken yok sayılmak. Belki aşkın mahkemesi yok. Ama hepimiz içimizde bir mahkeme kurarız. Geceleri, kimse görmezken o mahkemede yargılanırız. Kimi zaman kendimizi, kimi zaman bizi sevmeyenleri… Ve en büyük ceza şudur: Kalbinin içinde, kendinle baş başa kaldığında o sessiz yüzleşmeyi yaşamak. Ve bazen… En büyük ceza, birini karşılıksız sevmektir. Sevilmemek değil. Ve ona şöyle bir ceza keseriz: "Sen de sev,sevilme emi" Meltem Yalçın