Ahmet Ümit Kitapları ve Kitaplarından Alıntılar
Polisiye romanları ile tanıdığımız Ahmet Ümit’in Bir Ses Böler Geceyi, Sis ve Gece, İstanbul Hatırası, Patasana başta olmak üzere kitaplarını ve kitaplarından alıntıları derledik.
Ahmet Ümit, yazmaya başlama öyküsünü şöyle özetliyor: “Yazmaya 1982 yılında bir öyküyle başladım. Aslında yazar olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. O zaman 22 yaşındaydım ve bir öykü yazdım. Yazdığım öykü kırk dilde yayımlanan bir dergide basıldı. Böylece yapabilir miyim, yazabilir miyim diye düşünmeye başladım. İlk kitabımız 1989’da bir şiir kitabı olarak yayınlandı. 1991 yılında Çıplak Ayaklıydı Gece adlı kitabımız yayınlandı. Ondan sonra da polisiye yazmaya karar verdim, daha doğrusu kitabı okuyan arkadaşlarım polisiye tarzında yazdığımı söylediler. Ben de polisiye yazmayı seviyorum ve o alan üzerine yoğunlaştım. O günden beri yazıyorum.”
1966
Çok az okur, Ahmet Ümit’in edebiyata şiirle başladığını bilir. Oysa Ahmet Ümit, 12 Eylül Darbesi’ne karşı, anti-faşist mücadelenin içinde aktif olarak yer aldığı yıllarda şiirler yazardı. 1989’da yayımlanan Sokağın Zulası kitabı, bugünün usta kalemi Ahmet Ümit’in çiçeği burnunda bir yazarken, haksızlığa, adaletsizliğe, diktatörlüğe karşı savaşımını dile getirdiği, bir yandan da derin bir duyarlılığın sıcaklığını taşıyan şiirlerinden oluşuyor.
Gerçek aşk devrimcidir! Usta yazarlar da!
Sen yoktun,
Yokluğunla kalkardı ada vapurları,
Gölgelerimiz gezinirdi ağaçlıklı yollarda,
Kayalıklarda seslerimiz çınlardı,
Deniz seni sorardı bana.
Sen yoktun,
Tüm dünyayı değiştirebilirdim,
Oysa aynalarda eskiyor yüzüm.
Ne yana baksam karşımda bir anı,
Meğer İstanbul ne çok benziyormuş sana.
1976, Gaziantep Atatürk Lisesi
1992’de yayımlanan, 9 öyküden oluşan Çıplak Ayaklıydı Gece, yayınlandığı yıl Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü’nü aldı. Bu kitap Ahmet Ümit’i yazın dünyamıza tanıtan ilk kitap olma özelliğini de taşıyor. Çıplak Ayaklıydı Gece, Ahmet Ümit’in polisiye öykülerinden ayrı bir yer tutuyor. Bu yapıtında yazar 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi ve sonrası yılların atmosferini tanıklık ve anılarına da dayanarak anlatıyor.
“Harekete çok küçük yaşlarda katılmıştı. Taparcasına sevdiği bir abisi vardı. Onu, abisinin kitapları tanıştırmıştı devrimcilerle. Çocukluktan gençliğe geçer geçmez de, abisi gibi derneklerde, mitinglerin ön sıralarında boy gösterir olmuştu. Artık hemen hemen her eylemin kadrosunda yer almaya ve gençlik örgütünün üst sıralarına doğru basamakları coşkuyla birer ikişer tırmanmaya başlamıştı. Bu durum darbenin ikinci yılında bir sabah evleri basılıncaya, abisiyle birlikte gözaltına alınıncaya kadar sürmüştü. İçeride abisini kötü hırpalamışlardı. Sinan’a fazla işkence yapmamışlar, ama aynı hayvanca korkuyu o da duymuştu.” (Pezevenk)
1981
1994 yılında yayımlanan Bir Ses Böler Geceyi, farklı bir Ahmet Ümit kitabı. Akıcı bir dillle yazılmış, felsefi içerikli bir gerilim romanı. Hapse girmiş devrimci bir öğretim görevlisi Süha ile Alevi çocuk İsmail’in kesişen yollarını anlatıyor. Ahmet Ümit “Kitap gerçek bir hikaye anlatıyor. Gerçekten bir çocuk intihar etmiş. Bana bunu bir işçi arkadaşım anlattı. O sıralar ben 20 yaşlarında bir devrimciyim. Olay çok ilgimi çekti, kendi hikayemle, yani Süha’nın hikayesiyle birleştirerek, inanç, idealler, ideoloji, hayatın anlamı gibi sorgulamaları yapan, bunu gerilim hikayesiyle anlatan bir hikaye yazmak istedim.” diyor.
“Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, ‘Bu mezar neden mezarlığın dışında” diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hala mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı.”
Sis ve Gece (1996), Ahmet Ümit’in ilk polisiye romanıdır. Yunanistan’da yayımlanarak yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiyesi unvanını kazanır. Romanın ana karakteri Sedat, istihbarat biriminde çalışan orta yaşlı, evli ve iki çocuklu bir komiserdir. Birtakım entrikalarla çalıştığı birimden uzaklaştırılır. Bu, onu büyük bir boşluğa sürükler. Tam da boşluk hissi içindeyken, kendinden bir hayli genç olan ve üniversitede Güzel Sanatlar eğitimi alan Mine ile tanışır. Roman, alışılmış polisiye eserlerine fazla benzemeyen kurgusuyla dikkat çeker. Diğer polisiyelerden en önemli farkı da katilin ve dedektifin aynı kişi olmasıdır. Kurguyu dikkat çekici kılan en önemli unsur budur.
“Efendim biliyorsunuz Mösyö Koço avcı idi. Tavşan, keklik, bıldırcın ne avlar ise eve getirirdi. Maria korkmasın diye avladığı hayvanların ölü olduğunu gizler, “Uyuyor” derdi. “Ama bunlar en iyi buzdolabında uyur” diye de eklerdi. Maria da babasının getirdiği av hayvanlarını alıp buzdolabına koyardı. Onları gerçekten de uyuyor sanırdı. Giderek bu işi yalnızca Maria yapmaya başladı. Babası av hayvanlarını aşağıda bırakır. Maria da bunları alır buzdolabına yerleştirirdi.”
1998’de yayımlanan Kar Kokusu, Türkiye Komünist Partisi tarafından komünizmi öğrenmek amacıyla Rusya’ya gönderilen 6 gencin yaşadığı olayları konu edinir. Yurt dışına giden gençlerden birisi MİT için çalışmaktadır ve bu roman figürü başka bir öğrenci tarafından öldürülür. Öldürülen öğrencinin katilini bulmaya çalışma süreci romanın temel unsuru olduğundan polisiye roman türüne de örnek olarak verilebilir. Ahmet Ümit “Kar Kokusu aslında yarı otobiyografik bir roman, Moskova’da yaşadığım olayları otobiyografik olarak değil de roman olarak yazdım. Orada anlattığım hayat bizim yaşadıklarımızdı, ama cinayetler başımızdan geçmedi.” diyor.
“Türkler ile Rusların düşünce ve inanç yöntemlerindeki benzerliği, bu konuyu düşünürken keşfetmişti Leonid. Yalnızca Rusların Ortodoks körlüğüyle, Türklerin tek kitaba bağlılığı arasındaki yakınlık değildi söz konusu olan. Avrupa ile Asya arasında sıkışıp kalmış iki kültürün yapısındaki benzerlikti. Gündelik düşünce biçimlerinin bir parçasıydı bu. Çara ya da padişaha, parti sekreterine ya da tek şefe bağlılık. Ama bu anlayış zamanını doldurmuştu. Yaşam bu düşünce biçimini kabul etmiyordu artık.”
2000 yılında yayımlanan Patasana, iki bölümden oluşuyor: Bir yanda Saray yazmanı Patasana’nın hayatı, çocukluğundan ölümüne kadar geçen süre, kendi ağzından aktarılıyor. Diğer yandan günümüzde, arkeologlar Patasana’nın tabletlerini araştırırken yaşanan olaylar ve cinayetlere ilişkin bir öykü var.
Ahmet Ümit “1998’de Hitit dönemini anlatan bir roman olan Patasana’yı yazmaya başladım. O dönemi araştırmaya başladım ve araştırdıkça tarihten çok etkilendim. Bu toprakların tarihinin kokusunu hissettim. Ve o zaman dedim ki kendi kendime; ben romanlarımdaki bu tarihi arka plan olarak kullanayım, yani konusunun tarihle bağlantısı olsun istedim. Dolayısıyla en başta tarihe özel bir ilgim yoktu, romanlarım nedeniyle ilgim başladı.” der.
“Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti Kralı’nın emrine koşan iki yüzlü bir tören adamı. Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüzkarası. Aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen sefihlerin en rezili.”
2002’de yayımlanan Kukla, Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran Susurluk Olayı’ndan yola çıkan bir roman. Kitabın kahramanı Adnan Sözmen, geçmişte birçok başarıya imza atmış ama zamanla yerini ve ününü korumayı başaramamış bir gazeteci. İşinden atıldığı gün, uzun zamandır görmediği kardeşi Doğan’la tesadüfi bir şekilde karşılaşıyor ve Doğan aslında pek de yakın olmadığı üvey abisine başının dertte olduğunu anlatıyor. Kahramanımız gazetecilik içgüdüsü ve merakı yüzünden kendini olayların içinde buluyor.
“Çünkü gazetelerde anlayış değişti. Aslolan, milletin benimseyeceği -millet dediysem yetmiş milyonluk ülkede bizim gazeteyi okuyan üç yüz bin kişi demek istiyorum- yeni bir vizyon yaratmak, bu vizyonun gerektirdiği bir biçim ve içerikle çok satış yakalamak. Gazete ve gazetecinin bağımsızlığı, topluma doğru haber vermek, siyasi iktidarın, çıkar çevrelerinin, hatalı uygulamalarını eleştirmek, kamuoyunda şeffaflığın geçerli olmasına katkıda bulunmak, insan haklarına dayalı bir demokrasinin gelişmesine yardımcı olmak gibi bizlere okutulan ilkelerin hepsi fasa fiso artık. Önemli olan gazetenin başarılı bir işletme haline getirilmesi . Bir çetenin daha ortaya çıkarılması çok önemli olmakla birlikte, gazetenin başarılı bir işletme olmasına ne kadar katkı sağlayacağı oldukça tartışmalı bir konu.”
2003’te yayımlanan Beyoğlu Rapsodisi üç arkadaşın hikayesini anlatmaktadır. Kenan, Nihat ve Selim. Birbirlerinden çok farklı olan bu üç arkadaş aslında diğer bir yandan da birbirlerine çok benziyorlar. Yıllardır arkadaş olan bu karakterlerin hayatları, uzun bir sürenin ardından ölümsüzlüğe doğru tehlikeli bir yolculuğa çıkmalarıyla tekrar birleştirilmiştir.
“Beni ihbar edeceksin öyle mi? Ezik bir ifadeyle yüzüme baktı. “Özür dilerim” diyerek döndü. Gidiyordu. Babamın, benim emekle, cesaretle, inançla yarattığımız ne varsa, hepsini yok etmeye gidiyordu. “Dur!” diye seslendim yeniden. Aldırmadı. Elim kendiliğinden cebimdeki silaha gitmişti. (…) “Ne yapıyorsun?” dedi panikleyerek. “Beni de mi öldüreceksin?” (…) Göz göze geldik. Evet, beni ihbar edecekti. Bunu yapmaya karar bile vermemişken, işaret parmağım adeta kendiliğinden dokunuverdi tetiğe.”
2008’de yayımlanan Bab-ı Esrar polisiye nitelikte bir romandır, fakat fantastik öğelere de yer verir. Romanda gizemli bir olayın çözümü söz konusudur. Romanda uluslararası bir sigorta şirketinde çalışan Karen’in Konya’ya bir otel yangınını soruşturmaya gelmesi anlatılır. Bir taraftan yangın soruşturması yaparken diğer taraftan da daha önce de bulunduğu Konya’da, aynı zamanda Konyalı bir semazen olan babasıyla ilgili içsel hesaplaşmalar içerisine girer. Konya bağlamında da Mevlana ile Şems-i Tebrizi ilişkisi üzerinde durulur.
“Geriye döndüm ve karşımda onu gördüm… O kadar şaşırmıştım ki sadece küçük bir “Ah!” sesi çıktı ağzımdan. “Korkma” diye fısıldadı. Sesi su gibi sakin, tene dokunan ipek gibi yumuşak, hafiften çöken serinlik gibi huzur vericiydi. “Korkma, kötülük için gelmedim.” Adam saygıyla avucumu açtı, içine bir şey koydu, sonra parmaklarımı tek tek kapattı. “Senin olanı, sana getirdim.” Parmaklarımı açtım, merakla sağ avucumun içine baktım. Alacakaranlıkta iyi seçemiyordum; elimi gözlerime yaklaştırdım. Avucumun ortasında bir yüzük duruyordu…”
Kitaplarındaki polisiye unsurlar için Ümit “Birkaç emniyet müdürü arkadaşım var. Onlar bana bazı konularda yardımcı oluyorlar. Bir de Ankara’da adli tıpçı arkadaşım var. O, adli tıp, DNA testi, parmak izi, silah kalibresi üzerine de yer yer bana yardımcı oluyor. Ama daha çok, ihtiyacım olan konuyla ilgili kitaplar okuyorum. Bütün kahramanlar benden çıkıyor. Ama politik görüşleri ya da dinsel inanışları nedeniyle bir yakınlık kurmuyorum.” diyor.
2010 yılında yayımlanan İstanbul Hatırası polisiye bir kurguya sahiptir, biri gerçek ve güncel, diğeri tarihsel olan iç içe girmiş iki farklı kurgu söz konusudur. İşlenen cinayetlerden hareketle İstanbul’un tarihsel mekanlarına gizemli yolculuklar yapılır. Ayrıca yok edilmeye çalışılan bu mekanların aslında ne denli anlamlı olduğuna dikkat çekilir.
“İstanbul’a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk… Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa… Elimizden alınan hayata bakıyorduk… Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına… Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize… Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip, yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize… Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk…”
Ahmet Ümit’in İttihat ve Terakki’nin 20 yılını ele aldığı “ Yüz küsur yıl önceyi anlatıyorum ama bugüne çok benziyor” dediği son romanı ise Elveda Güzel Vatanım.
“Sahi nedir ülke? Ülke değil vatan. Bir toprak parçası mı sadece, belki uçsuz bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, belki kalabalık şehirler, tenha köyler… Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedemizin mezarı, korkaklığımız ve kahramanlığımızdır vatan… Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Bir vakitler zihnim, kalbim bu fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum…”
“Başkomiser Nevzat birçok kitabımda var. Genelde hep aynı karakteri kullanmayı sevmiyorum aslında. Yeni Yüzyıl Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Okay Gönensin, Avrupa’da ve Amerika’da pazar günleri yayımlanan polisiye tefrikalarından bahsetti ve biz de böyle bir polisiye yapalım dedi. Ben tefrikanın sıkıcı olacağını, bir bölüm başlayıp biten hikayelerin daha iyi olacağını söyledim. Başkomiser Nevzat karakteri böyle ortaya çıktı. Sonra o kadar çok beğenildi ki, bunun dizisini yaptılar, sonra reytingler düşük olunca yayından kaldırıldı. Yapımcılar Başkomiser Nevzat’ı kendilerine göre şekillendirdiler, ben de bunun üzerine romanını yazdım ve Kavim’de ete kemiğe büründürdüm.”
Kaynak
Ahmet Ümit’in İlk Polisiye Romanı: Sis ve Gece, Ahmet Ümit’in Kar Kokusu Romanında Toplumcu Gerçekçilik, Tarihsel Bir Polisiye Roman: İstanbul Hatırası, Bab-ı Esrar ve Aşk Üzerine Bir Mukayese Denemesi, Ahmet Ümit İle Röportaj